Depremle Ölüm ve Diriliş…

Bir şer ve musibet karşısında mümin, yıkılan değil yeniden dirilen olmalıdır. Seni ve tüm varlığı, bir “Ol!” emriyle yaratan Rabbin, nelere kadir değil ki! Bize kul olarak düşen, vazifemizi bihakkın yerine getirmektir.

Mülayim Sadık Kul

Her zamanki gibi eşimin uyarılarını dikkate almaksızın gecenin geç bir vaktine kadar elimdeki yazıyı bitirmeye çalışmıştım. Eğitim döneminin son haftasına girmiştik ve aslında ertesi gün dersim olduğu için de bu kadar geç vakte kalmamam gerekirdi. Artık yazı mı bitti ben mi tükendim tam hatırlamıyorum. Yatmadan haberlere bir bakayım dedim. Gece 04:17’de Kahramanmaraş merkezli bir deprem olduğu haberiyle irkildim. Haber, çok genel ve ölü sayısı yüz küsur olarak ifade ediliyordu. Hayrolsun fazla ölüm yıkım olmaz inşallah diyerek dua edip yatmaya gittim.

Nereden bilebilirdim ki milyonlarca insanın ben sıcak yatağımda uyurken soğuktan sabaha kadar tir tir titrediklerini, enkaz altında can pazarında mahşeri yaşadıklarını!

Sabah namazıyla birlikte kalktığımda ilk işim, haberleri kontrol etmek oldu. Haberler hiç de iç açıcı gözükmüyordu. Deprem, zannedilenden daha büyük çaptaydı. Hemen abimi telefonla aradım, ondan daha sağlıklı bilgi alabilirim diye. O da maalesef çok büyük bir felaket olduğunu, on binlerce ölü olabileceğini üzülerek söyledi. Üniversiteye kafam allak bullak ve inşallah abimin dediği kadar ölü yoktur dualarıyla gittim.

Derse girdiğimde öğrenciler de zaten haberi almışlardı. Ölülerimiz için bir Fatiha üç İhlas okuyarak derse başladık. O gün sunum yapması gereken öğrencimiz gelmemişti. Biz de zaten aklımızdan çıkmayan deprem hakkında konuşmaya karar verdik. Böyle bir depremi nasıl algılamak lazım, Alman basınında çıkan haberler nasıl diye öğrencilerle fikir alışverişinde bulunuyorduk. Öğrencilerin çoğu üzgün olduklarını ve bu tür afetlerin elbette imtihanın bir parçası olduğu şeklinde görüş bildiriyorlardı. Bazı öğrenciler ise bu bölgelerden olup akrabalarından haber alamadıklarını söylediler. Henüz depremin ilk günüydü ve haberler çok yeniydi. Felaketin boyutunu Allah’tan ve depremzedeler haricinde hiç kimse tam olarak bilmiyordu. Öğrencilerimden birisi, babasının Hataylı olduğunu ve akrabalarından şimdiye kadar hiçbir haber alamadıklarını söylüyordu.

Bir öğrencim hariç hiç kimse, bu Allah’ın kullarına bir cezasıdır, dememişti. Ali ismindeki bu öğrencim, aslında bu meselenin Kur’an’da çok net olduğunu ifade ederek bildiğimiz bazı ayetleri peş peşe sıraladı. İşin doğrusu, ben de meseleyi nereye bağlayacak diye merak ediyordum. O “ayetlerin de açıkça ortaya koyduğu gibi, insanların başına gelenler kendi günahları ve azgınlıkları sebebiyledir” diye bir çırpıda söyleyiverdi. Aslında dedikleri Kur’an’dan hakikatlerdi. Bu sözler herhangi birine değil, bizi Yaratana ait tespitlerdi.

