Babam Ahmed Tahir Satoğlu’na Dair…

Babamın Dr. Dursun Aksoy amcanın karşısında adeta bir talebe gibi hürmetle oturuşu, hiç gözümün önünden gitmez. Kendisinin geçirdiği sayısız hastalık karşısında Eyüp Peygamber misali sabrı ve şükrü ile İslam davasındaki yılmaz azmi, babamı en derinden etkileyen özelliklerinden olduğunu da not etmem gerekir. Allah hepsine rahmet eylesin.

İsmail Safa SATOĞLU

(İsmail Safa Satoğlu Arşivinden: Sol baştaki Ahmed Tahir Satoğlu, sağdaki amcam Nazif Satoğlu)

Rahmetli dedem İsmail Hakkı Satoğlu, Kayseri’de ilkokul öğretmenliği yaparken, dönemin hükümeti tarafından 1934 yılında önce İzmir’in Torbalı ilçesine bağlı Yeniköy’e, sonra da Buca ilçesinin Doğancılar Köyü’ne tayin edilmesi ile İzmir’deki Satoğlu ailesinin hikâyesi başlıyor. Babam ve kardeşleri ilkokula Yeniköy’de başlıyorlar. Sonrasında babamların ortaokula devam edebilmesi için babaannem, çocuklarıyla birlikte İzmir’in Halil Rıfat semtinde, Asansör mevkiinde ikamet etti. Dedem rahmetli hafta içi Doğancılar’da ikamet ediyor, ancak hafta sonlarını ailesi ile birlikte geçirebiliyordu. Evlerde elektriğin olmadığı, ekmeğin karneyle dağıtıldığı o yokluk yıllarında babam, bazen ödevlerini sokak lambasının ışığı altında yaptıklarını anlatır, mahalle muhtarının evde okuyan üç tane çocuk olduğu için bazen kendilerine başkalarına verdiğinden daha fazla gaz yağı verdiğinden şükranla bahsederdi. O dönemde oldukça kozmopolit bir şehir olan İzmir’de bulundukları semtin alt tarafında (Asansör’ün sahil tarafı) çok sayıda Musevi komşuları olduğunu ve cumartesi günleri Müslüman Türk çocuklarının onlara (Musevilerin cumartesi günü -Şabat- ateş yakmaları yasak olduğu için) ateş közü ile Musevi evlerinde ateş yaktıklarını ve bundan para kazandıklarını babam çocukluk hatıraları içinde anlatırdı. Hatta İkinci Dünya Savaşı’nı müteakip 1948’de İsrail devletinin resmen kurulması ile görüştükleri Musevi komşularından bazılarının hiç kimseye haber vermeden aniden toparlanıp İsrail’e taşındıklarını hayretle anlatırdı.

Ortaokula, evlerine yakın olan Karataş Ortaokulu’nda başlıyorlar. O yıllarda deniz kenarında bulunan, bir villa şeklindeki okulun bahçesine deniz dalgaları çarpıp dururmuş. Sonradan denizin doldurulması ile Mustafa Kemal Sahil Bulvarı adını alan sahil yolundan arabayla geçerken, babam şimdilerde denizden hayli içerde kalan ve orijinal tarihi binanın yıkılıp yerine betonarme yapılmış, şu anki hali ile adı Karataş Lisesi olan binanın önünden ne zaman geçsek ah eder ve ortaokulda okurlarken Almanca derslerine giren Alman bir öğretmeninden (maalesef adını hatırlayamıyorum) ve onun doğa sevgisinden bahsederdi. Bir gün okulda, ders arası teneffüs saatinde okulun denize bitişik bahçesinde yassı taşları toplayıp denize doğru atarak arkadaşları ile taş kaydırmaca oynadıklarını; bu esnada günün nöbetçisi olan Alman öğretmenin pencereden kendilerini görüp bir hışımla bahçeye doğru koşarak geldiğini ve “Ne yapıyorsunuz siz! Denizi dolduracaksınız!” diye onları azarladığını, öğretmenlerinin yaşadıkları çevreye ve doğaya olan saygısını anlatır; sonra da “Yaşasaydı ve İzmir sahilinin bu halini görseydi, kahrından ölürdü.” derdi.

