Eski Zamanlarda Hac: 1814 Yılı Haccına Katılmış İsviçreli Seyyah J. Lewis Burckhardt’ın Hicaz ve Hac Gözlemleri

J. L. Burchardt, 18. yüzyıldan itibaren yıldızı iyiden iyiye parlamaya başlayan Batı dünyası adına, genelde Doğu’yu, özelde ise İslam toplumunu ve bu toplumun üzerine dağılmış olduğu toprakları Müslüman kimliği ve kılığıyla dolaşarak keşfetmek ve anlamak isteyen bir seyyahlar grubunun öncülerinden biridir ve bence en ilginç hayat hikâyesine sahip olandır.

Yusuf YAZAR

Yusuf Yazar, Ortadoğu –Değişen Dengeler- (1991), Enerji İlişkileri Bağlamında Türkiye ve Orta Asya Ülkeleri (2011); Ortadoğu’nun Son Yüzyılı (1901-2017) –Ateş Sarmalında Kaosun Yükselişi- (2017); ve Başlangıcından Bugüne Ortadoğu –Önemli Dönüm Noktaları Üzerinden- (2020) kitaplarının yazarıdır.

1784 Lozan’da (İsviçre) doğmuş ve iyi eğitim almış bir genç olarak John Lewis Burckhardt’ın iş arayışıyla gittiği Londra’daki bekleyişi uzun sürmez. İlanını görmüş olduğu Londra merkezli Afrika’nın Keşfini Teşvik İdaresi’ne başvurur ve onlar adına Nijer havzasını inceleyip raporlamak üzere bir Batı Afrika seyahati için kendileriyle anlaşır. Londra’da Arapçanın yanı sıra, kısa süreli de olsa coğrafya, astronomi, kimya, mineroloji ve hatta tıp dersleri alır. Seyahat edecek olduğu bölgenin yerlileri gibi, sıkıntılı ve zor şartlara dayanıklılık elde etmek için fizikî eğitimlere tâbi tutulur. O dönemde dünyanın hükümranı ve efendisi rolünü ve tavrını benimsemiş İngilizler için bu seyahatler, o bölgelere ilişkin bilgilerin tamamlanması için elzemdir.

J. L. Burchardt, 18. yüzyıldan itibaren yıldızı iyiden iyiye parlamaya başlayan Batı dünyası adına, genelde Doğu’yu, özelde ise İslam toplumunu ve bu toplumun üzerine dağılmış olduğu toprakları Müslüman kimliği ve kılığıyla dolaşarak keşfetmek ve anlamak isteyen bir seyyahlar grubunun öncülerinden biridir ve bence en ilginç hayat hikâyesine sahip olandır. Burckhardt, yapacak olduğu, ve önemli ölçüde tehlike içeren seyahatlerinin ilk adımı olarak, 2 Mart 1809’da varmış olduğu Malta’da (Akdeniz) hazırlıklarını tamamlar. Avrupa’da Johann Ludwig ya da Jean Louis olarak da bilinen seyyahımız, Malta’da Hacı İbrahim İbn Abdullah ismini alır. Müslüman bir tacir kıyafetine bürünür. Arapçasını geliştirmeye çalışırken, Müslümanlar ve Müslümanlık üzerine incelemeleri de derinleştirir. Ve nihayet, Malta’dan gemiyle yola çıkarak Tarsus ve Hatay’a da uğrayarak gelmiş olduğu Suriye’de (Mayıs 1810, Halep) asıl macerası başlar. Aslında kendisine verilen görev, Afrika’da Sahra ötesine, Mali taraflarına gitmek; yalnızca coğrafyaya ilişkin değil, aynı zamanda oralarda yaşayan topluluklara ve hayat tarzlarına ilişkin de tespitlerde bulunmak ve Nijer Nehri’nin güzergâh ile kaynağı hakkında bilgi edinmektir. Güzergâhını Mısır’dan başlayarak belli bir yolu takip ederek Fizan üzerinden Sahra çölünü güneybatı istikametinde geçip Nijer Nehri’nin yakınında (onun kuzeyinde) bulunan Timbuktu’ya (Mali) doğru giden bir çizgi olarak belirler. Bu arada, kendisine verilmiş görev Hicaz topraklarında seyahat etmek ve gözlemyapmak değildir; Burchardt bunu, daha sonra gelişen şartlar çerçevesinde kendisi inisiyatif kullanarak yapmıştır. Suriye’den başlamasının sebebi, bir Batılı olarak Hristiyanlar açısından da kutsal addedilen bu çevrede (Suriye ve Filistin topraklarında) hem fazla dikkat çekmeyeceğinden – bu bölgede kalabalık denilebilecek sayıda bir Avrupalı topluluk bulunmaktadır- ve hem de Arapçasını ve İslâmî ilimlere olan vukufunu geliştirmek için daha uygun bir zemin bulacağını düşünmüş olmasındandır. Bu arada Doğulu yaşam tarzlarına da  alışacaktır. Suriye’ye vardığında sakallıdır, üzerinde yörede yadırganmayacak kıyafetler vardır. Burada bulunduğu süre içerisinde Suriye’nin belli kısımlarına, Kudüs çevresine seyahatleri olur, bu seyahatleri sırasında coğrafyayı, topoğrafyayı, toplumu oluşturan unsurları gözlemler; hatta keşiflerde bulunur: Ölü Deniz ile Akabe arasında yer alan birçok kadîm İbranî yerleşim yeri ve Petra antik kentinin (Nebatîlerin başkentiydi) bulunduğu yer onun tarafından keşf ve tespit edilmiştir. 