O anda sorulması gereken, yaşanan böyle bir felaket karşısında nasıl bir üslup kullanmak gerektiği sorusuydu. Bu öğrencime “sen bir trafik kazası yapmış olsan ve birileri yanına gelip cezanı buldun, kim bilir ne halt etmişsindir!” deseler doğru olur muydu, diye sordum. Öğrencim bunların kendi görüşü olmayıp Kur’an’a ait tespitler olduğunda ısrar ediyordu. Benim dikkatini çekmeye çalıştığım noktayla ilgilenmek istemiyordu. Ona göre mesele çok netti ve daha fazla bir şey söylemeye de gerek yoktu. Meselenin zannettiği kadar kolay olmadığını söylemeye çalışsam da onun beni anlamak gibi bir niyetinin olmadığı belliydi. İşin doğrusu, bu mesele gerçekten de cevabı kolay ve basit bir hadise de değildi.

Bu delikanlı aslında bizim kanımızın kaynadığı gençlik yıllarının ateşini temsil ediyordu. Bir ayet ve hadisle, çok çetrefilli konularda bile, basit ve anlaşılır genellemeler yaparak çözüm üretiliyordu. Sözlerine, ayetleri de destek yaptı mı başka bir şeye ihtiyaç kalmıyordu. Yaklaşık bizim gençlik profilimizi yansıtıyordu diyebilirim. Gençliğinde insana böyle konularda bir ayet veya hadis yetiveriyordu. Oysa ki, bu ayetler hakkında başka yorumlar var mı? Bu konuda göz önünde bulundurulması gereken bu ayeti tahsis eden ya da farklı anlaşılmasını gerektirecek başka bilgiler var mı? Bu sorular gençlerin gündeminde yoktu.

Düz mantıkla mesele gayet açıktı, öyle ya bu konuda ayetler ne diyorsa bize düşen de olayları bu ilahi uyarılar muvacehesinde değerlendirmek değil miydi? Başka türlü düşünmek, imanlı bir insan için kaypak bir durum olmaz mıydı? Bu konuda Mecelle’nin “Mevridi’n-nas’da ictihada mesağ yoktur.” gibi fıkıh kaidelerini de tam anlamadan ağzımıza sakız etmişliğimiz vardır. Yani açık bir ayet ve hadisin olduğu yerde tekrar içtihat etmeye gerek yok diyerek direkt ayetin zahiriyle amel etmeye kalkışıyorduk. Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenlerin kim oldukları gibi birçok konu, bizim için gayet açık ve netti.

Delikanlıyla tartışmanın boşa kürek çekmekten başka bir işe yaramayacağını fark edince bu konuda kendimin nasıl düşündüğümü kısaca izah etmeye çalıştım.

Kaza yapmış veya deprem gibi büyük bir felaket yaşamış, canından malından olmuş birine, öncelikli olarak onu rahatlatacak ve teselli edecek rahmet diliyle konuşmak gerekir kanaatindeyim. Zaten canı yanmış olan birine sizin, bu arkadaşın üslubuyla bazı hakikatleri hatırlatmaya çalışmanızın o an itibariyle ne faydası olabilir? Öncelikli olarak elimizden geldiğince olan biteni soğukkanlılıkla karşılayıp enerjimizi, o anda acil yapılması gerekenlere sarf etmek gerekir diye düşünüyorum. Her şeyden önce bu tür büyük laflardan ve genellemeler içeren tespitlerden imtina etmek gerekir. Zaten insanoğlu biraz imanı ve vicdanı var ise bu öz eleştiriyi kimse ona hatırlatmasa da olay akabinde aklı başına gelir gelmez yapmaya başlar. Bu, zamanı geldiğinde meseleyi en gerçekçi boyutuyla ele alarak en acımasız eleştirileri yapmamıza engel değildir. Her şeyin bir zamanı olduğu gibi her durumun da kendine uygun bir kelamı var anlamında “likülli makâmın makâlün” demiş büyüklerimiz.

Diğer bir mesele de her bela ve musibeti Allah’ın bir cezası olarak yorumlamanın ne kadar İslamî olduğu sorusudur. Peygamberlerin ve Allah dostlarının en büyük sıkıntı ve imtihana tabi olduklarını hatırlarsak bunların başına gelen sıkıntıları ve çektiklerini, yaptıkları hataların bir sonucu olarak görme imkânımız var mı? Bir tarafta başımıza gelenlerin, kendi yapıp ettiklerimizin neticesi olduğu bilgisi ve diğer tarafta bunların bir imtihan vesilesi olabileceği hakikati. Her ikisi de mevsuk ve Kur’an kaynaklı olan bu bilgilerimizi, birbiriyle nasıl bağdaştırmamız gerekir. Aslında bu konuyu bilenler açısından çok da zor değil.