Hangi liseden mezun olduğunu sorduğumuz zaman, “Ben İnönü Lisesi mezunuyum.’’ derdi. Bu okul, şu anda Alsancak’ta bulunan Namık Kemal Lisesi’dir. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinden sonra, 1952 yılında okulun adı Namık Kemal Lisesi olarak değiştirilmiş; ancak babam, ‘’Ben, İnönü Lisesi mezunuyum’’ derken ki ses tonuyla bu isim değişikliğini hiç tasvip etmediğini belli ederdi. Hatta bazen, “Evladım, yobaz hangi görüşten olursa olsun, yine yobazdır.’’ diye eklerdi. Lisede spora meraklı olduğunu, okulun atletizm takımında koşu müsabakalarına katıldığını, kaybettiklerinde çok üzülerek ve etkisinde kalarak ağladığını, kendisi olmasa da amcam bize babamın gıyabında sıklıkla anlatırdı.

Liseyi başarı ile bitirip 1946 yılında İstanbul Tıp Fakültesi’ne başlaması ve burada edindiği arkadaşlıklar, ziyaret ettiği mübarek zatlar, babamın fikir hayatının şekillenmesinde çok derin etkiler bırakmıştı. Bunlar içinde hemen aklıma gelenler arasında en önemli kişiler Osmanlı Devleti’nin son aydınlarından İbnül Emin Mahmut Kemal İnal Bey, İstiklal Marşımızın yazarı Mehmet Akif Bey’in en yakın Millî Mücadele arkadaşı Balıkesir Milletvekili Hasan Basri Çantay Bey, merhum Nurettin Topçu Bey ve Necip Fazıl Kısakürek’i sayabilirim. Üniversite hayatı boyunca milliyetçi ve mukaddesatçı olarak bilinen ve ziyaret kabul eden ne kadar kanaat önderi varsa, bir fırsatını bulup ziyarete gittiklerini ve İslam davası uğruna mümkün olan bütün toplantı ve mitinglere katıldıklarını, değişik sohbetler vesilesiyle anlattığına şahit olmuşumdur. Yine üniversite yıllarında kendisinden altı yedi yaş büyük olan halasının oğlu merhum Dr. Mustafa Mıhçıoğlu (Askeri Tıbbiye talebesi) vesilesi ile kendisinden üst sınıflarda olan muhafazakâr çevre ile ilişki kurduğunu ve bu tanışıklıklardan birinin çok saygı ve hürmet duyduğu merhum Dr. Dursun Aksoy (Dr. Mustafa Mıhçıoğlu’nun sınıf arkadaşı) olduğunu belirtmem gerekir. Kendisi de uzun yıllar İzmir’de ikamet ettiği için bayramlarda babamla birlikte kendisini ziyaret eder, elini öperdik. Babamın Dr. Dursun Aksoy amcanın karşısında adeta bir talebe gibi hürmetle oturuşu, hiç gözümün önünden gitmez. Kendisinin geçirdiği sayısız hastalık karşısında Eyüp Peygamber misali sabrı ve şükrü ile İslam davasındaki yılmaz azmi, babamı en derinden etkileyen özelliklerinden olduğunu da not etmem gerekir. Allah hepsine rahmet eylesin.

Üniversite hayatında başta Necip Fazıl Kısakürek’ın Büyük Doğu ve Eşref Edip Fergan’ın Sebîlürreşâd dergilerini büyük heyecanla takip ettiklerini anlatır, yayınlandığı an gazete bayilerinden satın almak için birbirleriyle yarıştıklarını söylerdi. Babamın hayatında gerçekleştiremediği en büyük hayallerinden biri, muhafazakâr kesimin yayın hayatında ses getirici, söz sahibi, ülkenin gidişatına yön gösterici bir gazete çıkarmaktı. Hatta büyük hayırsever üzüm tüccarı merhum Ahmet Ragıp Üzümcü’nün Alsancak’ta bir cami (Alsancak Hocazade Camii) yaptıracağını öğrendiğinde (caminin inşaatına 1948’de başlanıp 1950’de tamamlandığı göz önüne alındığında, babam 18-19 yaşlarındayken), kendisine bir mektup yazdığını; mektupta “Bir cami yaptırmak yerine bu para ile bir gazete kurmanın daha faydalı olacağını düşündüğünü, bu şekilde gelecekte cami yaptıracak nice nesillerin yetişmesine katkı sağlayabileceğini” ifade ettiğini anlatır, sonra da gülerek “Kim acaba bu deli?” diye arayıp sormadı, cami inşaatı da kısa sürede tamamlandı,  Rahmetli, bugün o muhitte var olan tek caminin yapılmasına vesile oldu.’’ der, kendisine rahmet okurdu.

