Tarihin Kırılma Günlerinde Bir Türk Doktorun Kazakistan Hatıraları

En çok Ahıska Türkleri ile diyalog kurulabiliyordu. Anayurtları şimdiki Gürcistan’ın Acar’a denen bölgesinde kalan ve bundan dolayı “acara” ya da “mesket” Türkleri de denen Türk topluluğu Stalin döneminde yurtlarından sürülüp SSCB’nin değişik coğrafyalarına dağıtılmışlardı.

Uğur Gençoğlu

Op. Dr.

İkinci Dünya savaşından sonra dünya uzun yıllar iki kutuplu ve soğuk savaş yıllarına sahne oldu. Biri başta ABD ve beraberinde Avrupa’nın oluşturduğu kapitalist dünya ve askeri ittifakı olan NATO iken diğeri komünist ideolojinin temsil edildiği Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ve etki alanındaki Romanya, Yugoslavya, Çekoslovakya gibi bazı Doğu Avrupa ülkelerinden oluşan Varşova paktı. Fakat tarih, birtakım değişimlere gebeydi ve komünizmin devlet olma sürecinin sonuna geliniyordu. 1989 yılında, 10 yıllık başarısız bir işgalin ardından Afganistan’dan geri çekilen SSCB ekonomik olarak da tükenmişti. İdeolojik olarak da değişimler peşi sıra geldi. 1989’da Berlin duvarının yıkılmasıyla Doğu (Demokratik) ve Batı (Federal) Almanya birleşti. Bu olay, artık komünizmin ekonomi ve ideoloji tabutuna çakılan son çiviydi. Son Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği başkanı, komünist (politbüro) Genel Sekreteri Gorbaçov’un Glasnost ve Perestroyka (Açıklık ve yeniden yapılanma) politikaların sonucunda SSCB dağıldı hatta komünistler bir askeri darbe ile Gorbaçovû indirmek istediler fakat halkın tepkisiyle karşılaştılar. Bu olaylarda hafızalara kazınan Rusya Federasyonu Başkanı Boris Yeltsin, karşı eylemlerde tankın üzerine çıktı ve cılız askeri darbe önlendi. Neticede SSCB’ni oluşturan 15 ülke birbiri ardına bağımsızlıklarını ilan ettiler (Eylül 1992). Kazakistan’da bunlardan biriydi. Bu ülkeler: Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Letonya, Litvanya, Estonya, Ukrayna, Beyaz Rusya, Moldovya ve Rusya.   

