İnsanı marifet ehli kılacak her türden kutsal, bilinçli bir mahremiyet eylemi gerektirir. Esasında korunması gereken cisme, bedene, zaman ve mekâna sığmayan fikirdir, inançtır.
Şehnaz FINDIK

Göbeklitepe’de bundan tam 12 bin yıl öncesine uzanan, bilinen en eski kült merkezi keşfedildi. Keşfedildiği andan itibaren insana ve tarihe dair ne varsa yeniden tartışmaya açtı. Çünkü bilinen tarihin aksine insanoğlu, oldukça erken yıllarda toplu yaşamaya başlamıştı. Bunun yanında araç gereç kullanmayı, tarımı, gündelik yaşam bilgisini, ahlaki değerleri, Tanrısal gücü ve ona saygı duymayı da biliyordu. Avcı toplayıcı olması beklenen sözde ilkel insan, organize bir şekilde ileri bilgi ve kabiliyet gerektiren mimari bir yapı ortaya koymuştu. Üstelik bereketi, toprağı, ölümü ve yaşamı düşünerek, Tanrı’yı anmak ve yüceltmek için yapmıştı bunu. İnanmak, iman etmek ve tapınmak ihtiyacından dolayı insan, yaratıcısına yaklaşmak için kendince “kutsal” bir mabet inşa etmişti.
Taşı taşa vurarak “Aaa yaktı, o zaman pişirir de” demesi gereken insandan devasa sütunları kesmesi, uzak bir yere taşıması, üzerine bazı işlemeler yapması ve hatta ahiret inancına dair işaret ve semboller kazıması beklendik bir durum değildi. Oldukça mahrem, dokunulmaz ve korunması elzem bir inancın ürünü olarak bu mabet, insanoğlu için korkunun, bilinmezliğin ve pragmatist beklentilerin bir göstergesiydi. Göbeklitepe’den seslenen insanlık, kalben ve aklen “Buradayım Ulu Yaratıcı, Âdem’den biriyim ve seni tanımak istiyorum” diyordu. Bu da ilk insan topluluğunun “mahrem” bir kutsal bilgisine sahip olduğu anlamına geliyordu.
Bir kutsala sahip olmak hiç şüphesiz, koruyacak ve gözetilecek bir mahremi olmaktır. Hz. Süleyman’ın mühründen tutun da Hz. Salih’in devesine kadar mukaddesatın korunması, dokunulmaz kılınması ve insanlığa bu mukaddesata muhafız olma göreviyle bir mükellefiyet atfedilmesi, tarihin her safhasında görülür. Müslümanlar nezdinde “el-Beytü’l-muharrem” olan Kâbe’nin her türlü çirkinlik, tehdit ve saygısızlıktan korunması ne kadar elzem ise Ashâb-ı Kehf’in Mü’mince yaşama ülküsünün korunması da yine o kadar elzemdir. Nitekim insanlığa mahremiyet vazifesini hatırlatan bir nişane olarak Kâbe’nin öğretmek istediği en mühim mesele de budur. Ebrehe’nin Kâbe’yi yıkma girişimi, insanoğlunun kendi menfaatine ters düştüğü yerde bir kutsalın dahi mahrem sınırlarını ihlal edebileceği gerçeğini ortaya koymuştur. Bundandır ki her ne kadar doğrudan kendisine kastedilmiş olsa da yıkılmak istenen Kâbe’nin duvarları değildir; o duvarların temsil ettiği tevhid, koruduğu inanç ve insanlığa yüklediği duruş vazifesidir. İnsanı marifet ehli kılacak her türden kutsal, bilinçli bir mahremiyet eylemi gerektirir. Esasında korunması gereken cisme, bedene, zaman ve mekâna sığmayan fikirdir, inançtır.
Nesilden nesile aktarılan güçlü bir mesaj, sahip olduğu manaya binaen kutsiyet taşır. Ancak insan belirli sembol, söz, ritüel ve mekân aracılığıyla aslolan manayı hissetmeye daha çok meyillidir. Bundandır ki insanın sahip olduğu “kutsal”, onun aşikâr etmemesi gereken mahremidir. Dolayısıyla kemâle ermek isteyen insanın Yaradan ile olan ilişkisi; kendisine ilham olunan his ve haller, onun dokunulmaz kıldığı haremidir. Sözde evrimini tamamlamamış olan ilkel insanın böylesine bir kutsal sahibi olması ve bu kutsalın mahremiyeti için belirli had ve usuller ortaya koyması, Batılı araştırmacıların beklemediği bir durumdur. Evet, insanın yaradılıştan getirdiği sezgiler, refleksler ve bilinç gibi Yaradan’ını arama, tanıma ve inanma eğilimi de söz konusudur. Böylelikle insanın Yaradan’a inanma ve onu sevme biçimi kendine has bir kutsiyet hâsıl ederek insan ve yaratıcısı arasında teâkud edilmiş yeni bir mahremiyet alanı ihdâs eder. Bu alan, inanan için kulluk bilincini idrak edebileceği mahfî bir konumdur.
Öte yandan semavi inançların ve İslâm’ın esas itibariyle dokunulmaz kıldığı şeyler, mahremiyeti ihlal edildiğinde ifsat edilmek, değiştirilmek veya imha edilmek suretiyle insanoğlunun kendi sonunu getirmesine sebep olacak türden konulardır. Kutsalını kaybeden insan, kendini, ruhunu, ilahi maksadını, felah vesilelerini ve toplumsal erdemlerini kaybeder. Hristiyanlığın bugün yaşadığı serzenişin temelinde böylesi bir kayıp vardır. Sembollerle ve vicdan rahatlatmak için ezberlenmiş ritüellerle sözde Tanrı’yla kucaklaşılan bu türden bir iman, kendi kutsalını tahrip ederek onu görüntüye hapsetmiştir. Dolayısıyla boynunda hac ile gezen ve fakat İsa’nın çarmıha gerilmesini içli bir şehvetle sahneye taşıyan barbarlığı, ancak kutsalın kaybedilen mahremiyeti açıklayabilir.