O yıllarda üniversite okuyan öğrencilerin bir kısmı ailelerinin imkânları ile okurken, bir kısmı da babam gibi devlet parasız yatılı öğrencileri olarak üniversiteye devam ederlermiş. Babam, iç çamaşırlarına kadar ihtiyaçlarını devletin karşılamış olması sebebiyle devletine karşı kendisini hep borçlu hissetmiştir. Normalde altı yıllık Tıp Fakültesi’ni 1952 yılında bitirerek mezun olması gerekirken 2. sınıf öğrencisiyken, geçirdiği zatülcenp (kendisi halk arasında kullanılan şekliyle bu kelimeyi kullanmayı severdi; tıbben Latince yaygın kullanıldığı şekliyle plörezi veya plövral efüzyon, yani akciğerin su toplaması, değişik sebeplerle olabilen bir durum olup o yıllar için muhtemelen tüberküloz kaynaklı olmalı) sebebiyle okuluna bir yıl ara vermek zorunda kaldığını ve 1953 yılı mezunu olduğunu yıllar sonra bile üzülerek anlatırdı. Hastaneden taburcu olduktan sonra Validebağ Promontoryumu’nda (şu anda İstanbul Validebağ Öğretmenevi olarak hizmet veren bina), vücudunun eski gücüne kavuşabilmesi için uzun süre kaldığını anlatırdı. 2013 yılında bir akrabamızın düğünü için İstanbul’a gittiğimizde, bu Validebağ Öğretmenevi’nde üç dört gün kadar misafir olarak kalmış, oldukça duygulanmış ve öğrencilik yılları ve hatıraları gözünde tekrar canlanmıştı.

Ailelerinin imkânları ile Tıp Fakültesi’nde okuyan arkadaşlarının büyük kısmı, okul bitince ya kolayca yurt dışına gitmiş ya da vakit kaybetmeden ihtisasa başlamışlardır. Babam ise, devlet bursuyla okuyan diğer arkadaşları gibi Anadolu’ya mecburi hizmete gitmiştir. Askerliğini önce Van’da, sonra ise yedek subay olarak İstanbul Rami Kışlası’nda tamamlamış; sonrasında mecburi hizmetini yapmak üzere Ordu’nun Fatsa ilçesinde hükümet tabibi olarak çalışmış, uzun yıllar ücra köylerde frengi hastalığı ile mücadele etmiştir.

Babam, Kayseri’de çok az bulunmakla birlikte, kendini has bir Kayserili olarak kabul ederdi. Hatta, arabayla seyahat ettiğimiz çocukluk yıllarımızda 38 plakalı bir araba gördüğünde kendi arabası 35 plaka olmasına rağmen sevgi ve muhabbet ile selektör yapar veya ortam uygunsa korna çalardı ki muhtemelen karşı taraf ne olduğunu dahi anlamazdı. Burada bu konudan bahsetmemin en önemli sebebi, babamın Kayserili olduğu kadar Fatsalı olduğunu vurgulamak içindir. Muayenehanesinde bir duvarında Erciyes Dağı’nın fotoğrafı, diğer bir köşesinde ise Fatsa’nın panoramik fotoğrafı yer alırdı. Fatsa’da tanıştığı insanlarla kurduğu kadim dostluklar, onun için çok büyük anlam ifade ederdi ki bu dostluklar bazı yakın arkadaşlarının İzmir’deki Akevler Kooperatifi’ne üye ve ortak olmaları ile taçlanmıştı. Nasıl bir dostluksa, üzerinden 60-65 yıl geçmiş olmasına rağmen yakın yıllara kadar Fatsa’dan babamın evine koli koli kargo gelir ve içlerinden bilumum fındık ve ürünleri çıkardı. Allah hepsinden razı olsun.

Dört buçuk sene hükümet tabibi olarak görev yaptığı Fatsa yılları, babam için çok değerliydi. 1992 yılında ailecek Fatsa’yı ziyarete gittiğimizde, birçok dostu ile tanışma imkânımız olmuştu. Çarşı içindeki caminin temelini o yıllarda beraberce attıklarını öğrenmiştim. Daha çok ilgimi çeken bir husus ise, o yıllarda lisede bazı derslere girecek öğretmenlerin bulunmadığı, babamın İlçe Eğitim Müdürlüğü’ne başvurarak ders vermek istediğini belirttiğini öğrenmemdi. Daha da ilginci, hangi dersi vermek istediği sorulduğunda ise cevabının fen veya biyoloji değil, tarih dersi ve din dersi olmasıydı. Muhtemelen o dönemde, az rastlanır şekilde inancını yaşayan dindar bir hekim olarak din derslerine girerek belki de lise öğrencilerine rol model olmak ve onlara yol göstermek istemişti. Tarih ise babamın en değer verdiği hobisiydi. Zaman zaman babamın hal ve hatırını sormak için telefonla bana ulaşan o zamanki talebeleri, bu öğretmenlik ve rol modellik vasfını, bu vesile ile kendilerinin de okuyarak önemli vazifelere geldiklerini şükranla ifade etmişlerdir.