Kazakistan’ın içinde bulunduğu Orta Asya coğrafyası, tarihte Türklerin anavatanı olarak bilinir. Biz Türkler, oradan çıkmış, dünyaya yayılmış ve Anadolu’yu yurt edinmişiz. Bugün orta Asya’da yer alan ve Türk soylu Kazak, Kırgız, Özbek Türkmenlerin ülkeleri olan Türki Cumhuriyetler doğal olarak ilgi alanımıza giriyordu. Üstelik SSCB’den ayrılmış ve bağımsız olan bu ülkeler belli ki yeniden inşa ve restorasyon süreci geçireceklerdi. Ticaret, eğitim, sanayi, bilim her türlü sahada kalkınmalarına katkı verilmeli; nasıl o zamanlar oradan buralara geldiysek bugün de buradan oralara gitmeliydik. Bu duygular bizim insanımızın oralara gitmesine vesile oldu ve idealist insanlar o bölgeye akmaya başladılar. AMGT’den rahmetli Osman Yumakoğlu başkanlığında, içinde dayımın da bulunduğu bir heyet Kazakistan’a gözlemler ve görüşmeler yapmak için gitti. Ben o sıralar Türkiye’de fakülteyi ve mecburi hizmeti bitirmiş ihtisas yapmak istiyordum. Girdiğim TUS’ta aldığım puan genel cerrahiye yetse de arzuladığım branş olan plastik cerrahiye yetmiyordu. Ya oturup daha fazla ders çalışacak ya da yurtdışında ihtisas yapmak gibi başka seçenek arayacaktım. Kazakistan’a gitmek fikri, bu idealist duyguların tetiklenmesiyle gerçekleşti. Dayımdan orada İhtisas konusunu araştırmasını istedim. Rahmetli dayım, dönüşünde bana bu konuda imkanların çok müsait olduğunu söyledi. Biz fakültede öğrencilik hayatımız boyunca milli İslami bir kimlik kazanmıştık. Hayat, iman ve cihad veya iman, hicret ve cihaddan ibaretti. İşte bu duygu ve düşünceler, bizi Kazakistan yolculuğuna çıkardı. Çünkü kendi memleketimizde inançlarımızı tam yaşayamadığımız hayata tam aksettiremediğimiz zamanlardı, o zamanki Türkiye. Kılık kıyafet kanunu veya yönetmeliği adı altında başörtülü hanımların, sakallı erkeklerin çalışmaları güçleştiriliyor; inanç konusunda lakayt veya aykırı hocaların bölüm başkanlığı yönetiminde insanlar namazlarını gizleyerek iş yapıyor, psikolojik baskılara maruz kalıyor, eğitimlerini tamamlamaya çalışıyorlardı. Dolayısıyla bu yolculuk, bizim için bir nevi hicret sayılırdı, gidip daha güçlü olarak dönmek vardı. Bu sebepler çerçevesinde Kazakistan’a gitmek iyi bir seçim oldu.

Gitmeden önce Alma Ata Medicine İnstitute (Tıp Fakültesi) den Şakru (Kazakça çağrı; Rusça Prikaz, İngilizce Acceptance ) denen davet / kabul mektubu da almıştım ve o zamanki görev yerim olan Keles Merkez sağlık ocağından istifa ederek ayrıldım ve Eylül 92’de yeni bağımsız Kazakistan’a doğru yola çıktık.

O zamanlar THY şimdiki gibi değil, oralara doğru dürüst seferi yok (sonra ilgi artınca başlamıştı). Ulaşım sadece eski SSCB’den kalma Aeroflot Hava Yolları uçakları ile sağlanıyordu. İstanbul’dan o zamanki başkent Alma Ata’ya (Almatı) bu uçaklarla yaklaşık 7 saatlik bir yolculuk yapılıyordu. Uçak İstanbul’dan kalktıktan sonra Hazar Denizi’nin doğusunda Aktau denen yerde ikmal için iniyor ve yolcular hiç uçaktan inmeden yarım ila bir saatlik bir beklemeden sonra tekrar devam ediliyordu.

