Bosna Mahşerinde Yeniden Diriliş

Bilindiği gibi Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç, Bosna’yı yeniden kendi öz kimliğine kavuşturmada en ön safta mücadele etmiş, davası için uzun yıllar hapis yatmış, asrımızın en önde gelen mücahit İslam mütefekkirlerinden biridir. Yukarıda işaret ettiğimiz Bosna’daki İslam geleneği ve kültürü, onun Doğu Batı Arasında İslam adlı şaheserinde din-kültür ilişkisi bağlamında dile getirdiği önemli bir konudur.

Mülayim Sadık Kul

Fotoğraf: Mülayim Sadık Kul

Aslında bu başlıkta yine İmam Gazâlî olmalıydı. Gelgelelim son ayda yaptığım seyahatler ve en son öğrencilerimle 27.06.2022-04.07.2022 tarihleri arasındaki bir haftalık Bosna ziyareti beni başlığı değiştirmeye mahkûm etti. Bu gibi durumlarda önce Mustafa Özel hocamı arayıp niyetimi arz eder ve onun yönlendirmesiyle başlık netleşirdi. Bu sefer önce yazıp sonra tensiplerine sunmak niyetindeyim. Zira bu yazı, fakir için bir köşede yayınlanacak olmasından öte bir vicdan muhasebesi anlamına gelmektedir.

Aslında bu ziyaret, Bosna’yı ilk ziyaretim değildi. Daha beş yıl kadar öncesinde sıla-i rahim yolculuğunda, önce Bosna’ya daha sonra da Üsküp’e uğrayarak eskimez vatan topraklarını, eşsiz tarihi güzellikleriyle ziyaret etmiştik. Bosna’da geçirdiğimiz üç gün boyunca hem ecdad yadigârı camii, medrese, bedesten ve kaleleri gezmiş hem de Avrupa tarihinin en vahşi katliamlarından birini yerinde yeniden gözlemleme imkânı bulmuştuk. Bu ziyaret benim kadar aynı zamanda bize eşlik eden çocuklarım için de yaşadıkları Avrupa medeniyetinin diğer yüzünü görmeleri açısından önemliydi. Gönül isterdi ki burada yaşananlar tarihin tozlu sayfaları arasında hatırlamaya çalıştığımız cinsten geçmişe ait bilgiler olsun. Ama maalesef öyle değildi. Daha dün ve Avrupa’nın ortasında hem de tüm dünya devletlerinin ortaklaşa oluşturduğu BM Barış Gücünün koruma garantisi altındaki topraklarda bu katliam yaşanmıştı.

Ailece yaptığımız bu ilk ziyaret, büyük sürprizler ve beklemediğimiz manzaralarla dolu olduğu için bunları kaleme alacak ne gücüm ne de bir isteğim olmuş, akan gözyaşları içinde kendi iç dünyamda bunları anlamaya ve belki de kendi kendime teselli bulmaya çalışmıştım.

Bu ilk ziyaretten payıma düşen en önemli tecrübe ne diye sorulacak olsaydı, herhalde şöyle cevap verirdim kısaca: İslam’ın Osmanlı ve bu topraklar için ne anlama geldiğinin yanı sıra dilini anlamadığımız bu insanların, bize ümmetin tüm coğrafyalarından çok daha yakın oldukları hakikatinin yeniden farkına varmak.

Bosna-Hersek’in başkenti Saraybosna’da 1457 yılında Fatih Sultan Mehmet adına yapılan ve Hünkâr Camii veya Fatih Sultan II. Mehmet Camii olarak bilinen bu toprakların ilk camisinde bir yatsı namazında yaşadıklarım beni hem çok şaşırtmış hem de çok mutlu etmişti. Çocukluğumda müezzinlik yaparken alışık olduğum ve şimdilerde neredeyse unutulmaya yüz tutmuş Osmanlı/Anadolu geleneği olan cemaatle ibadet, tesbihatları ve müezzinlik formatıyla Bosna’da birebir muhafaza edilmişti. İlk sünnetten sonra müezzin ihlâsları okuyarak Fatiha’ya geçiyor ve akabinde kılınan farzla birlikte bizim usulle tesbihler çekilerek namaz hitama erdiriliyordu.

