Öte yandan algının olguya galebe çaldığı şu çağda, söz konusu ülkemize sığınan insanlar olduğunda mağdurluğun mazlumlukla yarıştırılmasına neden hiç itiraz etmiyoruz? Göç eden insanların masumluğunu da suçluluğunu da genelliyor ve ekonomik saiklerle zorlaşan hayatlarımızı bu insanların varlığı üzerinden açıklamaya girişiyoruz.
Şehnaz FINDIK

İçinde yaşadığımız çağın bir suçu yok. Çünkü zamanın çok daha ötesinde bir kötülükle muhatabız. İnsanlık tarihinin belki de en acımasız çağlarından birinde olduğumuzu söylerken bile elimizde bir sopa tutmaktan geri durmuyoruz. Doğduğun, büyüdüğün ve sevdiğin memleketinden koparılıp dünyanın bambaşka endişelerine savrulmanın ne denli büyük bir yıkım olduğunu anlayamıyoruz. Göçün hayatta kalmak, umut etmek ve yaşamaktan ibaret olduğunu göremiyoruz. İnsan hakları ihlalleri, soykırımlar, açlık ve savaşlar derken dünyayı çevreleyen kötülüğün bir çeşit insan ürünü olduğunu idrak edemiyoruz. Dolayısıyla çağın zor, ıstıraplı ve hain olduğunu söylemenin cazibesi bizi çözüm ehli olmaktan alıkoyuyor.
İnsanlar kendilerine biçilen hayattan kendilerine bahşedilen hayatı yaşamak için göçüyorlar. Bu durum basit bir hayatta kalma hikâyesi olmuyor çoğu zaman. Genellikle yoksulluk, şiddet ve güvenlik kaygılarıyla göç ediyorlar. Kendi ülkelerinde hatırı sayılır, güvenilir ve kültürlü kimseler olsalar dahi çoğu zaman gittikleri ülkede sevilmeyen, tahammül edilen, düzen bozan kimselere dönüşüyorlar. Bundandır ki bugün her zamankinden daha fazla uluslararası göçmen sorunu ile karşı karşıya kalan emperyalist ülkeler mevcut refah düzeyinin parlaklığının biraz kısılması korkusuyla yaşıyor. Ancak bu ülkelere yapılan göçler ile bizim ülkemize yapılan göçlerin niteliği kimlik, din ve komşuluk bağlamında farklılaşıyor.
Düzensiz yahut düzenli olsun, göçmenlerin iç savaş gibi güvenlik kaynaklı göç etmelerinde kendilerine coğrafi, etnik, dini yahut tarihsel miras anlamında yakınlığı bulunan ülkelere yönelmesi tabiidir. Türkiye Cumhuriyeti de dağılmış Osmanlı İmparatorluğunun payitaht toprakları olarak, tarihi boyunca hep göçmenlerin aklına gelen ilk anavatanlarıdır. Evet, Türkiye bir göçmen vatanı, dünyanın yardım kuruluşu ve yetimlerin korunaklı kalesi. En azından uzunca bir süre böyleydi. Örneğin Balkanlardan gelen kitlesel göçlerin tamamına yakını devlet teşvikleriyle yürütülmüş ve resmen göçmen yurdu ilan edilmiş bir ülkeydi.
Bunu yüksek sesle dile getirmemizin üzerinden çok geçmedi ki 2011’de komşumuz Suriye’de başlayan iç savaş, bu hamaset dolu “göçmen yurduyuz” övüncümüzü tersine çevirdi. Başlangıçta “korumamız gereken kardeşlerimiz” ve sonraki evrede “savaş bitince gidecek olan misafirlerimiz” olan Suriyeli halkın, gün geçtikçe zihnimizdeki “rızkımıza ortak”, “demografik yapımızı bozacak dış düşman” ve “kültürümüzü bilmeyen bozguncular” olduğuna şahit olduk. Daha bu şoku atlatamazken 2021 yılında Taliban’ın Afganistan’da yeniden yönetime gelmesiyle sınırlarımıza akın eden Afgan göçmenlere yönelik milletimize bir merhamet suikastı yapılmaya başlandı.
Şöyle ki topraklarımızın Türk milletinin yüksek hoşgörüsü ve bir arada yaşamanın zenginleştirdiği medeniyet hafızası sayesinde farklı din ve milletlerden göç alabilen bir yapısı olduğunu biliyoruz. Ancak bu hoşgörünün toplumsal uyumu sağlayacak düzeyde olabilmesi için göçlerin yaşandığı süreçte ülkemizin ekonomik durumunun kırılgan olmaması gerekiyor. Bilhassa maddi kaynakların kısıtlı olduğu zamanlarda göçlerin toplumda bir adaletsizlik yaşandığına dair algı oluşturmaması önemlidir. Aksi takdirde insanların birçoğu da tıpkı siyasiler gibi psikolojik motivasyonunu “dış mihraklar”a bağlamaya meyillidir. Milletimizin merhamet duygusunu yitirmeden, akli ve insani his ve fikirlerden yana olması buradaki kilit noktayı teşkil ediyor. Çünkü milletimiz merhametini ve bir arada yaşamanın yollarını kaybederse sığınmacıların dünyası kaçınılmaz olarak zorlaşacak. Yani demem o ki hiçbir göçmen politikası Türk milletinin insanı yaşatmakla başlayan asırlık ülküsünün korunmasından daha önemli değil.