Fatsa yıllarını takiben, sanırım 1950’li yılların sonunda, İzmir’de Ege Üniversitesi Nöro-Psikiyatri Kliniği’nde  (o yıllarda Nöroloji ve Psikiyatri ihtisası birleşik, tek bir branş iken sonraki yıllarda ayrılmış ve iki ayrı dal haline gelmiştir) ihtisasa başlamıştır. Yoğun nöbetlerle geçen asistanlık yıllarından sonra, çok saygı duyduğu hocası Prof. Dr. Bedriye Kot Hanımefendi’nin öncülük etmesi ile 1964 yılında, Kanada’da halen oldukça saygın bir Nöroloji Kliniği olan Montreal Neurological Institute’de epilepsi (sara hastalığı) ve EEG (elektroensefalografi-beyin dalgalarının okunup değerlendirilmesi) üzerine iki yıla yakın bir üst eğitim görmüştür. Ülkeye döndükten sonra ise Ege Üniversitesi Nöroloji Kliniği bünyesinde öğretim üyesi olarak çalışmaya başlamış ve Ege Üniversitesi EEG Laboratuarı’nı kurmuştur. Kanada’nın çalışma sistemi, düzeni ve ülkenin gelişmişlik düzeyi babamın üzerinde derin izler ve hayranlık bırakmıştı.

Kanada dönüşünde, İzmir’de mütedeyyin insanların bir araya gelip sosyal hayatta birlikte hareket etmeleri fikrine, merhum Süleyman Karagülle Bey ile öncülük etmişler ve 1967 yılında, Türkiye’de bir ilk olarak Akevler Kooperatifi’ni kurmuşlar, Akevler’in ilk temellerini atmışlardır. Sonradan Ankara ve İstanbul’da da benzer oluşumlara örnek olmuşlar. Yine 1969 yıllarındaki siyasette Bağımsızlar Hareketi’nin başladığı yıllarda merhum Süleyman Karagülle ile birlikte köy köy dolaşarak tebliğ ve siyaset yaptıklarını, hatıraları içerisinde anlatırdı. Hatta aday olan Süleyman Amca’nın köy kahvelerindeki konuşmalarında, “Bana hırsızlar oy vermesin, bana namussuzlar oy vermesin, bana şunlar, şunlar oy vermesin.” şeklinde konuşmalar yaptığını, sonrasında da kimseden oy alamadıklarını gülerek, neşeyle anlatırdı. Rahmetli Necmettin Erbakan önderliğinde önce Milli Nizam sonra Milli Selamet Partisi olarak şekillenen siyasi harekete her zaman gönülden destek verdi, Erbakan Hoca’ya olan saygı ve hürmeti, vefatına kadar hiç azalmadan devam etti.

Necip Fazıl Kısakürek’i, edebiyatçı, şair ve belagat insanı olmasının ötesinde, aksiyon insanı olduğu; tüm Türkiye’yi dolaşıp konferanslar vererek gençlere özgüven aşıladığı, kitleleri harekete geçirdiği için çok severdi. Necmettin Erbakan Hoca’ya ise, akademik ve sosyal hayatta mütedeyyin kimselerin hemen hemen hiç var olmadığı bir dönemde, kendisini gizlemeye hiç gerek durmadan, muhafazakâr ve mukaddesatçı kitlelerin haklarını Müslümanca ve onurlu duruşuyla savunması sebebiyle çok saygı duyardı.

Bana hayatım boyunca en ilginç gelen şeylerden biri, o yıllarda önce on yıl boyunca Akevler Kooperatifi Kurucu Başkanlığı’nı yaptığını, siyasetin yapılanması ile aktif olarak ilgilendiğini ve özellikle Necip Fazıl, Nurettin Topçu gibi kanaat önderlerini çeşitli dernek ve toplantılara davet etmek, konferanslar organize etmek gibi aktif faaliyetler içinde olduğunu bildiğim, öğrendiğim babamı; kendimi bilmeye başladığım onlu yaşlarımdan (1985 ve sonrası) vefatına kadar, herhangi bir topluluk önünde konferansta veya mitingde hatta aile içi düğün veya başka türlü bir faaliyette elinde mikrofonla kitlelere hitap ettiğine şahitlik etmemiş olmamdır. Bunun bilinçli bir tercih ve nefsiyle bir mücadele olduğunu düşünüyorum. Çünkü Ege Üniversitesi’nde talebesi olmuş, her türlü dünya görüşünden kişiler, değişik vesilelerle benim kendisinin oğlu olduğumu öğrendiklerinde, “Hocamız çok güzel ders anlatırdı, hepimiz hayranlıkla dersi izlerdik.” diyerek bana bildirmişlerdir. Yine o yıllara ait birçok öğrencisinden dinlediğim bir husus da 1980 İhtilali öncesinde birçok öğretim üyesi sol ve sağ fraksiyonların engellemeleri nedeniyle ders anlatamazken, babamın derslerinde hiçbir taşkınlık yaşanmadığı hususudur.