Fotoğraf: Mülayim Sadık Kul

Kim ne derse desin çocukluk hatıralarımı süsleyen ilk müezzinlik denemelerimizin vazgeçilmezleri olan bu usul, halen gönlüme fert fert yapılan tesbihatlardan daha sıcak gelmektedir. Bunun ecdadımızın ve Anadolu irfanının güzel bir uygulaması olduğu kanaatindeyim. Bunu bizatihi son dönemin en büyük muhakkik muhaddislerinden Abdülfettâh Ebû Gudde’nin bizatihi ağzından duymuş olmak da bu konuda ecdad uygulamasının bende kesinlikle sahih İslam ilim ve sünnet anlayışına uygun olduğu kanaatini pekiştirmiştir. Kim bilir bu bizim aldığımız dini eğitim ve terbiyenin ve dolayısıyla da Anadolu din ve irfan geleneğinin bir yansıması -veya birilerine göre yanılsaması- olsa gerek.

Bu ikinci ziyaretimizde aynı zamanda sabah namazlarını da Gazi Hüsrev Bey Camii’nde enfes bir müezzin ve imam eşliğinde kılma imkânı bulmuş olduk. Hac ve umre dışında ilk defa hanımla sabah namazlarına gitmek de nasipte varmış. Bu camiinin diğer bir özelliği de son Bosna savaşı da dâhil olmak üzere kurulduğundan bu yana beş yüz seneyi aşkın bir süredir kesintisiz her öğlen namazından sonra hatim indirme geleneğidir. Bize de bu güzel geleneğe bir günlük de olsa dâhil olabilme imkânı veren Rabbime şükrediyorum. Bu ülkenin İslami kimliğini koruyan en önemli unsurlardan biri de bu muhteşem camiler ve tarihi medreseler yanında bu ibadethanelerde kılınan namaz ve okunan bu hatimler diye düşünüyorum. Hani hatime katıldım ya, kendime de belki pay çıkarmış olabilirim belki.

Bu konu açılmışken Travnik Medresesi mezunlarından ve şimdi Almanya Hannover Boşnak Camii imamı olarak görev yapan Aldin Kusur’un anlattıkları çok enteresan olduğu için burada paylaşmak istiyorum. Saraybosna’nın, teleferikle çıkılan muhteşem bir tepesi var. Tüm Saraybosna avucunuz içinde adeta. Burada ormanda dolaşırken Aldin, Sırpların Saraybosna şehrine belli bir mesafeden top atışı yapıp neden daha fazla yaklaşamadıklarını sorunca, biz de mücahitler canla başla savundular, BM Barış Gücü falan dediysek de “Hayır belki bunların katkısı olsa da bizim hafızlarımız her gün tüm Saraybosna etrafında her gün belli bir hat boyunca hatim indirerek Kur’an okudular ve Sırplar bu hattı asla aşamadılar.” dedi. Şaka yapma falan dediysek de “Evet bu gerçekten böyle oldu.” diye bütün ciddiyetiyle aynı şeyi tekrar etti durdu.

Bu söylediklerimizden hareketle Bosna deyince gönüle düşen ilk isim, Aliya İzzetbegovic’i bir hatırlayalım. Onunla birlikte onu Türkiye’ye daha yakından tanıtan rahmetli Akif Emre abimizi de rahmetle analım. Tüm şehitlerimizle ve sevdiklerimizle birlikte onların da ruhları şâd olsun bu mübarek günde.

Bilindiği gibi Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç, Bosna’yı yeniden kendi öz kimliğine kavuşturmada en ön safta mücadele etmiş, davası için uzun yıllar hapis yatmış, asrımızın en önde gelen mücahit İslam mütefekkirlerinden biridir. Yukarıda işaret ettiğimiz Bosna’daki İslam geleneği ve kültürü, onun Doğu Batı Arasında İslam adlı şaheserinde din-kültür ilişkisi bağlamında dile getirdiği önemli bir konudur. Ona göre kültürü dinden veya dini kültürden bağımsız düşünemeyiz. Kültürün temel harcı din olduğu gibi dini yaşanır kılan ve toplumda hayat tarzı olarak yerleşmesine vesile olan da toplumun kültürüdür. Bu anlamda Aliya’ya göre kültür “civilisation” olarak ifade edilen medeniyet kavramından bu yönüyle daha önemlidir. Kültür, iç dünyamız ve dinle alakalı iken o, medeniyeti daha çok dış dünyamıza, madde ve tekniğe bağlı olarak ele alır. Bu yönüyle de bugün hâlâ devam edegelen medeniyet ve kültür kavramlarıyla ilgili tartışmalara farklı bir boyut katar.