Şunu da söylemeden geçemeyeceğim. Uçakta bir grup Türk vardı. Bunlar şimdi Fetö dediğimiz yapının elemanları olup ilk olarak orada okul açmak için gidiyorlardı. Sabahın ilk ışıkları ile havalimanına indik. O zamanlar haberleşme imkânı kıt, cep telefonları yok. Türkiye’den ayrılmadan önce gideceğim yerdeki kişilerle irtibat kurmuştum. Beni birisi karşılayacaktı. Alma Ata Havaalanı o zamanlar küçük bir havaalanı, pek büyük sayılmaz.  İndiğim yerde anlamını bırak, okumayı bile bilmediğim Kiril alfabesi ile yazılmış levhalarla, yazılarla dolu çevrede kendimi çok yabancı hissettim. Fetö’cüleri karşılayanlar onları aldı götürdü, beni alacak olan Ali ağabey gelemedi. Ben öyle zannediyordum. Meğer gelmiş buluşamamışız. Epey bekleyip bakındıktan sonra Allah’tan gideceğim evin adresi vardı. Gaugleva Oktoberskaya 12 adresine gitmek için bir taksi ile pazarlık yapıp anlaştım. Tabii üzerimde oranın parası yok, dolar var. Taksi şoförü kaçırmak istemedi. Orada yaşadığım sürece dünyaya yeni açılan bu ülke halkının dolara olan meyline çokça şahit olmuşumdur. Kazakistan yaklaşık 3 milyon kilometre kare gibi devasa arazisine karşılık, o zamanlar 16- 17 milyon nüfus ve bu nüfusun aşağı yukarı yarısı Rus. Başkent Alma Ata 1700 000 civarı ve burada Ruslar çoğunlukta kazaklar azınlıkta Kazakistan’da. Özellikle Alma Ata’da Grek, Polonyalı, Moğol, Çinli… 72 milletten insan yaşıyor. Bu tabiri kesretten kinaye olarak kullanıyorum. Hatta Alma Ata da 114 farklı etnik unsur bulunduğu söyleniyordu. Bir eğitim üssü olarak Kazgu= Kazakistan, Gasuderstva Üniversitet yani kazak devlet üniversitesinde özellikle eski SSCB peyki yanlısı ülkelerden, bazı Arap ülkelerinden, Filistin’den çok talebe var. Alma Ata ki sonradan bütün büyük Rus şehirlerinin böyle olduğunu öğrendim, birbirini 90 derece kesen caddeler ve yerleşim yerlerinden oluşan bir kare şehir ve çok yeşillik yollar, hep ağaçlık adeta. Orman içinde şehir; şehir içinde orman kurulmuş gibiydi.

Rus mimarisi soğuk, kalıp gibi, birbirinin aynı beton binadan apartmanlar…. Kapıdan girip merdivenlerden çıkınca bir katında karşıda benim de daha sonradan böyle bir daireye taşındığım 1 + 0 sağda 2 + 0 ve sol tarafta da 3 + 0 meskenler her caddede, her sokakta standarttı. Maalesef Kazak halkı SSCB zamanının Rus idaresi altında epeyce dini hassasiyetleri zayıflamış bir durumda idi. Namaz, oruç gibi farz ibadetler neredeyse unutulmuş, kadın erkek ilişkileri çok rahat, arak dedikleri (bizdeki benzeri rakı) alkollü içkiyi düğün, bayram gibi merasimlerde besmele çekerek içecek kadar şaşkınlardı.  Bununla ilgili bir hatıra mı da şöyle nakledeyim: Kazakistan’a bir gelişimde İstanbul’da uçağa biniyoruz. Uçağın içinde kimi bagajını yerleştiren kimisi oturacağı yeri arayan Kazak, Rus, biz… değişik milletten insanlar. O sıra elinde birasıyla yürümeye çalışan bir Kazak, o hengamede sarsılıp elindeki bardağı yere dökülüverdi. Bir miktarda üzerime döküldü. Ben çok sinirlendim, Kazak da şaşırdı ve üzüldü. “Kişiriniz” (Kazakça affedersiniz) demeye başladı. Lakin ben; bu elbise ile nasıl namaz kılarım, nasıl bunu temizlerim, gittiğim yerde bu imkânı bulabilir miyim gibi kafamda geçen düşüncelerin tesiriyle adama öfkemi iyice yansıttım: “Ne yapıyorsun sen, biz namaz okuyan (onlar kılmak tabiri yerine öyle kullanıyorlar) insanlarız, ne olacak şimdi, yaptığını beğendin mi?” Adam ne dese beğenirsiniz, pervasız bir şekilde: “Sizi de gördük!” Yani Türkiye’ye gelmiş, görmüş ve anlaşılan bizdeki içkili eğlence mekanları dahil haramların rahatça işlenebildiği ve hatta belki de sokaktaki profilden bu kararı çıkarmış ve bizim dini hayatı yaşadığımız konusunda olumsuz bir kanaat sahibi olarak dönüyordu.

