Kadim Dünyanın İpuçları

Ve Üsküp… Bize kadim dünyamızı hatırlatan, şiirlerde, şarkılarda, türkülerde yaşayan, Yahya Kemal’e ilham veren şehir. Kadim dünyada şehirler ve nehirler birbirini izler. Vardar üzerinde Mimar Sinan tarafından yaptırılan taş köprü adeta iki dünya arasında kurulmuş. Birbirini anlamaya davet ediyor

Kemal KAHRAMAN

Dr., Tarihçi

Devr-i fütuhu sur-i Sirafil müjdeler

Hak’dan nizam-ı alemi temine er gelür

Yahya Kemal

Geçtiğimiz günlerde yolumuz Makedonya’ya düştü. Üsküp havaalanına indikten sonra genel anlamda ülkeyi görmeyi planladık. Batı’ya doğru gittiğimizde karşımıza Kalkandelen çıkıyor. Onlar Tetovo diyor. Müslüman Arnavut nüfusun yaşadığı bölgenin önemli bir şehri. Orada Harabati Baba tekkesi görülmesi gereken bir yer. Avlusu, ince süslemelere sahip ahşap yapıları, veranda, cumba, sundurma ve çatıları, içlerinde Osmanlı devri hayat tarzını yansıtan eşyaları, bir köşede kabristanı, camisi, çeşmesi ve asırları işaret eden ağaçlarıyla kendine ait bir şahsiyeti, ruhaniyeti olan bambaşka bir âlem. Şimdi ismiyle müsemma olmuş. Bakıma muhtaç olmasının kendine özgü nedenleri olabilir.

Oradan içiyle dışıyla tamamen çeşitli renk ve desenlerle tezyin edilmiş Alaca Camii’ne geçtik. Avlusu, şadırvanı, kabristanı, bahçe duvarları, her şeyiyle bize hiç yabancı olmayan bir dünya.  TİKA tarafından restore edilmiş. Kadim Anadolu şehirlerinden bugüne kalabilen tarihi yapılarda aynı hisleri alabilirsiniz. Burada esas konum gezi notları olmadığından hemen daha güneye, Ohri’ye geçmek istiyorum. Büyük bir tatlı su gölü olan, Makedonya ve Arnavutluk arasında yer alan Ohri Gölü kıyısında şirin küçük bir şehir. Osmanlı devri şehir dokusu yerinde duruyor. Camiler, çarşılar, esnaf geleneği, tekke, ezanlar. Evet Makedonya’da camilerde Anadolu şehirleri gibi normal olarak ezan okunuyor.

Çarşılarında, kaleye doğru yürüyüşlerimizde Osmanlı mimarisinin, sokak planının yaşamakta olduğunu görmek insana ayrı bir hüzün veriyor. Bir yönüyle geçmişi hatırlatmasından, bir yönüyle de karşılaştırma imkânı vermesinden; biz ne yazık ki birçok Anadolu şehrinde geleneksel dokuyu koruyamadık! Hatırı sayılır bir Türk nüfusun bulunduğu ülkede sanırım Makedonlar da biraz Türkçe biliyor. İlişkilerde sürekli bir kopukluk, çatışma yaşanmaması, hatıraların canlı kalmasına yardımcı olmuş.

Ohri’de yine TİKA tarafından restore edilen Halveti– Hayati Tekkesi, bugün cami hüviyetinde olsa da mekân olarak çok iyi korunmuş, aslına uygun hale getirilmiş. Ortasında güzel bir soba, kenarlarda yer minderleri dizilen ahşap çatılı odada kim bilir ne güzel meclisler kuruldu diye düşünüyor insan. Onların Bitola dediği Manastır’da İdadiye giden caddede yürürken, bedesteni gezerken, İshakiye Camii avlusunda ezan dinlerken hep aynı atmosferi soluduk.

Fotoğraf: Kemal Kahraman (Ohri, Halveti Tekkesi)

Ve Üsküp. Bize kadim dünyamızı hatırlatan, şiirlerde, şarkılarda, türkülerde yaşayan, Yahya Kemal’e ilham veren şehir. Kadim dünyada şehirler ve nehirler birbirini izler. Vardar üzerinde Mimar Sinan tarafından yaptırılan taş köprü adeta iki dünya arasında kurulmuş. Birbirini anlamaya davet ediyor. Yugoslavya devri modern yapıları arkada bırakıp köprüye girdiğinizde, o sizi zamanda yolculuğa çıkarıyor. Karşı yakada kendinizi Osmanlı dünyasında buluyorsunuz. Arnavut kaldırımlı parke taşlı sokaklar, birbirine kenetlenmiş gibi zamana direnen dükkânlar, sokağın ucunda siluete manevi anlam kazandıran minareler.