Kitabın belki de en önemli tartışma konusunu oluşturan bu kavramlar, bu seneki lisans dönemi seminer konularımızdan birini oluşturmaktaydı. Elbette bu kadar kısa ifade edildiğinde eksik kalacağı için mutlaka Aliya İzzetbegoviç’in kitabını bir bütün olarak ele alınarak okunmasını tavsiye ediyorum. Batı felsefesi ve diğer dinlerle yaptığı mukayeseler bu manada İslam düşünce ve kültürüne çok önemli bir katkı niteliğindedir. Saraybosna İlahiyat Fakültesi’nde Aliya’nın fikirleri üzerine herhangi bir akademik çalışmanın henüz yapılmamış olduğunu duymak, beni üzmedi desem doğru olmaz. Bu iş de yine demek ki bizim gibi düşünen dostlara düşüyor.

Dolayısıyla bu ikinci Bosna ziyaretimize de öğrencilerle Aliya’nın kabri başında dualarla başladık. Onun ruhuna Yâsîn ve Fâtihalar gönderirken kendi ruhlarımızı da onun kabri başında hem kitabında ele aldığı konuları hatırlayarak hem de tüm hayatıyla ortaya koyduğu İslami bilge kişiliğiyle doyurmaya çalıştık. Uğruna bir ömür hapislerde çile çektiği İslam, yeniden bu toprakların asıl kimliği olarak filizlenmekle kalmamış aynı zamanda tüm İslam coğrafyalarına da yeni bir ruh katmıştı. Öğrencilerin bunu hissetmeleri tek başına buraya yapılan ziyaret için yeterli bir sebep olsa gerek. Buna binaen gücü yeten her Müslümanın imkân dairesince bu tür ziyaretleri ailecek veya ilgili gruplarla geciktirmeden yapması ivedilikle tavsiyemizdir.

Pandemi öncesinde yine öğrencilerimizle yolumuzu bir vesileyle Kudüs’e düşürmüştük. Bosna ziyareti sanki bu ziyaretin benzeri ve mütemmimi gibiydi. Orada tadacağınız manevi havanın küçük bir nüvesinin de Batı cephesinde Balkanlar’da yani Bosna’da, Üsküp’te, Priştina, Prizren ve çevresinde buram buram tüttüğünü ancak oralara gittiğinizde mutlaka hissedecek ve göreceksiniz. Kudüs ve Balkanlar arasındaki manevi bağın ne anlama geldiğini tüm zerrelerinizde yeniden hissedeceksiniz. Birilerinin neden Müslümanlara ve neden bu coğrafyalara karşı bu kadar acımasız ve hiddetli, neden bu kadar taraflı olduğunu belki biraz daha ayne’l yakin görmüş olacaksınız.

Kudüs ilk kıblegâhımız ve dinmeyen acımız. Bu kutsal beldeler ve mukaddes mekânlar kelimelerle anlatılamayacak güzellikleri ve çileleri bağrında taşıyor. Ancak tadan bilir. Ateş düştüğü yeri (mi) yakar! Bu sebeple buralar hakkında çok konuşmak yerine mutlaka oralara gitmenin bir yolunu bulmak gerekir. Bu yazının bir hedefi de zaten okuyan dostları buna teşvik edebilmektir. Tattığımız güzellik ve tecrübe neden sadece bizimle sınırlı kalsın! Güzellikler ve mutluluklar da paylaşılarak arttığı gibi acılar da paylaşılınca azalıyorsa eğer bu ümmete boynumuzun borcunu ödemişiz demektir.

İlk günün rehavetinden kurtulduktan sonra ilk ziyaret hedefimiz Mostar’a yola çıktık. Meşhur Mostar Köprüsü öncesinde bizleri Mostar başimamı karşılayarak hem savaş zamanında hem de sonrasındaki gelişmelerden haberdar etti. Mostar Köprüsü yıkıldığı gibi pek çok tarihi camii de maalesef hedef alınarak burada da yüzlerce şehit verilmiş. Katolik Hırvatlar şehri bombaladıkları tepeye her yerden görünen devasa bir haç dikmişler. Adeta burada bizim hükmümüz geçer anlamında. Maalesef tarihi birçok camii sadece ücret karşılığı turist ziyaretine açık. Bazısı ise tamamen kapısı kilitli olmasına rağmen, zarif taş ve ahşap işçilikleri ile birer mimari sanat abidesi olarak tarihe meydan okumaya devam ediyor. Tarihi camilerin mutlaka bir mezarlık bölümü ve burada bilindik, sarıklı, onlarca âlim bize bir İstanbul ve Bursa havası tattırıyor. Buralarda yatan Allah dostları hayatlarını geçirdikleri bu toprakları manen koruyarak mahşeri bekliyorlar. Elbette ruhları cennetteki yerlerini temaşa eder halde.