Kazakistan o zamanlar epeyce bir Türk’ün ilgi alanına girmişti. Bizim kaldığımız mekân Türkiye’den gelen pek çok insanın uğrak noktası oldu. Uzağı gören bir siyasetçi olan rahmetli Erbakan Hoca da yine o zamanlar içinde iş adamı, gazeteci, öğretim görevlisi, sanayici olan bir uçak dolusu insanla Kazakistan’a geldi. Heyet için o zaman Alma Ata’nın en büyük oteli olan Gastsinitsa Kazakistan’ın (Otel Kazakistan) yarısından fazla odası ayrıldı ve iki üç gün süren bir Türk -Kazak ilmi iş birliği toplantısı yapıldı. Heyette bulunan pek çok milletvekili, bürokrat, iş adamı, kanaat önderi kişi ile görüşme imkânımız olmuştu. Aklımda kaldığı kadarıyla bunlar arasında rahmetli Haşim Bayram (Kombassan holding), İstanbul il başkanı olan Recep Tayip Erdoğan, İTÜ öğretim üyesi olan Prof. Veysel Eroğlu da vardı. Aralıklı olarak Türkiye’den Almanya’dan gelen değerli dostları ağabeyleri de zikretmeden geçemeyeceğim.

En çok Ahıska Türkleri ile diyalog kurulabiliyordu. Anayurtları şimdiki Gürcistan’ın Acar’a denen bölgesinde kalan ve bundan dolayı “acara” ya da “mesket” Türkleri de denen Türk topluluğu Stalin döneminde yurtlarından sürülüp SSCB’nin değişik coğrafyalarına dağıtılmışlardı. Sürgün esnasında önemli kayıplar veren bu mağdur topluluk, kendi dil ve inançlarını korumayı bilmişlerdi. Dilleri dilimizle hemen hemen yüze 95-99 aynı olduğu için kolay anlaşabildiğimiz insanlardı. Kazakça da Türkçe’ye yakındı lakin özellikle Büyük şehirlerde yaşayan çoğu Kazak kendi dillerini unutmuş ve Rusça konuşuyorlardı, mesela hastanede iki kazak doktor aralarında Rusça konuşuyordu. Çünkü eğitim dili Rusça’ydı. Ben de Türkçe/Kazakça eğitimi sürdüremeyeceğim için gönüllü olarak Medicine İnstitute’in Padgatavitelnom Fakültet (yabancı öğrenciler için Rusça hazırlık sınıfı)’da özel bir hocadan Rusça ders almaya başladım. Sağ olsun hoca benle çok ilgiliydi ve kısa sürede Rusçam ilerlemişti. O kadar ki bir keresinde bindiğim bir taksi şoförünün benim yabancı olduğumu anlayarak fazla para istemesi üzerine Rusça olarak kora kor tartışıp, pazarlık yapmıştım da adam şaşırmıştı. O kızgınlıkla kesintisiz Rusça konuşmama ben de şaşırmıştım.

Çalıştığım İnstitute Hirurgiya’da (cerrahi enstitüsü) akademiden Muhtar Aliyev direktör (en üst düzey yönetici) idi. Akademik titri profesörden de öte bir zamanlar Türkiye’de var olan ordinaryus denen bir unvana tekabül ediyordu. Bu şahıs, aynı zamanda Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayovun dünürü idi. Cerrahi kliniğinde asistanlarla – ki orada bize candidat nauk (bilim adamı=uzman adayı) deniliyordu- yapılan bilimsel ders ve tartışmalara katılıp izliyordum. Rusça yapılan müzakereleri ilgiyle takip ediyordum. Hatta bir keresinde kliniğin Kazak olan şefi bana dönüp: “Uğur sen ayıttıklarmızı düşsündün me?( Konuştuklarımızı anladın mı?)” diye sordu. Ben de “Beer düşündüm. (Hepsini anladım)” diye cevap verdim.  Sovyet sisteminde tıp eğitimi yine 6 yıldı fakat bizden farklı olarak öğrenciler 2 yıl ortak okuduktan sonra Medisine İnstitut’un 5 bölümünden birini seçerek tahsillerine devam ediyorlardı. Bunlar:

  1. Sanitarii: Halk sağlığı
  2. Pediatri: Çocuk
  3. Liçebni Erişkin: Dahiliye
  4. Hirurgi: Cerrrahi
  5. Göz

Hastanenin kadrolu çalışanı olarak 10 dolar civarı aylık alıyordum. Bir profesörün maaşı ise 50 dolar seviyesindeydi. Hayat ucuzdu gerçi. Mesela taa o zamanda her ev doğalgazla ısıtılıyordu ve bir evin elektrik, doğalgaz, su abonman ücreti yıllık 50 dolar civarıydı. Ev yabancıya pahalıydı. Aylık 100 dolar kira ödüyordum. Almatı yerel emniyet Müdürlüğü’nden aldığım propiska’m (oturma izni belgesi) ve hastane çalışma kartım vardı. Bu belge benim turist olmadığım anlamına geliyordu ve bazı haklar sağlıyordu. Mesela yurt içi uçuşlarda bileti dolarla değil de ruble ile almama imkân tanıyordu. Rubleyle bilet de oldukça ucuz oluyordu. Kazakistan’da yaşıyorken Bursalı bir iş adamı ile (M.B) Özbekistan’ı -Taşkent ve civarı- ve siyasi-sosyal araştırmalar yapmak üzere gelen bir üniversite öğretim görevlisi vesilesiyle de Kırgızistan Bişkek’e gidip görme imkânı bulmuştum. Farklı bayrağı olan bu ülkelere, aynı ülkede şehirler arası seyahat yapıyormuş gibi gidilebiliyordu. Yalnızca ilgili noktalarda polisin kimlik kontrolü yapması kâfi oluyordu.

Daha sonraları ben şehrin en büyük pazarının (Zilony Pazar= sebze meyve pazarı) olduğu bölgede, tek göz odalı bir eve çıktım Burası aynı zamanda şehrin ikincisi olmayan tek mescidinin bulunduğu bölgeydi. Vakit namazlarında cemaatin olmadığı mescitte cumaları Alma Ata’da bulunan Türk, Pakistanlı, Azeri Müslümanlar geliyor, buluşmalar, tanışmalar oluyordu. T.C. Büyükelçiliği de yeni kurulmuştu haliyle. Yalnız o yıllarda T.C. Büyükelçilikleri yurtdışındaki Türk vatandaşlarına sahip çıkmamakla maruf idi. O zamanlar bürokrasinin soğuk yüzü yurtiçinde olduğu gibi dışarıda da daha bir hâkim oluyordu ilişkilerde. Pazar demişken, şehrin 5-10 km. dışında büyükçe bir alanda kurulan Baroholka (Kara Pazar) denen pazardan da söz etmeliyim. Daha ziyade ikinci el veya kaçak bazı malların satıldığı bu pazarda amacı dışında başka kirli emellere yönelik pazarlamalar da olduğunu öğrenince bir daha da gitmemiştim.

Bir diğer bahse değer konu da özellikle orta ölçekte ticari iş yapma heyecanı ile gelen Türk müteşebbislerinin Kazakistan’ın ilgili yetkililerinin -eski Sovyet geleneğinden gelen hantal, sıkı kurallar, iş yapmaya arzusuz, rüşvet gibi gayriahlaki tutum- bezdirici tavırları sebebiyle iş yapmaktan vazgeçip dönmeleri oluyordu.