Suriye ve Kudüs çevresindeki seyahatleri, 1812 Eylül’ünde Kahire’ye varışıyla tamamlanır. Asıl hedefi olan güzergâh yönüne gidecek bir kervanın ortalıkta görünmemesi  üzerine, bir başka seyahate niyetlenerek 1813 ilkbaharında Kahire’den Nil Nehri boyunca güneye, Sudan’a doğru deve sırtında uzun bir seyahate çıkar. Bu seyahati sonunda, 6 Temmuz 1814 tarihinde Sudan’da bulunan Sevakin şehrine gelir[1]. Dönemin valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın henüz Osmanlı’ya bağlı olduğu ve Osmanlı adına hareket ettiği dönemde, Mısır ve çevresinde  onun ve oğullarının hükmü sürmektedir. Mısır topraklarında vebanın ciddî bir biçimde etkin olduğu haberlerinin de etkisiyle ve Hac döneminin (Kasım 23, 1814) yaklaşmış oluşunu da dikkate alarak talimatlandırılmış olduğu güzergâhın dışına çıkıp Sevakin’den Cidde’ye geçmeyi ve Kahire’ye Kızıldeniz’in diğer kıyısı üzerinden dönmeyi planlar. Bu sayede Hicaz bölgesini görecek ve Müslümanlarla birlikte büyük Hac olayını içinden yaşayıp gözlemleyecek ve ardından kuzeye yönelerek Medine üzerinden Kahire’ye dönüp Sahra yolculuğu için imkân kollayacaktır. On gün süren sıkıntılı bir yolculukla Cidde’ye ulaşır (18 Temmuz 1814). 

Mâlî açıdan zor durumda kalmış olduğundan yardım temini için önce Taif’e gider. Burada, büyük Vehhabi isyanını bastırmak üzere karargâh kurmuş olan Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın yanına gider;  bir süre orada kalır, Paşa’nın sohbet meclislerine katılır ve Paşa’nın yakın ilgisinin muhatabı olacaktır. Seyyahımız, Mekke’de hac ibadetinin gereklerini yerine getirdikten sonra (Kasım, 1814), yol güvenliği nedeniyle bir süre bekleyerek kervanla 11 gün süren bir yolculukla Medine’ye ulaşır. Daha sonra ise Yanbu üzerinden Kahire’ye döner (Mayıs 1815 sonu).