Bir başka açıdan kutsal, yapısı ve özü itibariyle her daim teberrük aracıdır. Ancak mahremiyeti ihlal edilmiş bir kutsal, kendisiyle mana bulacak insan için yalnızca sembolik bir aidiyet nesnesidir. Böylelikle ortada ne İsa’nın iletmek istediği mesaj ne de onun ashabının erdemlerini kavrayabilecek bir iman kalmıştır. Protestan ahlakının öne sürdüğü tüm varsayımlar insanın kendi eliyle kutsal edinmesine işaret etse de esasında insan için kutsal, mahremiyet alanında olduğu müddetçe kutsal olma niteliğine haizdir. Dolayısıyla korunmaya ihtiyaç duyulmayan, şeffaf ve herkesin tahribatına açık bir kutsal, kâğıttan mabet hükmündedir. Böylesi bir mabedin müdavimi olan insan da kapitalist dünyanın hayal ettiği korunaksız ruhun temsilcisi olacaktır.
Kutsal, mahrem sınırlar içerisinde dokunulmaz olan ve önemine binaen mutlak surette saygı duyulması gerekendir. Somut olarak Göbeklitepe’de de örneği görülen insani hislerin, sezgilerin, umudun ve kolektif eylemi teşekkül etmenin insan ruhunda bıraktığı etki, onu kutsal olmayan şeylerden ayıran en önemli husustur. İnsanları bir araya getiren, onlara temel yaşam ve tehlikeye karşı savunma içgüdüsü veren birlik bilinci, kutsalın disipline ettiği bir gerçekliktir. İslâm’ın, insanlık tarihi boyunca toplumsal yaşamı düzenleyici bir hukuk teşekkül ettiği temel öğretisinden hareketle insan, bu nizama uymayan ve kendisi için vazedilen bu dinden olmayan yabancıya karşı kutsalını korumaya meyillidir. Tevhid inancından sapmak ve menfaatleri doğrultusunda türetilmiş tanrılarla yahut onların sözde ulaklarıyla yeni bir sözleşme uydurmak da yine insanın asli kutsaldan suni kutsallara meyletmesi demektir. Bu, tıpkı paganlığın kendi nesnelerini, fikirlerini ve halk anlatılarını kutsallaştırmak suretiyle sapkın bir yolun mahremiyet alanlarını yaratması gibidir. Kapitalist dünya görüşünün sıkı sıkıya sarıldığı bu türetilmiş kutsallık biçimi, yalnızca ideolojik saiklerle gündem edilen, müridanını demokratik yollarla seçebildiğiniz kâr odaklı eylemleri gerçekleştirmek üzere sözleşmiştir. Bundan dolayıdır ki bu kutsalın mahremiyetini garanti edecek olan ulus devlet müessesine büyük ihtiyaç duyacaktır.
Son olarak kutsalın mahremiyeti demişken, kapitalist dünya görüşünün “laisizm” kanalıyla sözde mahremiyetini güvence altına aldığı İslam’ın yine aynı görüşün temellendirdiği demokratik bir amentü olan “ifade özgürlüğü” kapsamında ihlal edilmesi meselesini kurcalamazsak olmaz. İslam’ın tüm geçen çağlara inat hâlâ korunacak, ulu orta gösterilmeyecek, yalnızca muhatapları ve mensuplarınca bilinecek mukaddesatının olması, içinde yaşadığımız çağı dizayn edenlerin istemediği bir durum. İlk insan topluluklarından bu yana dokunulmaz kılınan gizli, özel ve kıymetli olan bir kutsalın var olması, kendi türetilmiş kutsallarını temellendirememe endişesine sebep oluyor. Bu yüzden kendi kutsallarını tüketen, onları manasızlaştıran ve insan ruhuna ait hiçbir inanç mahremiyet alanı bırakmayanlar için kutsallarını muhafaza eden ve onları dokunulmaz kılan bir topluluk birçok soruna sebep oluyor.
Nihai olarak mukaddesatı olmayan insanı yaratmak için uydurdukları tarih; objektif olmayan verilerle temellendirdikleri bilim ve idealize ettikleri adaletsiz yaşam tarzı, esasında ruhsuz, kalpsiz ve mekanik bir toplum istiyor. Evrim, bilim veya zenginleşme yoluyla insanı memleketinden uzak düşürecek, insanı insana kırdıracak ve onun mukaddes bulduğu korunaklı alanını ihlal edecek her eylem; mal biriktirmenin, yalan ve hilenin, faiz ve gasp etmenin önünü açmak uğruna yapılıyor. Düşünün ki binlerce yıllık kutsal emanetler, kutsal mekânlar, kutsal kitap ve metinler yani tüm mübarek etiketli “şey”ler, yeni dünyanın en çok tükettiği ve en çok karşı çıktığı metalar haline gelmiş. Vaktiyle yere düşmesin, ayaklar altında çiğnenmesin diye imtina ettiğimiz mukaddesatın mahremimiz olduğu bilincini dahi kaybetmeye başlamışız. O vakit son vakıa hakkında bir soralım, “Yakılan Mushaf mıdır, uğruna baş verdiğimiz mukaddesatımız mı?”. Ne dersiniz?