Üçüncü gün Avusturya İmparatorluğu zamanında Fas ve Endülüs mimarisine göre yaptırılmış Bosna İslami İlimler (İlahiyat) Fakültesi’ni ziyaret ediyoruz. Daha girişte Osmanlı’dan farklı bir mimariyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Savaş zamanı zarar gören diğer bir yapı da Avusturya İmparatorluğu tarafından yine Fas-Endülüs mimari tarzında yapılan kütüphanedir. Avusturyalılar Bosnalıların İslami kimliklerine dokunmaksızın onların Osmanlı’ya aidiyetini unutturmak istedikleri bu yapılardan da anlaşılabiliyor. Yani siz Osmanlı değil Müslüman, farklı bir milletsiniz. Osmanlı mimarisi yerine Endülüs-Fas mimarisini de kendinize örnek alabilirsiniz diyorlar. Zira o günün batısı için Balkanlar’da tehlike olan, Türk-Osmanlı kimliğidir. Bosna savaşında Bosnalıların dini ve ruhi kökleri anlamına gelen bu kütüphaneyi hedef alan Sırplar da bu manadaki düşmanlıklarını izhar etmiş oluyorlar. Yani Bosnalıların İslam kimliğine kavuştukları Osmanlı mirasını hedef alıyorlar. Bu kültür ve kimlik savaşı, Tito döneminde de hız kesmeden devam etmiş.

Daha sonra bu fakülteye bağlı olarak kurulmuş olan Kur’an ve Hadis Merkezi’ni ziyaret ettik. Bu merkezi kuran ve Suriye’de Kur’an ve kıraat ilimleri tahsil ederek icazet almış olan Dr. Kenan Hoca ve onun yetiştirdiği, merkezin müdürlüğünü yapan Hafız Abdülaziz Hoca’yı enfes Kur’an tilavetiyle de tanışmış olduk. Bütün bunlar Bosna’nın geleceği adına ümit verici gelişmeler. Bu müessesenin başındaki Kenan Bey, İstanbul ile bu manada da iş birliği içerisinde olduklarını ve öğrencilerini belli bir süreliğine İstanbul’da açacakları kurs üzerinden Arapçalarını geliştirmeyi düşündüklerini müjdeledi.

Cuma günü programımızda Srebrenitsa ziyareti vardı. Daha önceki ziyaretimizde Saraybosna’ya uzak olduğu için gelemediğimiz binlerce insanın hunharca şehit edildiği bu şehir benim için ayrı bir anlam taşıyordu. Srebrenitsa’da yaşananlar, “II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’daki en büyük katliam” olarak nitelendiriliyor. Gerçekten de orada TİKA’nın desteğiyle kurulan merkezde görsel olarak da müşahede ettiklerimiz, bir insan olarak dayanılır gibi değildi. Öyle ki birkaç resim dışında orada sergilenen katliama ait görüntüleri çekme gücünü kendimde bulamadım. İçten içe bir taraftan ağlarken diğer taraftan da “Zalimler için yaşasın cehennem!” diyordum. Zira bu insanlık dışı vahşeti ve bunu irtikâp eden pislikleri, ateşten başka bir şey paklayamazdı. Bu insanlık dramına sessiz kalanlar ya da sebebiyet verenler insan olamazlardı. Silahtan arındırılmış ve BM Barış Gücü korumasındaki korumasız bir halk göz göre göre kadın çocuk demeden 8372’si katledilirken on binlercesi de yaralanmış, evinden barkından, anadan yardan mahrum edilmişlerdi.

Bu katliamdan kaçmak için orman ve dağlardan daha emniyetli bölgelere gitmeye çalışan 15.000 Müslümandan sadece üçte biri hedefe ulaşabilmişti. Yolda pusu kuran Sırplar, pek çok Müslümanı yolda infaz etmişlerdi.

BM’nin yargı organı Uluslararası Adalet Divanı 2007’de, kasabada yaşananları “soykırım” olarak nitelendirmiş, Lahey Uluslararası Ceza Mahkemesi, katliamdan sorumlu tutulan Bosnalı Sırp General Ratko Mladiç’i soykırımdan ve Srebrenitsa katliamından suçlu bularak müebbet hapis cezasına çarptırmıştı. Hepsi bu!