Daha sonra, ihtisasım esnasında benim de hocam olan, sol görüşlü bir talebesi, babamın gıyabında beni çok duygulandıran bir eda ile,  “1980 sonrasında öğretim üyeleri üzerinde baskılar artınca Ahmet Hoca’nın askeri vesayet karşısında dimdik duruşuyla biz gurur duymuştuk.” demiş ve “hocama saygı ve hürmetlerimi ilet lütfen!” diye eklemişti.

Çocukluğumda babama dair hatırladıklarım içerisinde en önemlisi, üniversite yıllarında babamın nispeten eve akşamüstü erken geldiği ve eve geldikten sonra bize Kur’an okuttuğudur. Bu konuyu çok önemser ve kendisinin müsait olmadığı zamanlarda rahmetli annemi bu işle vazifelendirirdi. Sonraki yıllarda, Akevler gibi mütedeyyin insanların yaşadığı bir muhitte yaşamanın en güzel avantajlarından biri olarak komşumuz olan birçok Kur’an hocasından bizlere Kur’an okuma dersleri aldırmasıdır. Hem çocuklarının Kur’an okumayı bilmesine hem de evde Kur’an okunmasına çok gayret gösterirdi. Ramazan günlerinde, sabah namazını müteakip evimizi komşulara açar ve evde mukabele okunurdu.

Çocukluğumuzda, zaman zaman teyzemizin Ödemiş Bozdağ’da bulunan bir dağ evine misafir olurduk. Sanırım mecburi emekli edilmesinden önce, bölümdeki hoca ve arkadaşları kendisinin bir süre klinikten uzak kalıp askerlerin dikkatinden kaçınmasını salık verdikleri bir zamanda (1982 yılı olmalı), uzunca bir süre (bir ay kadar) Bozdağ’daki dağ evinde kalmıştık. Burada bizim Kur’an okumamız ile yakinen ilgilenmişti. Hiç unutmadığım bir hatıram ise, uzun tatilin bitiminde İzmir’e dönecek iken bizi bir araya topladı ve orada kaldığımız süre içerisinde herhangi bir komşuya bir borcumuzun olup olmadığını, etraftaki elma bahçelerinden habersiz meyve yiyip yemediğimizi sordu. Ben de bir bahçeden bir elma ısırdığımı, ancak çok ekşi olduğu için yiyemediğimi söyledim. Beni o bahçe sahibine gönderip hakkını helal etmesini istememi söyledi ve utanıp istemememe rağmen bunu bana yaptırdı. Yıllar sonra, aslında o bahçenin sahibi ile çok yakinen tanıştıklarını ve hatta yakın dost olduklarını öğrendim. Demek ki o zaman, yedi yaşındaki oğluna, “kul hakkının önemi” ile ilgili hiç unutamayacağı bir ders vermek istemişti.

1983 Mart ayı itibariyle, askeri rejimin sakalını kesmesi baskısına daha fazla muhatap olmamak adına, yaşının dolmasından çok erken olarak Ege Üniversitesi’nden emekliliğini istedi ve Konak Kemeraltı’nda, pek de muayenehanelerin bulunmadığı bir muhitte muayenehanesini açarak geçiminin temini ile uğraştı. Muayenehanesine giderken şahsi aracını kullanmaz, belediye otobüslerini kullanırdı. Otobüste oturabileceği boş bir koltuk bulursa oturur ve yol boyunca kitabını okurdu. Otobüs dolu olup oturacak bir yer olmadığında ise, yaşına ve sakalına hürmeten kendisine yer takdim edilmesini asla kabul etmez, ayakta seyahat ederdi.