Nisan 93’te Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Orta Asya Türk cumhuriyetlerini kapsayan bir gezi yapmıştı. Semerkant, Buhara ve daha sonra Alma Ata’ya da uğramıştı. O gün Alma Ata’nın caddeleri Türk-Kazak bayrakları ile donatılmış ve şehirde bir Türkiye havası etmişti. Havalimanından gelen ve Alma Ata’nın en işlek caddesinde bir resmi geçit gibi ilerleyen Özal’ın konvoyunu cadde kenarına konulan demir barikatların ardından izleyen şehir ahalisinin arasında vatan sevgisi/hasreti ile karışık mili hamasi duygular içinde olarak ben de bulunuyordum. O sıralar merhum Özal’a pek de sempatik olmamakla beraber bu duygularla konvoyu alkışlamış ve Türkiye diye bağırmaktan kendimi alamamıştım

Alma Ata, Orta Asya’nın tam ortasında büyük bozkırların arasında karasal iklime sahip bir şehir. Kışları oldukça soğuk geçer. Hayatımın ondan sonraki dönemi dahil olarak en düşük sıcaklığını orada yaşadım ( -24 c). Dışarıda 30-40 dakika kalmak imkânsızdı ve bıyıklarımız buz tutmuştu.

 Sosyal faaliyetleri de ihmal etmemeye çalışıyorduk. Almanya’dan gelen gayretkeş insanlarla birlikte bir Kazak-Türk Dostluk cemiyeti kurmuş ve şehrin merkezinde bir de yer tutmuştuk. Bu gibi faaliyetler esnasında bazı cigidler tanımış ve kazanmıştık (Kazakça cigid, bizim yiğit kelimesine tekabül eder ve genç anlamında kullanılır). Özellikle Türkoloji bölümünde okuyan Kazak (Berk) ve Azeri arkadaşını hatırlarım. Bunlar bize yakın duruyor ve karşılıklı olarak yardımlaşıyor, birbirimizden istifade ediyorduk. Berk Karaganda’lıydı ve uçakla 1,5 -2 saat uzaktaki şehrinde yapılan düğününe gitmiştik.

Kazakistan parasının değişip, rubleden milli paraya geçişinden bahsetmek isterim. SSCB dağılmış, bileşenleri artık bağımsız birer devlet olmuştu ve bu manada ülkeler kendine ait bazı değişimler de yaşıyordu. Mesela Azerbaycan, kısa zaman içerisinde alfabesinin Kiril alfabesinden Latin harflerine döndürürken para birimini de manat olarak değiştirmişti. Kazakistan’da hâlâ ruble kullanılıyordu, hükümet para birimi değiştirme kararı aldı. Bu konu ile ilgili şahitliğimizde gelişen olaylar şöyleydi: Bankada parası olanlar için değişim kolay lakin elinde ruble olanlar için kurumlar aracılığı ile değişim uygulandı. Mesela benim doktor olarak çalıştığım hastane idaresi, elinde ruble olanların paralarını toplayıp karşılığı miktarında yeni para birimi olan Tenge ile değiştirdi. Bunun hayata yansıması ise ibretlik bir olay oldu. Rublenin tedavülden kalkıp Tengenin yerini alacağı değişimin son 1- 2 gününde fiyatlar katlanarak arttı. Evime yakın ziloni pazara gittiğimde hayretler içinde kaldım. Mesela bir gün önce 2 ruble olan yumurta, 1000 ruble olmuştu. Etiketlerin fiyatı değişmiş, her şeyin fiyatı neredeyse bin kat artmıştı. Tenge’ye dönüldükten sonra ise piyasa durulmuş fiyatlar normale dönmüştü.

Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Orta Asya seyahatini tamamlayıp Türkiye’ye döndükten bir hafta on gün kadar sonra aniden vefat etti. Vefat haberinden sonraki gün hastanede doktor viziti esnasında akademiden Muhtar Aliyev’in bana taziye dileğinde bulunması gerçek bir nezaket örneği idi. Kendisi bugün bile şüpheli kalan rahmetli Özal’ın vefatını, seyahat onu yordu, muhtemelen bir kalp krizi geçirdi, diye yorumlamıştı.