1800’lerin başlarına kadar çevre şartlarının, iletişim ve ulaşım imkan ve tarzlarının; ekilip biçilenin, yiyilip içilenin ve genelde hayat tarzının, Asr-ı Saadet’teki yaşayış tarzına göre çok farklılaşmamış olduğu varsayıldığında, Burchardt’ın gözlemleri, Hicaz bölgesine belli bir hassasiyetle bakan mümin idraki açısından belli bir önem kazanır. Burchardt’ın seyahatlerini gerçekleştirip gözlemlerini yazmış olduğu yıllar, tüfeğin icat olup mertliğin bozulduğu dönemler gibi görünse de ulaşım ve iletişimin eski, kadîm düzen içinde sürmektedir. Örneğin, gemiler henüz yelkenlidir ve rüzgâr gücüyle yol almaktadır. Buharlı makine, telgrafve elektrik henüz günlük hayatı farklılaştırmış değildir. Bölgede, modern hayatın en belirleyici unsur ya da alametlerinden birisi olan bankacılık adına bir kuruluşun zuhur etmesi içinse vakit henüz erkendir. Dahası, bölgede para olarak kullanılmak üzere banknot bile henüz kullanımda değildir. Bölgede petrolün kokusunun alınması için ise bir yüzyıl daha geçmesi gerekecektir. Modern inşa zihniyetinin hizmetindeki makine gücü de henüz ortaya çıkmamıştır. Dolayısıyla, Mekke ve Medine’nin coğrafyası ve topoğrafyası henüz talan edilmemiştir.

Dönem, dünyada İngilizlerin hükmünün geçtiği yıllardır. Bu arada Rusya da varlığını ve gücünü ciddî biçimde hissettirmeye başlamıştır. ABD ise henüz kendi varoluş mücadelesi içindedir. Her ne kadar bağımsızlık 1776 yılında kazanılmış olsa da eyaletler arası ciddi çekişmeler söz konusudur ve bu, ileride iç savaşa yol açacaktır (1861-1865). ABD, ancak ondan sonra bir dünya gücü olarak varlığını hissettirmeye başlayabilecektir. Osmanlı Devleti’nin ciddi biçimde kan kaybettiği aşikâr hâle gelmiştir; ancak henüz kalemi kırılmamıştır. Bu kan kaybedişinin en önemli yansımalarından biri,  kısa bir süre sonra yaşanacak olan Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa ve oğullarının isyanının (1831) bastırılamayışı ve Kütahya’ya kadar ilerleyerek payitahtı tehdit etmeleridir. Bilindiği gibi, bu tehdit ancak Rusların ve İngilizlerin müdahalesiyle ve Kavalalı’nın taleplerinin büyük ölçüde kabul edilmesiyle bertaraf edilebilecektir (1833).

Seyahatin gerçekleşmiş olduğu dönemde, Osmanlı’nın bölgede yol güvenliğini önceleyen ve kabile bölgelerine, onların içişlerine karışmayan bir yönetim şekli vardır. Bu durum,  Osmanlı’nın bölgede o dönemde hissettirebileceği güç düzeyini de gösterir. Valiler/paşalar ise yalnızca kabileler arası bir sorun ya da konu olduğunda devreye girer.

Hac güzergâhının güvenliğini sağlamak esastır. Her yıl, törenlerle İstanbul’dan yolcu edilen büyük hac kervanı ve Surre Alayı’yla birlikte Hicaz bölgesine tahsisat ve hediyelerinin yanı sıra, hac kervanının güzergâhı üzerinde bulunan bölgelere hükmeden kabilelere de yıllık tahsisat –haraç- gönderilir. Mukabilinde,  o kabilenin kendi bölgelerinde hac kervanının güvenliğini sağladığı varsayılır. Yazarımız, bazı kaynaklardan naklen, büyük hac kafilesiyle Bedevî kabilelere yıllık 15-17 bin altın haraç verildiği bilgisini paylaşır. Bu haraç ödemesinin yapılmak istenmediği yıllarda, güzergâh üzerindeki kabile topraklarında büyük gece baskınları (yolculuk geceleri yapılmaktadır) yaşanmış, hac kervanında bulunan hacı adayları büyük kayıplar vermiştir. (1632, 1670, 1671, 1695, 1757 yıllarında kervanlara yapılan gece baskınları buna örnektir. Bu baskınların bazısında binlerce hacının canından ve malından olduğu kayıtlara geçmiştir). Bu durum,  en azından son iki yüz yıl içinde Osmanlı payitahtının bölgeye olan hâkimiyetinin boyutlarını anlamaya katkı sağlayacak bir bilgidir.