Muayenehane hekimliğini hiç de keyif almadan yaptığının en yakın şahidi, evlatları olarak bizler idik. “Ne iş yapıyorsunuz?” diye soranlara espri ile karışık, ‘’Sağlık esnafıyım’’ derdi. Muayenehane hekimliği yaptığı otuz yıllık dönemde en vazgeçmediği prensibi, muayene ettiği veya EEG çektiği tüm hastalarına fatura kesmesi idi. Yüksek enflasyonun olduğu o yıllarda, vergi kanunu gereği kazancının yarısını, bazen daha fazlasını vergi olarak veriyordu. Kısa sürede, başkalarından fazla kazanmadığı halde fazla vergi verenler içerisine girmişti. Birçok meslektaşı bu hassasiyeti göstermiyordu. Bir gün dayanamayarak sordum, “Baba, bu konuda zorlandığın halde neden bu kadar ısrarcı oluyorsun?” Hiç unutamadığım iki şey söyledi. Birincisi: “Oğlum, biz okuyup doktor olalım diye bu devlet bizim çamaşırımıza kadar her şeyimizi aldı, şimdi de biz ona karşılığını ödemeyelim mi?” dedi. İkincisi ise “Bir gün bir köyden çiftçilik yapan bir hastam geldi, muayene ettim, tam faturasını kesecekken, ‘Hocam, o benim bir işime yaramaz, ben memur değilim çiftçiyim, boşuna kesme.’ dedi. Ben de ona, ‘Ben keseyim de sen sonra istersen çöpe at dedim.” dedi. Bunun üzerine adamcağız merakla sormuş, “Hocam neden bu kadar ısrar ediyorsun?”. Babam da şöyle cevap vermiş: “Yarın köy kahvesinde vatandaşın vergi kaçırması ile ilgili bir sohbet olsa, velev ki ben de sana fiş kesmemiş olsam, sen de söz alıp “Hacısı da vergi kaçırıyor hocası da vergi kaçırıyor, sakallısı da kaçırıyor sakalsızı da kaçırıyor.” der misin yoksa demez misin? diye sormuş. Adamcağız cevap vermiş “Vallahi de derim hocam, billahi de derim hocam!” demiş. Babam da “İşte, sana bunu dedirtmemek için faturamı kesiyorum.” diye cevap vermiş.

Hem vesayet karşısında sakalını kesmeyişinde hem de nefsine çok zor gelmesine karşın, duruşuyla, görünüşüyle, sünnete uygun sakalıyla, bilinirliği ile temsil ettiği Müslüman kimliğin zarar görmemesi adına, acımasız olduğuna hiç şüphe olmayan bir vergi sistemini bahane etmeyerek, ödünsüz bir şekilde vergi kaçırmamaya gayret etmesi; inandığı yolda hiç tereddüt etmeden bedel ödeyebilecek bir ahlaka sahip olduğunun sadece birkaç örneğinden biri idi. Lise yıllarımdan birinde, babamla ikimiz Isparta’dan otobüs ile İzmir’e dönüyorduk. Akşam namazı saati girdi. Muavine seslenerek, namaz için bir yerde beş dakika durmalarını şoföre rica etmelerini söyledi. Şoför ise kurallar gereği duramayacağını söyleyince, Aydın Terminali’ne gelince otobüsten indik, akşam namazını kıldık, yoldan gelen bir başka aracı bekleyip onunla İzmir’e devam ettik. Aslında ilmihal bilgisi çok derindi. Biz seferi idik; pekâlâ namazımızı cem edebileceğimizi veya zaruret kabul edip otobüste oturduğumuz halde kılabileceğimizi bilecek bilgiye sahipti. Ancak Müslüman bir memlekette özgürce namazını kılamıyor olmasına karşı Müslümanca tepki göstermekten, maddi ve manevi olarak bunun bedelini ödemekten hiçbir çekincesi yoktu. Bir de o, gücünün ve imkânının yettiğince her ibadetini sünnete uygun olarak en güzel şekliyle yapmak ister, ruhsatlara sığınmaktan pek hoşlanmazdı.

Namaza olan hassasiyeti oldukça fazla idi. Vakit namazlarını mümkün olduğunca camide kılmaya gayret ederdi. Aslında muayenehanesini de muayenehaneler muhitinden uzak da olsa Kemeraltı’nda açmış olmasının sebebinin, öğle ve ikindi namazlarına cemaate yetişebilme (uzun bir süre vakit namazlarına Kemeraltı Camii’ne gitti, muhtemelen merhum Hafız Ziya Engin Hoca’nın emekli olmasından sonra Hisar Camii’ne devam etti) gayesi olduğunu düşünüyorum.

