Mezar Taşından Öğrendim!

Yoldan geçerken girdiğim bu mezarlıkta derin bir sessizlik, mutlak sükûnet vardı. Ağaçların dallarında kuşlar, kendi besteledikleri şarkılarıyla zaman zaman bu sessizliği delmeye çalışıyordu.

Cemal BALIBEY

Mayısın ortasıydı, Topkapı’dan kitap alıp Fatih’e dönüyordum. Her zaman gittiğim yoldan gitmek varken, yol biraz uzasa da değişiklik olsun dedim, farklı bir yoldan gitmek istedim. Yolumun üzerindeki Çamlık Mezarlığı’na girdim. Mezarlar arasında gezinerek yürümek bana derin bir tefekkür fırsatı sunabilirdi. Rengarenk güllerin ve kara gözlü gelinciklerin tam mevsimiydi. Topraktan yeni bitmiş gelincikler, kırmızı bir duvak gibi salınarak maveraya sessizce selam gönderiyordu. Endamlı serviler, taze açmış kokulu güller ve mezarlar üzerindeki renk renk hüdayinabit çiçekler ayrı bir güzeldi.


Yoldan geçerken girdiğim bu mezarlıkta derin bir sessizlik, mutlak sükûnet vardı. İçinde yorulduğumuz bu dünyadan bir an kopmuştum. Ağaçların dallarında kuşlar, kendi besteledikleri şarkılarıyla zaman zaman bu sessizliği delmeye çalışıyordu. Duyulan tek şey ise servileri okşayan rüzgârın iniltisine eşlik eden kuşların cıvıltısıydı. Kuşlar şehrin merkezini terk ederek mezarlığa sığınmışlardı sanki.


Mezarlığa tali bir kapıdan girmiştim. Cenazeler yan yana çok sık defnedildiğinden bir müddet mezarların daracık aralarında zar zor, sekercesine yürüdüm. Biraz ilerleyince daha geniş bir alana çıktım. Burası, ana kapıdan mezarlığa girecek olan cenaze arabalarının daha içerlere rahatça ulaşabilmesi için yapılan bir yoldu. Orada bir kenara çöküp sessizliği dinlemek istedim. Oturduğum yerden etrafa bakındığımda o kadar mezar arasından biri dikkatimi çekti. Karşıma çıkan taşın üzerinde “Yiğit İlkus” yazıyordu. Bu isim bana hiç yabancı gelmedi. O kadar tanıdıktı ki, telefon rehberimi kontrol etmek ihtiyacı duydum, fakat bu isim yoktu. Hafızamı yokladım, birden ismi hatırladım. Büyük bir şaşkınlık yaşadım. Evet, bu bizim Yiğit olabilirdi.


Sessiz Bir Veda


Bir duygu sarmalının içine düştüm. Beklenmedik bir anda kendimi kör kuyuda bulmuş gibi hissettim. Mezarın başında dikilip kaldım. Gerçekten bu mezarda yatan bizim Yiğit mi, isim benzerliği mi diye doğum ve ölüm tarihlerine baktım: 1971-2022, iki yıl önce defnedilmiş. Yiğit’imiz ölmüş müydü, biz nasıl duymamıştık? Elbette dünya kimseye kalmayacak, gelen gidecek, konan göçecekti. Ama yine de bir umut, bir ışık beklemekten kendimi alamamıştım.


Emin olmak için hemen dönemdaşı hem de yakın arkadaşı olan Ahmedi Mahmut’u aradım. O da, tam hatırlamamakla birlikte, bir zaman önce bu konuda Özkan’ın bir mesaj paylaştığından bahsetti. Bu defa Özkan’ı aradım. Üçünün de ortak bir arkadaşı Yiğit’i sormak için annesini aradığında Yiğit’in öldüğünü öğrenmiş. Özkan da bunu arkadaşından duymuş. Hepsi bu kadardı. Meğer kardeşimiz pılını pırtısını alıp çoktan gitmişti bu dünyadan. Fakülte yıllarında kalabalık bir grup arkadaşıyla çektirdiği fotoğraf karesinden eksilen üçüncü kişi o olmuştu.


Ne kadar acıtıcı bir keşifti benimkisi! O âna kadar hiçbir mezar taşını bu kadar dikkatle okumamıştım. Bu tevafuk, sebeplerini bilmediğimiz, nedenine akıl erdiremediğimiz ilahi bir tecelliydi belki. Vakt-i saati gelmiş, bir işaret sunulmuştu demekki… Sanki Yiğit, oradan geçerken beni çağırmış ve mezar taşını okumamı istemişti. Yıllar önce tanıdığım bir kardeşimin mezarı ile ansızın karşılaşmış ve afallamıştım. Kelimelerim ağzımın içinde ufalanmış, dudaklarımdan “Yiğidim, kardeşim burda yatıyor!” sözleri acı bir ağıt gibi dökülüvermişti.