O dönemde hac, hacı adaylarının Hicaz bölgesine ulaştırılmaları bağlamında büyük organizasyondur. Büyük hac kervanı (İstanbul, Anadolu, Kafkaslar Afganistan ve Orta Asya’dan gelenlerin de katılımıyla) nihaî şeklini Şam’da alır. Şam, bir toplanma yeri ve nihaî hazırlıkların yapıldığı yerdir. Burada develer değiştirilecektir; bölge kabilelerinden, Hicaz yolculuğunun şartlarına uygun nitelikte yeni deve sürüleri tedarik edilir (kiralamayla). Genellikle emrindeki bir süvari birliğiyle Şam Paşa’sının Hac Emîri olarak müzahir olduğu kervan, 40-50 bin hacı adayından (bazı yıllar daha fazla) oluşan (binekli ya da yaya)  ve binek ve taşıma aracı olarak daha büyük sayıda deveden ve küçük bir muhafız süvari birliğinden oluşur. Yolculuklar, hac takvimine göre belirlenmiş şekilde geceleri yapılır. Güzergâh üzerindeki istasyonlar bellidir. Pabu istasyonlarda erzak ve su temini hazırlıklar önceden yapılmış durumdadır. Bu hazırlıklar ve güzergâhın kullanımı, yılınyaklaşıkaltı-yedi ayına yayılır.

Burchardt’ın Hicaz seyahati dönemi, Mekke ve Medine’de ve çevrelerinde Vehhabî işgalinin ve vahşetinin yaşanmış olduğu 8 yılın (1805-1813) hemen sonrasındaki dönemdir. Söz konusu dönemi kapsayan 10 yıl boyunca dışarıdan hac kervanları buralara gelememiş olduğu gibi, Türkiye’den Hicaz’a gönderilen yıllık tahsisatlar ve hediyeler de (Surre)  gönderilememiştir. Mekke ve Medine, ekonomik olarak bundan ciddî şekilde etkilenmiş durumdadır. Özetle, Hicaz bölgesinde egemenlik bağlamında bir kırılma vuku bulmuştur. (Sonraki iki yüzyıldaki gelişmeler, bu kırılmanın giderek derinleşeceğini  gösterecektir). İşgalin getirdiği yıkım ve vahşete ilave olarak, özellikle Cidde ve Yanbu şehirlerinde büyük nüfus kırımlarına yol açan veba ve başka salgın hastalıklar da yaşanmıştır.  İşgal ve savaş nedeniyle idarî sistemde oluşmuş olan otorite boşluğu ve zaafları, Burchardt’ın Hicaz’da bulunduğu yıllarda da belli ölçüde devam etmektedir. Vehhabîlerle olan savaş, Burchardt’ın seyahati yıllarında Arabistan’ın diğer bölgelerinde hâlâ sürmektedir; dolayısıyla doğuda Necid’de kökleşen kalkışmanın sebep olduğu kargaşa tümüyle geçmiş değildir (ve tam olarak hiçbir zaman da geçmeyecektir). Ve zaten Hicaz dışına püskürtülmüş ve bastırılmış gibi görünse de Vehhabîliğin temsilcisi olarak görülen, Necid kökenli Suud ailesiyle özdeşleşmiş hareket, sonraki on yıllar içerisinde giderek topyekûn ve Batı destekli bir siyasî harekete dönüşecektir ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında Batılı güçlerin teyit ve desteğiyle tüm Arabistan’da egemenliği elde etme imkânı bulacaktır. Tüm tutumlarını benimsemiyor görünse de, Burchardt’ın o günlerdeki gözlemi, askerî anlamda yenilgiye uğratılıp bastırılmış görünen Necid kökenli Suud hareketinin uzun vadede o bölgede gelecek sahibi olduğu izlenimini yansıtır.