Hisar Camii demişken, şehrin en köklü camisi olması sebebiyle rahmetli dedemin bayram namazlarını Hisar Camii’nde kılmaya özen gösterdiğini anlatır; kendisi de bu geleneği devam ettirmekte ısrar ederdi. Son kıldığı bayram namazına kadar bu gelenek devam etti ve Hisar Camii’nde eski eş dost arkadaş ile buluşmak, bizler için de bir alışkanlık haline geldi. Yine Cuma namazları için Hisar Camii’ne gitmeye özen gösterirdi. 2013 yılında muayenehanesini kapattıktan sonra onu Cuma namazlarına bizler götürmeye başladık. Bizim bazı arkadaşlarımız ve onun oraya namaza geldiğini bilen bazı dostları da namaz için Hisar’a gelir hem bizim kendi arkadaşlarımızla hem de babamın bazı dostları ile namaz sonrası bir buluşma, küçük bir sohbet ve kahve faslı olurdu. Yaşlılığına bağlı olarak yürüme güçlüğünün artması ile Cuma namazı buluşmalarımızı İlahiyat Fakültesi Camii’nde yapmaya başladık. 2020 yılında yaşanan pandeminin ertesinde (zaten artık merdivenleri çıkmakta çok zorlanmaya başlamıştı) namazları caminin bahçesinde kılmaya başladık ve hastalığının başladığı Aralık 2024’e kadar çok şükür bu geleneğimizi sürdürdük. Tekerlekli sandalye ile onu namaza yetiştirmeye çalıştığımız bir gün kendisinin de yakinen tanıdığı İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyelerinden birisi babama şakayla karışık takılarak şöyle dedi: “Hocam Cuma namazı size farz mı, neden kendinizi böyle zorluyorsunuz?” Oldukça hazırcevap ve nüktedan bir şekilde “Farz olmadığı aşikâr ama namaz vesilesi ile sizin gibi kıymetli hocaları, dostları görüp mutlu oluyoruz, neşeleniyoruz.’’ şeklinde cevap verdi.

Burada belki de vurgulamam gereken önemli bir husus, babamın kendisine cami merkezli bir hayat seçmiş olduğudur. Üniversiteden hekim arkadaşları ile bir arada yaşamayı tercih edebilecekken, o aynı inanç ve pratiği paylaştığı dost ve komşularının olduğu bir muhitte yaşamayı ve çalışmayı tercih etmişti. Kazandığı helal parayı da elinden geldiğince ihtiyaç sahiplerine dağıtmayı kendisine bir vazife bildi. “Oğlum, bol bol sadaka verin çünkü Efendimiz (sav) buyuruyor ki; Sadaka verin, çünkü sadaka belayı def eder.” derdi.

Hadis okumaya karşı özel bir hassasiyeti, öğrendiği sünnetleri uygulamaya karşı hususi bir gayreti vardı. İş hayatında ya da sosyal hayatta bir sıkıntı ile karşılaştığımızda veya bir haksızlığa uğradığımızı düşündüğümüzde bize verdiği öğütler, hep Kur’ani ve Sünnet’e dair düsturlardı. “İyilikle kötülük bir olmaz, Sen kötülüğü iyilik ile sav, o zaman göreceksin ki seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse, kesinlikle sıcak bir dost oluvermiş.” mealindeki Fussilet Suresi 34. ayeti hatırlatırdı.

En hassas olduğu konulardan biri de kurban ibadeti idi. Özellikle büyük şehirlerde kurban kesmenin zorlaşmaya başladığı 1990’lı yıllardan itibaren, cemaat/tarikat ve vakıflar aracılığıyla kurban kesmenin tercih edilir hale gelmeye başlamasına direnircesine, kurbanlarını bizzat kendisi kesti. Buluğ çağına erdikten sonra da bizlere kendi kurbanlarımızı bizzat kendimiz keseceğimiz eğitimi verdi. Gücü yetmemeye başladığında ise kurbanını vekâlet vererek yine bizlere kestirdi. Bugün bu hassasiyet tarafımızdan aynen devam ettirilmektedir. Elhamdülillah.

Evlatlarına karşı müşfik ve her zaman yol gösterici oldu. Hastalığının son zamanlarına kadar dimağı açık ve muhakemesi kuvvetli idi. İzmir ve çevresindeki hemen her cemaat ve tarikata mensup insanlardan yakın dost ve arkadaşları vardı. Hiçbirinin kalbini kırmaz, ancak hemfikir olmadığı her konudaki itirazını delilleriyle dile getirmekten hiç çekinmezdi. Her Cuma günü dostlarına Cuma tebriği telefonları açılır ve keyifli sohbetler yapılırdı. Cuma tebriği telefonları sadece İzmir’deki dostları için değildi; tıp fakültesinde okurken kendisine abilik yapmış çok hürmet ettiği kişiler veya Fatsa’dan edindiği dostlar veya aile büyükleri için de geçerli idi. Bunlar içerisinde çok sayıp hürmet ettiği merhum Op. Dr. Asım Taşer’in ismini anmadan geçemeyeceğim.

