İslâm fıkhı literatüründe mahrem kelimesi kullanılmakla beraber, modern dönemde kullanıldığı anlamıyla bir mahremiyet tanımlaması yer almaz. Zira mahremin tanımlanması, önemli ölçüde mahremiyetin tanımlanması demektir.
Mustafa ŞENTÜRK
Prof. Dr., Trakya Üni. İlahiyat Fak.

Mahremiyet, yaşadığımız çağın en çok tehdit ettiği husûslardan biri, belki de birincisidir. Çok şükür ki -ve hiç değilse toplumumuzun bir kesiminde-, hâlâ bir mesele olarak gündemde yer bulabilmektedir. Günümüz literatüründe mahremiyet; genel olarak, kişilerin yalnız başına kalabildikleri, ‘istedikleri gibi’ düşünüp davranabildikleri, başkalarıyla hangi mekân, zaman ve şartlarda ve ne ölçüde ilişki ve iletişim kuracaklarına ‘bizzat kendilerinin’ karar verebildikleri bir alanı ve bu alan üzerinde sahip olunan hakkı ifade etmek üzere kullanılmaktadır.
“Mahremi, -aynı kelime kökünden türediği- ‘haramla’ irtibatlandırmayan” ve mahremiyetin ölçüsü olarak insanın kendisini merkeze koyan bu tanım, seküler bir yaklaşımdır ve İslâmî açıdan çok yönlü olarak eleştiriye açıktır. Zira böyle bir tanımla/ma, bedeni dünyevileştirir ve seküler müdâhalelere açık hâle getiririr. Oysa inancın bedene ilgisiz kalması söz konusu değildir ve her konuda olduğu gibi helâli-haramı, mahremi ve mahremiyeti belirlemede yasa koyucu/şâri’, insan irâdesi değil ilâhî irâdedir. Çünkü bir bedene “sahip olması” da bu sahipliğini ebediyen sürdürmesi de insanın irâdesi dışındadır. Kur’ân’ın diliyle bir kez daha vurgulamak gerekirse, “insanın yaşamı da ölümü de ilâhî irâdenin elindedir” (En‘âm 6/162). Hâliyle bu telakkî, “insanın bedeni üzerindeki hakkından” çok “bedeninin insan üzerindeki hakkını” öncelemektedir. Buna göre insan, kendisine bahşedilen ve “emânet” olarak verilen organları üzerinde mutlak söz sahibi değildir. Bundan dolayı İslâm’a göre insan, bu dünyada bedeni üzerinde mesela ötenazi ve/ya intihar uygulayamaz, organlarını satamaz, onlara zarar veremez, organları üzerinde keyfî uygulamalar yapamaz; Âhirette de mesela organları insanın irâdesi dışında aleyhinde “şâhitlik edebilir” (Yâ-sîn 36/65; vd.).
Meselenin bir başka boyutu da şudur ki, insanın mahrem(iyet) üzerinde mutlak yetkilendirilmiş olduğu kabul edildiği takdirde, göreceli yaklaşımlardan dolayı, bu durumun kaosa yol açması mukadderdir. Açmak gerekirse bu konuda insan tek/el/ine bırakılmış bir ölçülendirme, çeşitli din, medeniyet ve/ya kültürler ile bunlara bağlı ‘özgürlük’ anlayışlarının da etkisiyle, durumu kabul edilemez hâle getirebilir.
İslâmî bakış açısına göre, insana bedeniyle ilişkisinin diğer canlılardan farklı olacağı, daha ilk başta öğretilmiştir. Bu süreç, “şecere/yasak meyve” metaforu (?) ile başlayıp olayın ardından Âdem ile Havvâ’nın “sev’elerini/ avretlerini” örttükleri (A’râf 7/20, 22, 26-27) ve Kâbil’in kardeşi Hâbil’i öldürdüğünde onun “sev’esini/cesedini” ne yapacağını bilemediği zaman bütün bu husûsların insanoğluna ilâhî irâde tarafından öğretilmesine (Mâide 5/31) kadar götürülebilir. Bedenin hem yaşarken hem de öldüğünde “örtülmesini” işaret eden, böylece bedeni mahrem sayan bu sürecin, aynı zamanda yeryüzünde “insanlığın başladığı” süreç olarak değerlendirilmesi yanlış olmayacaktır bize göre. Zira bedenin/avretin örtülmesi bilinci, evrende yalnız insanoğluna ‘bahşedilmiştir’.