Dükkânlara gelince, Üsküp köftesi, burek, kuru fasülye, kaymaçina, trileçe, çay ocakları, kuyumcular, gümüşçüler, Ohri incisi satanlar. Üsküp terliği imal eden bir dükkândan Osmanlı desenlerini yaşatan bir çift çocuk terliği alıyoruz. Bu dünyayı Bulgaristan’da Filibe’de de görebilirsiniz. Saraybosna’da, Travnik’te, Mostar’da hep aynı rüya. Safranbolu’da, Amasya’da, Mardin’de, Diyarbakır’da gördüklerinizi, Halep’te, İskenderiye’nin eski mahallelerinde, Selanik tepelerinde aynı şekilde görebilir, içinizde duyabilirsiniz. Budin’de ipuçlarını sürüp Kırım Bahçesaray evlerinde aynı dünyanın nakışlarını, eyvanlarını hayranlıkla izlersiniz. Buna Batılılar Pax Ottomana diyorlar. Siyasi anlamda Osmanlı barışı ama dünyaya nizam veren kültür anlamında Osmanlı medeniyeti.

Bursa’da, Edirne’de, İstanbul’un semtlerinde ruhumuza nüfuz eden, bir yandan hüzün bir yandan inşirah veren, bize bambaşka bir âlemden rayihalar sunan o alem nasıl tarif edilebilir? Nice şiirler, şarkılar, kitaplar, sütunlar, kümbetler, desenler, sesler, kokular onu anlatmaya çalışıyor. Günümüz dünyasından bakarak kavrayabilmek yürek ister. Bu duyguları basit bir geçmişe özlem, bir nostalji olarak değerlendirmek yüzeysel bir yaklaşım olacaktır. Bir inanç sisteminden ve onun şekillendirdiği dünyadan bahsediyoruz. Harflerine yabancı kaldığımız arşivleri, kütüphaneler dolusu kitapları çözmek anlamamıza bir ölçüde yardımcı olabilir. Fakat öyle bir kopukluk yaşanmış ki onların yeterli olmasını beklemek pek doğru olmayacaktır.

Dünyaya nizam verdiğimiz zamanlar derken hamasi bir söylemle karşı karşıya olduğumuz düşünülmesin. Burada siyasi veya askeri hâkimiyetten söz etmiyoruz. Onu değerlendirmeyi tarihçilere bırakalım. İslam toplumu, Osmanlı kültür dünyası, içinde barındırdığı bütün medeniyet birikimlerinden faydalanarak kendine özgü bir sentez ortaya çıkarmıştı. Batı dünyası gerek haçlı seferlerinde, gerek Endülüs ve Osmanlı ile olan temaslarında bu birikimden faydalandı ve kendi deyimleriyle ‘aydınlanma’ çağına girdi. Bilim adamları günümüze kadar gelen bu etkileşimi araştırmalarıyla ortaya koyuyor. İslam ve Osmanlı medeniyeti kendi dünyasını maddi ve manevi anlamda şekillendirdiği gibi siyasi sınırlardan çok daha geniş bir alana yayılan kadim bir dünyaydı.

Şehirlerimiz, çevremiz, kullandığımız eşyalar ve davranış kültürümüz bize dünyaya bakışımız hakkında gerekli ipuçlarını veriyor. Onlara şekil verdiğimiz zamanlardan, büyük ölçüde başkalarından etkilendiğimiz bir sürece girmiş bulunuyoruz. Artık nasıl yaşayacağımıza, sokaklarımızın, evlerimizin, eşyalarımızın nasıl olacağına karar veren, bizim medeniyetimiz değil. Ankara’da Hamamönü bölgesine gidin. Eskişehir’de Odunpazarı’na. Diyarbakır Ulu Camii civarına, Urfa’da Halilürrahman’a. Safranbolu’da Asmalı Konak’ta misafir olun. Beypazarı’nda Alaeddin Camii’nde namaz kıldıktan sonra eski çarşılarda dolaşın. Göynük’te Akşemseddin türbesini ziyaretten sonra bir konağa girin.