Hayatta olduğu sürece, kendisinin yetişmesinde büyük katkısı olan hocası Prof. Dr. Bedriye Kot Hanımefendi’yi de her Cuma arar, halini hatırını sorar; bir öğrencinin öğretmenine gösterdiği kadar, hatta daha fazla hürmet gösterirdi.

Dünya görüşü kendisinden farklı insanlarla da nezaket ve saygı çerçevesinde medeni bir ilişkisi vardı.

Kapısı herkese açıktı. Evimiz,  özellikle bayramlarda eş, dost, akraba, komşu, Tıp Fakültesi’nden öğrencileri, aktivist mücahid gençlerle dolup taşardı. Burada, Afganistan mücahidi ve şehidi Bahattin Yıldız abiyi rahmetle anmadan geçemeyeceğim. Genellikle bayramın son günü, dava arkadaşları bir grup gençle birlikte gelir, babam da kendisinden yaşadıklarını en küçük detayına kadar anlatmasını ister ve ilgiyle onu dinlerdi. Allah kendisine rahmet eylesin. Bu ziyaretlerde en çok dikkatimi çeken, ziyarete gelen kişilerin aileleri, anne-babaları, kardeşleri, çocukları vs. ile ilgili o kadar detaylara hâkim olup hepsini ayrı ayrı sorması idi, bu kadar detayı nasıl akılda tuttuğunu hala hayretle karşılarım. Misafirlerin yaş ve ilgi alanlarına göre, büyük, küçük herkes ile iletişim kurabilecek bir sohbet konusu açar ve biz de oldukça keyifli olan bu sohbetlere şahitlik ederdik.

Çok kitap okurdu, özellikle Millî Mücadele yıllarına ait kitaplar özel ilgi alanıydı. Piyasaya çıkan en güncel kitap ve yayınları takip eder, dikkatle seçip alır, okur, çok beğendiklerini eş dost tanıdıkları ile paylaşır hatta alıp hediye ederdi. Özellikle Hasan Basri Çantay’dan bizzat dinlediği Milli Mücadele’ye dair anıların ipuçlarını, bıkmak usanmak bilmeden bu kitaplarda arardı. Bu hatıralara dair kitaplardan bulduğu delilleri, bayram sohbetlerinde ziyarete gelenlere keyifle, o günleri adeta yeniden yaşıyormuşçasına anlatmaktan büyük keyif alırdı. Bu anıların ve sohbetlerin bir kısmı hafızalarımıza kazınmış durumda; çok şükür, bir kısmının da ses kayıtlarını almış idik. Kendisi bunları derleyip bir kitap haline nedense getirmedi; ancak nasip olursa evlatları olarak bizler gücümüz yettiğince bu hatıraları derlemek niyetindeyiz. Rabbim güç kuvvet verip işimizi kolaylaştırsın inşallah. Âmin.

Babamızın aramızdan ayrılışı bir ayı geçti, günler geçtikçe hasretimiz daha da büyüyor. “Keşke!”ler gün geçtikçe çoğalıyor.

Keşke şu konudaki düşüncesini daha çok sorsaymışız!

Keşke anlattığı hikâyelerin hepsini not alsaymışız!

Keşke her halini videoya çekseymişiz!

Keşke!

Keşke!

Keşke!

Keşke demişken, en çok tekrarladığı Efendimiz’in (sav) bir duasından bahsederek yazımı sona doğru yaklaştırayım.

“Geçmiş için üzülmekten, gelecek için endişe etmekten sana sığınırım Ya Rabbi!” duasını sıklıkla söyler sonra da eklerdi: “İnsanlar bu duayı bilse ve uygulasa depresyona giren ve ilaç kullanan insan kalmaz.”

Benzer bir konuda yine bir Hadis-i Şerif’i sıklıkla tekrarlar, “Havf ve Reca arasında bulunan Mümin, umduğuna kavuşur, korktuğundan emin olur.” der ve Allah’tan hakkıyla korkmak ve ibadetleri yerine getirmek konusunda gayretli olmak gerektiğini ama eksik kalındığında veya kusur işlendiğinde de O’nun rahmetinden asla ümit kesip ye’se düşülmemesi gerektiğini her zaman vurgulardı.

Allah kendisinden ebeden razı olsun. Bizlere de Rabbimizin razı olduğu/olacağı bir hayat yaşamayı nasip etsin. Âmin.

 Selam ve dua ile.