Bosna Savaşı’nı sona erdiren Dayton Anlaşması, Paris’te 14 Aralık 1995’te imzalandı. Aliya İzzetbegoviç’in ifadesiyle ‘âdil olmasa da olabileceğin en iyisi’ olan bu anlaşma ile maalesef ne mazlumların hakkı korunmuş ne de suçlular bu anlaşmayla cezalandırılabilmişlerdi. Cuma namazı öncesi vardığımız Srebrenitsa’da, Samsun İlahiyat mezunu başimam ve bölgenin Reîsülulemâ’sı ile cuma namazlarımızı şehitlikteki mescidde buruk duygular içerisinde eda ettik. Cuma namazı müezzinliğinin Türkçe yapıldığını, buraya gelmiş olanlar bilirler. Bu durum da insanı farklı bir duygulandırıyor. Bir zamanlar Hollandalı Barış Gücü askerlerinin üs olarak kullandığı eski pil fabrikasındaki katliamla ilgili müzeyi gezdikten sonra insanlığımızdan utanarak Saraybosna’ya doğru tekrar yola çıktık.

Cumartesi günü son ziyaret durağımız Travnik şehrini gezdik. Bu şehir kaleden baktığınızda size adeta Bursa ve Safranbolu’yu hatırlatır. Ayrıca burada rahmetli şehidimiz Selami Yurdan’ı da öğrencilerimizle unutmadık. Hepsinin ruhları şad olsun, şehadetleri makbul olsun.

Öyleyse gelin tüm mazlumların kurtuluşu ve zalimlerin kendi kurdukları tuzaklara düşmeleri için ellerimiz ve yüreklerimizi semaya çevirelim. Milyonlarca Müslümanın Arafat’taki dualarına ortak olmanın verdiği huzurla bu satırların dua makamında Rabbimin teveccühüne mazhar olması niyazımdır. İslam coğrafyalarında, Kudüs’te, Suriye’de, Myanmar’da ve çağdaş medeniyetin insan hakları ve hürriyetin merkezi olduğu iddiasında olan Avrupa’nın gözleri önünde Bosna’da akıtılan kanların artık son bulması, duaların red olunmadığı bugünde Yüce Mevla’dan dileğimizdir. Mehmet Akif’in Çanakkale Destanı’ndan bu yana naz makamındaki yakarışlarına bizler de eşlik ederek artık zulümlerin son bulmasını diliyoruz. Ama bunun sadece kuru dualarla değil mutlaka fiili dualarla birlikte gerçekleşebileceğini de biliyoruz. Bu yazdıklarımızın bu şuur ve samimiyete vesile olması şu mübarek saatlerdeki niyazımızdır.

Bu milleti sahipsiz bırakma Allah’ım! Bu ümmeti çobansız bırakma Allah’ım! Ümmeti Bosna’dan Myanmar’a tüm İslam coğrafyalarını kuşatacak bir dinginliğe ve izzete yeniden kavuştur. Buna da bizleri vesile kıl! Duaların yapılıp müstecap olduğu en önemli anlardan birinde, kapında tazarru ile yakarıştayız Rabbim! “Anneciğim! Çocuklar küçük kurşunlarla öldürülür değil mi?” sorusunun akabinde annesiyle birlikte infaz edilen sabinin, Travnik’te, Bosnalı kardeşleriyle birlikte şehit düşen Selami Yurdan’ın, Srebrenitsa’da, Ahmecic’de, Mostar’da, sadece seni yücelttikleri için savunmasız katledilen binlerce masumun hatırına bu ümmeti rahmetinden mahrum eyleme! Sen kimsesizlerin kimsesisin, bizi senden, hidayet ve inayetinden mahrum bırakma Allah’ım!

Hani Peygamber, risaleti boyunca en önemli desteği gördüğü eşi ve akabinde de amcası Ebû Tâlib’i kaybedince çok hüzünlenmişti ve o yıla da ‘hüzün yılı’ adı verilmişti ya! Amcasının evinin önünden geçerken “Yokluğunu ne de çabuk hissettirdin ey amcacığım!” diyen peygamberin ümmeti olarak Osmanlı’nın ümmet için hangi rolü üstlendiğini şimdi daha iyi anlıyoruz. İslam coğrafyaları Filistin, Cezayir, Mısır, Tunus, Yemen, Şam, Irak, Bosna başta olmak üzere tüm Balkanlarla ve tüm İslam coğrafyalarıyla “Ey Osmanlı! Yokluğunu ne çok ve ne uzun hissettirdin!” diyerek Rabbimizden bu sahipsiz fetret döneminin bir an önce bitmesini niyaz ediyoruz.