İslâm fıkhı literatüründe mahrem kelimesi kullanılmakla beraber, modern dönemde kullanıldığı anlamıyla bir mahremiyet tanımlaması yer almaz. Zira mahremin tanımlanması, önemli ölçüde mahremiyetin tanımlanması demektir. Buna göre mahrem kelimesi, “haram kılınmış” anlamına gelen ve “birbiriyle evlenmesi dinen yasaklanmış olan akrabayı” ifade etmek üzere kullanılan bir fıkıh terimidir.
Türkçe lügatlere bakıldığında mahremiyet kelimesinin; giz/li, sır/lı ve başkalarından saklanan, başkaları tarafından görülmesi, bilinmesi ve/ya duyulması istenmeyen durum ve özellik/ler anlamında kullanıldığı görülür.
Bu çerçevede mahremiyet kavramını tanımlamak için yapılan denemelerin de yetersiz olduğunu belirtmek gerekir.
Mahremiyet konusunun, kültürümüzde aile hayatı ve kadın alanına indirgenmesi doğru değilse de bu alanla ilgisi ve öncelikli algısı nedeniyle özellikle cinselliği ve cinsel alanı çağrıştırdığı kabul edilecektir. Bu durumda literatürde beden mahremiyeti ile avret mahremiyeti kavramlarının birbirleri yerine kullanılması pek yanlış olmasa gerek. Zira din dilinde avret kelimesi, vücutta dinen örtülmesi gereken ve -helâli dışında- başkasının -dokunması bir yana- bakması “bile” haram olan yerleri ifade eder.
Ahlâkî ve hukûkî boyutları itibarıyla, mahrem/iyet için farklı tanım/lama, yargı/lama ve yaptırımların mümkün olduğu düşünülebilir. Hukûkî yaptırıma konu olmasa da bizce dînî açıdan böyle bir ayrım yapılamayacağı için mahremiyeti tanımlama denememiz bu doğrultuda olacaktır. Zira “hayâ îmândandır” (Buhârî, Îmân, 16) ve “hayâ edilip kendisinden utanılmaya en layık olan Allah’tır” (Tevbe 9/13; Tirmizî, Kıyâmet, 24). O takdirde mahremiyet, aynı zamanda Şâri’ olan Yaratıcı’nın, kişinin özel hayatında; kendisi, hemcinsleri, diğer canlılar ve eşyâ ile kuracağı ilişki, aynı zamanda melekler ve cinler ile paylaştığı alanda, belirlediği sınırlar çerçevesinde -kişinin kendisi de dâhil- taraflara yüklediği hak, görev ve sorumluluklar şeklinde tanımlanabilir. Buna göre beden mahremiyeti ya da avret mahremiyeti, kişinin önce yaratıcısının sonra hem kendisi hem de başkalarının, bedeni ve -cinsiyetine göre- avreti üzerindeki hak, görev ve sorumluluklarıdır. Pek tabîî ki bu mahremiyetin sadece “fiziksel olmadığını”, “takvâ elbisesinin” daha hayırlı olduğunu (A’râf 7/26), ayrıca “dokunulmazlık” ile sınırlı olmayıp “gör/ün/mezliği” de kapsadığını (Nûr 24/30-31) belirtmek gerekir. İlâveten mahremin tarafları ve gereği dışında konuşulması yani gıybeti bir yana, îmâ ve işâreti hatta hayâli bile dînî sorumluluk çerçevesindedir.
Kur’ân’da Beden Mahremiyetini İfade Eden Temel Kavramlar
Kur’ân’da beden mahremiyeti bağlamında telakkî edilebilecek olan ve yukarıda değindiğimiz sev’e/sev’ât kelimesinden başka dört temel kavram ferc, zînet, ceyb ve avret kelimeleri, Nûr Sûresi’nin aşağıda verilen 30-31. âyetlerinde yer almaktadır:
“Mümin erkeklere söyle, bakışlarını (haramdan) sakınsınlar, ferclerini korusunlar; bu onlar için daha nezihtir. Üstelik Allah (onların) yaptıklarından haberdardır. Mü’min kadınlara da söyle, bakışlarını (haramdan) sakınsınlar, ferclerini korusunlar; açıkta olanlar hâriç zînetlerini göstermesinler ve başörtülerini ceyblerinin üzerine iyice örtsünler. Zînetlerini; kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları, kocalarının oğulları, kendi kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları, câriyeleri, cinsel arzusu kalmamış erkek(hizmetçi)ler ve(ya) kadınların avretlerinihenüz anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Ayrıca gizledikleri zînetler farkedilsin diye ayaklarını vurmasınlar”.