Seyyahımız Kahire’ye döndükten sonra Nijerya tarafına gidecek bir kervan beklemeye başlar. Bu bekleyiş sırasında, Kahire’de yeniden görülen veba hastalığından korunma amacını da gözeterek, üç ay sürecek (1816 baharında) bir Sina turu gerçekleştirir ve  bölgedeki bedevî kabilelerini yakından tanır. Nihayet, 1817 Nisan’ında beklediği kervanın harekete hazır olduğu haberi gelir, ama o ağır bir hastalığa (dizanteriye) yakalanmıştır. Kader, kervanın ve onun göç güzergâhlarını ayrı belirlemiştir. 15 Ekim 1817’de aldığı davet, ömür sermayesinin tükendiğine işaret etmektedir. Kendisinin cenazesiyle, Müslüman âdetlerine göre Türklerin meşgul olmasını vasiyet eder. Vasiyeti yerine getirilir, Kahire’de Müslüman mezarlığına defnedilir.  Kabri başındaki mezar taşındaki kitabede kendisi Müslüman olarak nitelenmektedir.

            Bu kitapta, özel olarak o dönem Hicaz coğrafyasına, genel olarak ise Arap Yarımadası’na ilişkin değerli ve ayrıntılı gözlemler yer almaktadır. Burckhardt, hem coğrafyasına hem de yöre halklarına dair;  ayrıca hac için gelen farklı yerlerden insanlara, Mekke ve Medine gibi bizim için özen anlamlar taşıyan şehirlere,  Cidde, Taif ve Yanbu gibi kentlere ve Hicaz’ın sınırları içindeki diğer bölgelere ilişkin özgün gözlemler sunmaktadır. Bu gözlemler; kimlerin hangi kalitede tütün içtiğinden, günde ortalama kaç fincan kahve tüketildiğine; temel gıda maddelerinden, Mekke’deki su kuyularının sayısına;  şehrin içme suyunun nereden ve nasıl temin edildiğinden, tarihte yaşanmış sel felaketlerinin boyutlarına; farklı kökenlerden toplulukların ticarî faaliyetlerdeki konumuna, ahlaki tutumlarına ve erzak   fiyatlarına kadar geniş bir yelpazeye yayılmaktadır. Ayrıca özelde Mekke ve Medine, genelde ise Hicaz bölgesinde karşılaşılan karakteristik sağlık sorunlarına dair detaylı değerlendirmeler de yer almaktadır. Burckhardt, bu değerlendirmeleri aktarırken konuyla ilgili tanınmış tarihçilerin görüşlerine de zaman zaman yer verir. Ayrıca, Mısır ve Suriye gibi bölgeleri de yakından gözlemlemiş birisi olarak, gerekli gördüğü yerlerde bu bölgelerle karşılaştırmalar yapmaktadır. 

Yazımızın bu safhasında – dergide ayrılabilecek yerin sınırlı olacağını da dikkate alarak –   Burchardt’ın ilginç ve dikkate değer bulduğumuz bazı gözlem ve tespitlerini kısa notlar hâlinde sıralamayı uygun buluyoruz.

Burchardt, Hicaz’da mukim olanlar  (özellikle de yerli Araplar) için günde 30,40 hatta 50 fincan kahve içmenin çok anormal olmadığını belirtir. Yemen’e (Moha) doğru güneye gidildikçe bu miktarın daha da arttığını söyler. Seyyahımızın tespitlerine göre, Hicaz bölgesinde kahvehaneler oldukça yaygındır; hac güzergâhları üzerinde kulübe tipi küçük kafelere rastlamak ise nadir bir durum değildir.

Yazarımız, Cidde ve Mekke’deki Eşek (merkep) sayısının çokluğuna işaret eder. O günlerde bölgede eşekler çok işlevsel kullanılmaktaydı. Örneğin, Cidde ile Mekke arasında eşek kervanları varmış (muhtemelen mesafe çok uzun olmadığından; yaklaşık 45 km). Posta işleri bu hayvanlara emanet edildi. Eşek kervanı akşam yola çıkar, sabaha Mekke’ye ya da ters istikamette Cidde’ye ulaşırdı. 

Seyyahımız, Taif – Mekke yolu üzerindeki Numan Vadisi’nde, sel dolayısıyla 1,5 metre derinliğinde su biriktiğine bizzat tanık olmuştur. Benzer durumların Medine çevresinde de zaman zaman yaşandığı bilinmektedir.  Seyyahımızın Mekke’nin Tarihi kitabından aktardığına göre, büyük sel felaketlerinden biri olan 1612 yılı selinde Kâbe yıkılmıştır (daha sonra yeniden inşa edilmemiştir). Bu selde Mekke’de 500 kişinin boğularak hayatını kaybettiği rivayet olduğu edilmektedir.