Fotoğraf: Kemal Kahraman (Eskişehir, Odunpazarı)

Vaktiniz olursa oradan Taraklı’ya geçin. Eski camileri, bedestenleri, müze olarak düzenlenmiş evleri ziyaret edin. Günümüzden oldukça farklı bir dünyayla karşılaşacaksınız. O sokaklar, evler, hatta eşyalar, bambaşka bir dünyaya ait, adeta şahsiyeti olan varlıklardır. Perdeler, süslü pencereler, yüklükler, sedirlerin arkasında özenle kanaviçe işlenmiş örtüleriyle hasır yastıklar sizi yüreğinizden sarmalar. Ziyaret edenler ruh dünyasında huzur bulur. Bu yüzden ille de oraları görmek, hissetmek isterler. Yoksa neden insanlar tatil günü İstanbul’dan yola çıkıp Cumalıkızık’a, Göynük’e, Ankara’dan yola çıkıp Beypazarı’na kadar gitmeyi göze alsın? 

Bu örnek mekânları turizmi teşvik etmek için sıralamıyorum. İnsanları oraya götüren nedir, düşünmeye davet ediyorum. O zaman neden kimsenin görmek istemeyeceği, huzur duymayacağı mekânlar yapıyor, eşyalar kullanıyoruz? Bir zamanlar inandığımız gibi yaşayamadığımızı söylüyorduk, yoksa artık yaşadığımız gibi inanmaya mı başladık? Kent yaşamı ve maliyetlerle ilgili söyleve hazırlananlar zahmet etmesin. Maddi imkânlar arttıkça kendi dünyamızı kurmamız kolaylaşmıyor. Aksine, dışımızdaki dünyanın emrivakileri daha bir inandırıcı olmaya başlıyor.  Geçmişe göre ekonomik gücümüz arttığı halde hayatımızı neden ‘kendimize göre’ şekillendiremiyoruz? Osmanlının deyişiyle âleme nizam veremiyoruz? 

Çevremizde, sokaklarımızda, evlerimizde belli ki bir şeyler yanlış gidiyor. Varlık seviyesiyle birlikte binalarımız yükseldi, sokaklarımız, kaldırımlarımız, park eden araçlardan yürünemez hale geldi. Hanelerin birbirinin haklarına riayet ederek sıralandığı devirler çok gerilerde kaldı. Evlerimiz ne kadar gerekli olduğu belli olmayan, insana huzur ve genişlik değil darlık hissi veren eşyalarla tıka basa doldu. Her yeri aydınlatan lambalardan, avm’lerde geçen saatlerden, gece yarılarına kadar süren tv, internet, cep telefonu seanslarından tabiatla aramıza duvarlar örüldü. Geceyi, gündüzü, ağacı, yaprağı, toprağı kaybettik. Tabiatla olan temasımız giderek azalıyor. Eskiden anneler çocukları eve çağırırken bugün dışarı çıkarmaya çalışıyor.

Çevre ve ekoloji konularının revaçta olduğu, buna karşılık insan tabiatına büyük saldırıların yaşandığı günümüz dünyasında toplumsal birikim olarak vereceğimiz çok önemli mesajlar vardır. Aşağılık kompleksini üzerimizden atabilirsek, bizde modern dünyanın ihtiyacı olan çok şey bulunabilir. Sosyal hafızamıza dönmenin, kendimize özgü dünya kurma yeteneğimizi hatırlamanın zamanı gelmiştir. Sokaklarımız, evlerimiz iç dünyamızı yansıtan sahnelerdir. Onları, huzur içinde yaşayacağımız mekânlar haline getirebiliriz. Mimarlar, sosyologlar, psikologlar, tarihçiler, din adamları, yeniden bize özgü bir çevre inşa etmek için birlikte çalışabilir.

Fotoğraf: Kemal Kahraman ( Başçarşı, Saraybosna)

Yaşadığımız mekânlar planlanırken geleneksel aile yapımız dikkate alınmalıdır. İnsani ilişkilere, komşu ve esnaf kültürüne uygun tasarlanmalıdır. Yakınlarımızı, büyüklerimizi misafir etmeye, ana babalarla birlikte yaşamaya uygun olmalıdır. Bu gibi şeyleri maddi imkâna bağlamaksa doğru değildir. Ne yazık ki varlık ve eğitim seviyesiyle birlikte, misafirperverlik artmıyor. Aksine misafire, ana babaya evde ayrılan yer azalıyor. Daha az imkânı olanlar daha gönüllü olabiliyor. Bunun nedenleri üzerinde iyi düşünülmelidir. Anadolu ve Balkan coğrafyasında izleri hala yaşayan kadim bir dünyanın ipuçları yardımcı olmak için bizleri bekliyor.