Uzun bir süre mezarı başında kalakalmıştım. İçim bir garip olmuş, şaşkınlık bütün benliğimi esir almıştı. Büyük şair Yunus Emre’nin dizeleri gelip yerleşmişti yüreğime:
“Bir garip ölmüş diyeler/ Üç günden sonra duyalar/ Soğuk su ile yuyalar/ Şöyle garip bencileyin.”
Bir an onunla ilgili düşünceler hücum etti zihnime. Kardeşimizin fakültedeki hatıraları hâlâ capcanlıydı; daha silinmemişti bile. Gözlerimi şöyle bir kapattım; Yiğit’in kıvırcık, kabarık saçları, geniş alınlı sevimli yüzü gözümün önünde belirdi. Hüzünlü, acı bir tebessüm yayıldı yüzüme. Gözlerim ıslanmıştı. Etrafımı adeta bir sis bulutu kaplamış, ben de onun içinde kalakalmıştım. Hatıralar ağır ağır çöktü üzerime.


Yönünü Kıbleye Çevirmişti


Yiğit, 90’lı yıllarda Orman Fakültesi öğrencisiydi. Hatırladığım kadarıyla astım hastaydı ve ufak tefek biriydi. Buna rağmen son derece faaldi. Boğaziçi’ni bırakarak Orman Fakültesi’ne gelmişti. Fakültemizde İslam’la tanışmış, yönünü kıbleye çevirmişti. Onu tanıyan herkesin zihninde tazeliğini koruyan bir, belki de birden fazla hatıra mutlaka vardı. Yakın arkadaşları, onun birçok sıra dışı hikâyesini anlatırdı.


Anlatılanlar hâlâ kulaklarımda: Tebliğ olsun diye kağıt paraların üzerine Türkçe yazılar yazdığı gibi, yabancı dili iyi olduğu için bazen İngilizce de yazarmış. Bir defasında beyaz bir beze büyük harflerle “Allah var!” yazıp onu bandana olarak alnına bağlamış ve fakültede bir hafta o şekilde dolaşmış. Yiğit’in dikkat çeken “Allah var!” haykırışına, onunla fakülte koridorlarında karşılaşan herkes şahit olmuş. Başka bir sefer de İngilizce “Qur’an is real, it’s not man made!” yazan çıkartmalar bastırmış, onları arkadaşlarıyla birlikte Sarıyer’deki tüm direklere ve duraklara yapıştırmış.


Nevi şahsına münhasır olan Yiğit, öğrenciliği boyunca ailesine yük olmamak için pet şişe toplayarak ve gazete dağıtarak geçimini sağlamaya çalışırmış. Ayrıca hayvanlara ve bitkilere karşı büyük bir merhamet duyan bu kardeşimiz, kaldığı öğrenci evinde tabiata zarar vermemek için bulaşıklarını deterjan yerine sabunla yıkarmış.


Sabah akşam yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen onlarca arkadaşımız vardı. Her birine hısım akrabadan daha yakın durduğumuz bir bağlılıktı bizimkisi. Arar sorardık. Nasıl oldu da ondan haberdar olamadık? Ortaya çıkan manzara sarsıcıydı. Halbuki yana yakıla inşa ettiğimiz dostluk halkamızda ilk öğrendiğimiz şey, asla birbirimizi ihmal etmememiz gerektiğiydi. Çünkü dostluklar kolay birikmiyordu. Nasıl ihmal etmiştik?


Böylesi şaşırtıcı bir durum insanı çok farklı duyguların içine sürüklüyor. Yılların ne kadar hızlı geçtiğini, hayatın ne kadar kırılgan olduğunu bir kere daha yakinen görüyorsunuz. Geçen yıllarla birlikte ömrün de bitmekte olduğunu fark ediyor ve hüzünleniyorsunuz.


Hayatı ve ölümü birlikte hissetmek için girmiştim bu ıssız mezarlığa. Üzerinden iki yıl geçtiği halde Yiğit’in vefatını duymamıştım. Bir dostun mezar taşından ölümünü öğrenmek, benim için fazlasıyla sarsıcı olmuştu. Allah rahmet eylesin. Ölüm kadar kolay teslim olduğumuz başka ne var ki? Geldik gidiyoruz. Asıl olan tanıdıkların hatıralarında güzelliklerle anılmak değil mi?