Seyyahımız, hurmaya ilişkin çeşitli gözlem ve tespitlerde bulunur. Arap Yarımadası’nda 130 hurma ağacı cinsinin bulunduğunu ve Arap mutfağında 30 çeşit hurma yemeği yapıldığını ifade eder. Tereyağında hurma kızartması bunlardan birisidir. Ayrıca hurmanın hiçbir kısmının ziyan edilmediğini; çekirdeğinin öğütülerek ya da ıslatılıp yumuşatılarak develer için hayvan yemi olarak kullanıldığını belirtir. Hurma çekirdeği alıp satan dükkânların varlığından söz eder. Öte yandan, Arap Yarımadası’nda buğdayın az bulunduğunu ve pek de bilinmediğini;  buna karşılık daha yaygın olarak arpanın ve özellikle “durra”  (karabuğday) türünün bilindiğini aktarır. Arap mutfağına dair bir bilgi olarak en temel yiyecek malzemelerini tereyağı, bal, pirinç, mısır, hurma olarak sıralar.

Afganistan’dan Mekke’ye yaya olarak gelen yaşlı bir hacıdan söz eder; Kabil-Mekke arası yaklaşık 4500 km’dir Bu tür zahmetli seyahatlerle hac yapan hacı adayları, çoğunlukla bir hac döneminde gelir, sonraki hac döneminde dönerlerdi. Bu bağlamda yazarımız, özellikle Afrikalı hacı adaylarını sitayişle zikreder.

Yazarımız, tarihî bir olaya da değinerek Medine’de, Mescid-i Nebî’ye bitişik evlerden birinin duvarı altından Hz. Peygamber’in kabrinin de içinde bulunduğu hücreye tünel kazan Hristiyanlardan söz eder. İspanyol kralının emriyle gelen bu kişiler yakalanarak idam edilmiştir.

Vehhabilerin, özellikle Mescid-i Haram’da (Mekke) bulunan birçok önemli kitabı alıp götürmüş (Deriye’ye) olduklarını not eder. (Vehhabilerin aynı şekilde, Şam’dan, Mekke’den, Kahire’den de kitap topladıklarını vurgular). Dolayısıyla, Vehhabi işgali sonrasında Mekke ve Medine kütüphaneleri kitap fakiri durumuna düşer.

 Bu arada, Burchardt’ın, hadis, tefsir, fıkıh ve tarih alanlarında 300’den fazla çok değerli yazma eser topladığı ve bunları Cambridge Üniversitesi’ne bağışladığı da bilinmektedir.

Tarihî bir bilgi olarak, Karmatîler’in H.314 (M. 926) yılında Mekke’yi ele geçirdikleri, 50 bin kişiyi öldürdükleri ve Hacer’ül Esved’i alıp götürdükleri (ve daha sonra iade etmiş oldukları) bilgisini de nakleder. Seyyahımız olayın sebep ve sonuçları üzerine olan yorumları da zikreder. Kâbe’yi hedef alışı itibariyle benzer bir tarihi olay olarak, Hz. Peygamber’in vefat tarihinden 60 yıl sonra Mekke ve Kâbe’nin mancınıklarla Emevî hânedanından Abdülmelik’in komutanı Haccâc kuvvetlerinin saldırısına uğrayışı da zikrettiği bir diğer olaydır.

Seyyahımızın tespitine göre, onun seyahat döneminde Mekke’de yalnızca 3 Kureyşli aile bulunmaktaymış. Geriye kalanların bir kısmının nesilleri tükenmiş (savaşlarla, vd.), bir kısmı da başka memleketlere (Suriye, Irak, Horasan, Türkistan, vd.) dağılmış.