Âyette konu edilen fercten; erkek ve dişilerin cinsel organları, ön tarafları ile etrafını kapsayan kısımları; zînetten ise kadının “açıkta olan (elleri ve yüzü) dışında” genellikle takıların takıldığı kol, bacak, boyun, baş, göğüs ve kulakları ile âyette zikredilenlerden başka bakılması helâl olmayan yerleri, yani “aslî zîneti” olarak bedeninin ilgili kısımları; ceyb ile boyun/koyun yani göğüs bölgesi, avret ile de cinsiyeti belirleyen kısım anlaşılmıştır.
Cinsel organı ve/ya bölgeyi ifade etmek üzere birbirleri yerine kullanılan ferc, sev’e ve avret kelimeleri arasında, ilgili kelimelerin lügat anlamlarından da hareketle, şu şekilde bir semantik bağ kurulabilir: Cinsel organı ifade etmek için fercin kullanılması bu kelimenin doğrudan lügat anlamıyla ilişkisi sev’enin kullanılması cinsel bölgeyi gös/ter/menin “kötü” olması, avretin kullanılması ise bu bölgeyi gös/ter/me durumunda “utanılması” nedeniyledir. Öte yandan zînet ile ceyb arasında da bir semantik ilgi kurulabilir. Buna göre zînetin yukarıda aktardığımız iki manası da göz önüne alındığında, her iki mananın da kadının “süsü” olup bunların câlib-i dikkat olması; boyun, koyun ve göğüs bölgesini ifade eden ceybin ise hem “zînet bölgesi” olması hem de bunların kadının “aslî zîneti” olması dolayısıyladır denebilir.
Beden mahremiyetinin korunması için, Kur’ân’ın önümüze koyduğu somut tedbirleri özelde bakışların, fercin, zînet yerlerinin korunması ile başörtüsü ve dışörtüsü kullanmak, avret (vakitlerin)e uygun davranmak ve genelde ise -şemsiye bir kavram olarak- iffetli davranmak şeklinde özetleyebiliriz.
İslâm düşüncesine göre insan, bedeninin “sahibi” değil “emânetçisidir”. O nedenle bedeni ve bedeninin mahremiyeti üzerinde belirleyici olan insan irâdesi değil ilâhî irâdedir. Aksini düşünmek, göreceli yaklaşımlara ve dolayısıyla kargaşaya yol açmaktır. Bu bakımdan İslâm’da “insanın bedeni üzerindeki hakkı” kadar, belki de daha fazla “bedeninin insan üzerindeki hakkıdır” söz konusu olan.
Tekrar etmek ve özetlemek gerekirse, mahremiyet; kişinin özel hayatında; kendisi, hemcinsleri, diğer canlılar ve eşyâ ile kuracağı ilişki, aynı zamanda melekler ve cinler ile paylaştığı alanda, Yaratıcı’nın belirlediği sınırlar ve -kişinin kendisi de dâhil- taraflara yüklediği hak, görev sorumluluklardır. Buna göre beden mahremiyeti ya da avret mahremiyeti de kişinin kendisinin ve başkalarının bedeni ve -cinsiyetine göre- avreti üzerindeki hak, görev ve sorumluluklarıdır. Pek tabîî ki “dokunulmazlık” ile sınırlı olmayıp “görünmezliği” de kapsayan mahremiyet “fiziksel” değildir ve “takvâ elbisesi” daha hayırlıdır.
Kur’ân’da ferc, avret ve sev’ât kavramları hem erkekler hem de kadınların; zînet ve ceyb ise sadece kadınların beden mahremiyeti bağlamında kullanılmaktadır. Bu durum, bir yandan kavramların çoğunun iki cinsi de kapsaması nedeniyle, Kur’ân’ın cinsiyetçi bir dil kullanmadığı; diğer yandan öbür iki kavramın sadece kadınlarla ilgili olması, erkek ve kadın avretleri arasındaki oran farkından kaynaklandığı şeklinde okunabilir. Yoksa -her ne kadar İslâm toplumlarında beden mahremiyeti, ağırlıklı olarak kadın bedeninin mahremiyeti üzerinden anlaşılsa da- beden mahremiyetinin kadına has kılınması, Kur’ân’ın ve Sünnet’in inşâ ettiği değerler manzûmesine aykırıdır.
Allâhu a’lem.