Türk milletinin insani ve vicdani farkındalığı ve yüksek ferasetinin farkına varan siyasal müfsitlerin ilk hedefi bundandır ki milletimizin algılarıyla oynamak oldu. Bilhassa COVID-19 salgınından sonra alelacele sosyal medyada nefret, ayrımcılık ve ırkçılığı körükleyen içerikler üretildi. Akademik ve askeri yönüyle yaptığımız birçok çalışmada bu tarz içeriklerin birçoğunun terör örgütlerinin dijital dağlarında üretildiğini tespit etmemiz çok da zor olmadı. Bir yanlış anlaşılma olmasın, sadece terör örgütlerinin korku, nefret ve kutuplaştırma içerikli söylemler ürettiğini söylemiyoruz. İktidarı hedef alan bazı gruplar belirli bir realiteyi abartarak ve halkın zaaf noktalarına temas ederek bunu yaparken iktidara yakın olan bazı gruplar ise mültecileri beceriksizliklerine birer kalkan gibi kullanmaktan geri durmadı. Hatırlamakta fayda var ki Türkiye bir dönem kapıları açıldığında Avrupa’nın güvenlik, ekonomik ve demografik yapısını alt üst edecek bir mülteci ordusuna sahip olmakla övündü. Ülke sınırları içerisinde sivil toplum kuruluşlarının yardım ve gayretleriyle sığınmacıların sevk ve idaresinde büyük gelişmeler yaşanırken harici işlerin doğasından kaynaklı olarak mültecilik konusu siyasal bir koz haline getirildi. Böylesi bir ortamda Adalar Denizi’nde kıyıya vuran Aylan bebek, mezarlığın kapısına kendini asan 9 yaşındaki Vail, karnındaki ve kucağındaki yavruları ile tecavüz edilip öldürülen Emani’nin sesini hiçbirimiz duyamadık.
Peki, şimdi duyabiliyor muyuz? Gündemimizde yeniden Afgan göçmenler varken sesler hiç olmadığı kadar öfkeyle dolu. Sınırlarımıza akın eden Afganların durumuyla salgın ekonomisi birleşince ortaya akıl almaz bir mülteci karşıtlığı çıktı. Sonuç itibariyle bir arada yaşadığımız ve gerçekten mağdur olduğu için ülkemizde misafir ettiğimiz insanlar bu gibi dezenformasyon içerikli algılarla belirli siyasal grupların hedefi oldu. Bizler de sosyal medyanın ve hatta doğrudan küresel medyanın ürettiği her türlü propagandayı öfke olarak sindirip çarçabuk kavga haline getirdik. Bir arada yaşamak zorunda olduğumuz insanlara kayıtsız kalmamız ise bir başka algının başarısı oldu. Önce aldattık, kandırdık, el koyduk ve sömürdük; sonra sövdük, taşladık ve nihayetinde yaktık. Tüm bu işlemler için sadece birkaç dakikada tek bir tuşa basarak yalanı, iftirayı ve fitneyi toplumlara enjekte eden militanların artık silaha ve meydanlara ihtiyacı kalmadı. Kadınları, çocukları, yaşlı ve engelli insanları dahi hedefe koymaktan çekinmeyen bu ultra ahlaksız güruh, bir milletin vicdanına, tarihsel hafızasına ve coğrafyasındaki sevgi mayasına musallat oldu. Fakat bunlarla savaşımız en az hudutlarımızı korumak kadar mühim olduğundan bu cepheden de ayrılacak değiliz.
Öte yandan algının olguya galebe çaldığı şu çağda, söz konusu ülkemize sığınan insanlar olduğunda mağdurluğun mazlumlukla yarıştırılmasına neden hiç itiraz etmiyoruz? Göç eden insanların masumluğunu da suçluluğunu da genelliyor ve ekonomik saiklerle zorlaşan hayatlarımızı bu insanların varlığı üzerinden açıklamaya girişiyoruz. Mazlumluğun mağdurlukla yarıştırılmasından nemalanan siyasi ve iktisadi müfsitlerin önüne bir tabak yemek de biz koyuyoruz. Size düzensiz yahut yasadışı olsun, o veya bu sebeple göçsün, bir göçmenin, sizden daha az iyi yaşamak için yaratıldığını düşündüren şey nedir? Bugünün dünyasında gerçeğin politikası ile insanlığın yaşamasına ve yaşatılmasına zemin hazırlayacak siyasi, iktisadi ve insani bir düzen için icraata geçmemiz gerekirken bizler oturmuş çağı, mazlumu ve yaşamak hakkını hunharca kötülüyoruz.
Dünyada iklimden, ekonomiden, savaştan ve siyasi sebeplerden dolayı göç eden insanların halinden daha kötü olan bir hal varsa o da bu insanların hayat şartlarını yaşanamaz hale getirerek zenginleşen halkların göçmen karşıtlığıdır. O vakit devletlerin enerji politik kavgalarla bölünmemesi ve halklarının hiçbir amaçla yerinden edilmemesi için elimizden ne geliyorsa yapmalıyız. Bizler Muhammedi bir milletiz, o vakit kıyılarımıza vuran cansız bedenlere teslim olmamak için ahlaki ve insani bir nizamın müjdecisi, işçisi ve bekçisi olmaya niyet etmeliyiz. Öyleyse bismillah…