Mekke ve Medinelilerin, giyim tarzları bakımından dahi bir ölçüde farklı olduklarını vurgular. Medine’de Türk etkisi vardır. Mekke çok daha fazla ticaret odaklı ve zengin bir şehirdir. Ayrıca, Mekke’de ziraat pek görünmezken, Medine’de ciddi ölçekte tarım yapılmaktadır. Yazarımız, içmek için uygun olmasa da, Mekke’nin yer altı suyu açısından zengin olduğunu söyler. 20-30 metreden çıkan bu su hafifçe acımsıdır; yine de ziraat yapımı için uygundur. Yazarımızın gözlemi, Mekkelilerin ziraata iyi gözle bakmadıkları şeklindedir; onlar ticaret odaklıdırlar; ve zaten sonuçta da, hac odaklı kolay ticaretten dolayı yozlaşmış durumdadırlar, tarım yapmayı kendilerine yakışmayan düşük mertebeli bir uğraş olarak görmektedirler.

Yazarımız, Mekke’de çok sayıda dilenci bulunduğunu gözler. Medine’de ise bu sayının çok daha az olduğunu belirtir. Hac döneminde Mekke’ye, Arabistan içinden ve dışından (ağırlıklı olarak Hindistan’dan, Yemen’den, vd.) dilenci ve hırsız akını olduğunu da vurgular.

Cidde, Medine, Taif, Yanbu surlarla çevrilidir. Mekke çevresi ise surla çevrili değildir; zaten topoğrafya yapısı da buna uygun bir yapıda değildir.

Mekke ve Medine’de gayrimüslimlerin bulunmasına izin verilmez. Cidde de ise, ticaret amacıyla çok sayıda Hristiyan bulunsa da içlerinden biri vefat ettiğinde, bu kişilerin cenazeleri o topraklara değil, Kızıldeniz’deki bir adaya defnedilir. 

Kahve ticareti, o dönemin en önemli ticaret kalemlerindendir. Bu ticaret özellikle Kızıl deniz üzerinden yapılmaktadır Yemen’den ve Hindistan’dan Hicaz’a ve Mısır’a ve oradan da Türkiye’ye ulaştırılmaktadır.

Arap olmayan yerleşiklerin ya da hacı adaylarının Hicaz bölgesinde yaptıkları işlerden söz ederken, Cidde’de bir İranlının mühürcü dükkânı açmış olduğunu söyler. Bu kişinin yaptığı iş, hacı adaylarının mühürlerine isimlerinin başına bir ‘el-Hac’ koymakmış. Hacılar, memleketlerine dönmeden bu unvanı mühürlerine kazımak isterlermiş. Türklerden söz ederken, bir Türk Hacının paraya sıkıştığında saatini, kılıcını (bazen de tabanca) ve el yazması kuranı kerimini sattığını belirtir. Pazarda bunlar bol bulunurmuş. Seyyahımız, sarraflıkla (ve para işleriyle) meşgul olanların daha önceleri Yahudiler olduğunu (esas olarak Cidde’de), ama Şerif Sürur döneminde onların Hicaz’dan sürülmüş olduklarını belirtir.  Ondan sonra bu işi Ciddeliler yapar olmuş. Tıp ve ecza faaliyetlerinin Hintliler tarafından sürdürüldüğünü, dağdan odun taşıma, odun kesme ve diğer ağır işlerde ise Afrikalıların çalıştığını belirtir; Afrikalıların asla dilenmediklerini ve dönüş masraflarını çıkarmak için en ağır işlere talip olduklarını ve genellikle, memleketlerine dönüş parası biriktirmek için bir sonraki hac dönemine kadar Hicaz topraklarındaki kalışlarını sürdürdüklerini ifade eder.

Burchardt, değerlendirmelerini yalnızca Hicaz bölgesiyle sınırlı tutmaz; Arap Yarımadası’nın Hicaz dışındaki bölgelerinin coğrafi yapısına ve buralarda yaşayan topluluklara dair de bilgiler sunar. Seyahatnamenin sonunda görülen farklı konulardaki (Hac kervanlarının o gün izlediği güzergâhlardan farklı bölge ve ülkelerde konuşulan Arapça lehçelerine ilişkin değerlendirmelere kadar) kitabın sonuna eklediği birçok metin dikkate değer bilgiler sunar.

Burchardt, Arapçanın hangi yörede daha saf ve fasih konuşulduğu konusunda da değerlendirmelerde bulunur. ‘Filolojik Gözlemler’ başlığı altındaki ekte kayda değer tespitler yer alır. Örneğin, genel dilin saflığı açısından, Mekke çevresinde bulunan Fehm ve Huzeyl kabileleri mensuplarının kullandığı dili saflık açısından en saf Arapça olarak tespit eder. Mekke’deki sıradan halkın konuştuğu Arapçada bile benzer bir saflığı görür. Telaffuz açısından Hicaz halkının (özellikle Mekkelilerin) telaffuzunu ilk sıraya alır, Bağdatlıların ve Yemenlilerin telaffuzunu ikinci sıraya yerleştirir. Mısırlıların telaffuzunun daha düzgün olduğunu belirtir. Bu sıralamayı, Şamlılar ve Haleplilerin öne çıktığı Suriyelilerin Arapçası izler.

Bu sıralamış olduklarımıza ilaveten şunlar da söylenebilir: Seyyahımız, Cidde ve Taif’e ve Haccın ifasına ve haccın vecibelerinin yerine getirildiği yerlere (Mescid-i Haram, Arafat, Mina, Müzdelife, vd.) ve daha sonra da Medine ve çevresinde bulunan yerlere yaptığı ziyaretlere, buralarda ve bu merkezler arasında yapmış olduğu yolculuklara ve buralarda mukîm ya da misafir (ziyaretçi) olarak bulunan Müslüman toplulukların tutumlarına dair gözlemlerde bulunur, neyi nasıl yaptıklarını not eder, kendi bildikleri ve bakış açısı çerçevesinde değerlendirir. Değerlendirmeleri zaman zaman rasyonalist bir Batılı edası iledir ve tabii ki bu değerlendirmelerin bazıları bizim açımızdan çok kayda değer ya da kabul edilebilir görünmez. Bu arada, Müslümanların haccın rükünlerini ne kadar titiz bir şekilde yerine getirip getirmediklerine dair de kendince değerlendirmeler yapar ve bu değerlendirmeleri hacı adaylarının çoğunluğu için çok da olumlu değildir. Ama bu seyahat notları tabii ki, haccın (ya da bir diğer ibadetin) nasıl yapılacağının öğrenileceği bir metin değildir ve zaten bu notlar bu açıdan yer yer eksik ve kusurludur .

Burchardt, Mekke ve Medine’deki günlük yaşama dair gözlemlerini aktarırken, bazı kötü fiil ve tutumların yaygınlığına dikkat çeker. Onun bu gözlem ve kanaatlerinin ne kadar ciddiye alınmalıdır, bunu değerlendirmek bugün için oldukça zordur. Aslında bu kötü fiil ve tutumlar ve hakikat duyarlığındaki körelme ve hakikat karşısında körleşme Müslümanların hükmettiği düşünülen coğrafyalarda belki de tarihî kayıtlarda yansıyandan daha da fazla yaygındı. Bilinen şey ise,  o dönemde İslam toplumlarında keskin bir tefessühün belirgin hâle gelmiş olduğuydu. Dolayısıyla, bu tarz kötü fiillerin ve yozlaşmayı besleyen ahlaki tutumların, Burchardt’ın seyahati döneminde gerçekten de fark edilir düzeyde yaygınlaşmış olması kuvvetle muhtemeldir.

(Mezar taşındaki Arapça kısmın Latin harfleriyle yazılışıysa şöyledir: “Bismillahirrahmanirrahim / Hünâ merkadü’r rehhaletü’s sivis / eş-Şeyh İbrahim el-Mehdî / Velid m. 1199 Bazel / Teveffa m. 1232 fi Kahire”)

(Mezar taşındaki Arapça kısmın Latin harfleriyle yazılışıysa şöyledir: “Bismillahirrahmanirrahim / Hünâ merkadü’r rehhaletü’s sivis / eş-Şeyh İbrahim el-Mehdî / Velid m. 1199 Bazel / Teveffa m. 1232 fi Kahire”)


[1] Her bölgeye yaptığı bu uzun süreli ve kapsamlı seyahatleri sırasında gözlemlerini ve düşüncelerini yansıtmış olduğu notları kendisinin ölümü sonrasında bağımsız kitaplar olarak yayınlanmıştır. Arabistan Seyahatleri bunlardan birisidir.


[1] Arabistan Seyahatleri, John L. Burckhardt, Büyüyenay Yayınları.