Her şeyden önce, başımıza gelen felaketler, hastalıklar ve sıkıntılar aynen hayatın ve insanoğlunun kendisi gibi tek boyutlu veya tek sebebe indirgenebilecek basitlikte değildir. Aynı hadise bir taraftan yapıp ettiklerimizin karşılığı olabilecekken, aynı zamanda sabredildiğinde çok büyük bir rahmetin müjdeleyicisi de olabilir. Aynı musibet, birimiz için ceza olabilirken bir diğerimiz için rahmet olabilir.

Kur’an-ı Kerim’de bu anlamda “Olur ki, hoşunuza gitmeyen bir şeyde sizin için hayır, yine olur ki hoşunuza giden bir şeyde de sizin için şer vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara, 216) buyurulmuyor mu? Demek ki işlerin hakikatini bilen, sadece Rabbimizdir. Peygamberler bile ancak Allah Celle’nin bildirdiği kadarına muttali olurlar, daha fazlasına değil.

Öyleyse Müslüman, başkaları hakkında konuşurken daha dikkatli olmak zorundadır. Eskilerin dediği gibi “Sû-i zanda isabet etmektense hüsn-ü zanda yanılmak daha hayırlıdır.” Bu anlamda kendi nefsimizi kontrol altında tutmak adına başımıza gelen hadiselerde acaba nerede hata ettim diyebilmek muhasebe için daha anlamlıdır. Bunu kendi şahsımızda yapsak bile başkalarına daha insaflı ve dikkatli olmamız gerekir.

Atalarımızın dediği gibi iğneyi kendimize çuvaldızı başkasına batırmak gerekir. Bizler ise maalesef hep başkalarına karşı çok sert ve tavizsiz, kendimize karşı ise aşırı müsamahakâr oluyoruz. Olması gereken, ibret alıp her şeye gücü yeten Rabbe yönelmek değil mi? Bizi O’na çıkarmayan varlık da darlık da şerdir. Bizi O’na yaklaştıran bela da olsa hayırdır.

Bizim Anadolu irfan mektebimiz bu konularda nasıl davranmamız gerektiğini, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Tevfizname’siyle en güzel ifadesini bulmuştur:

“Hak şerleri hayreyler/ Zannetme ki gayreyler/ Ârif ânı seyreyler/ Mevlâ görelim n’eyler/ N’eylerse güzel eyler.

Deme şu niçin şöyle/ Yerincedir o öyle /Bak sonunu seyreyle /Mevlâ görelim n’eyler / N’eylerse güzel eyler.”

Bir şer ve musibet karşısında mümin, yıkılan değil yeniden dirilen olmalıdır. Seni ve tüm varlığı, bir “Ol!” emriyle yaratan Rabbin, nelere kadir değil ki! Bize kul olarak düşen, vazifemizi bihakkın yerine getirmektir. Esbaba tevessül etmeden tevekkül etmek, kendi kendini kandırmaktan öte bir anlam taşımaz bizim inancımızda.

Elbette bu depremle birlikte binlerce insan canından ve malından oldular. Bu büyük acı, tarifi olmayan ancak yaşayanın bilebileceği bir acı. Bize düşen, millet ve ümmet olarak hayatın bu tür cilvelerini hesaba katarak yaşamak. Değer verdiğimiz dünyanın anlık değişebileceğini bu deprem bizlere yeniden göstermiştir. Göçük altında günlerce kalıp tekrar hayata göz kırpan insanların hem içecek suları hem de gidilecek yolları var demektir.

Öğrencilerle yaptığımız hasbihal bizi buraya getirdi. Almanya başta olmak üzere Avrupa’nın farklı ülkelerinde yaşayan insanlar ilk günden itibaren organize olmaya çalıştılar. Türkiye ve Suriye’de yaşanan bu dramın acılarına ortak olmak, biraz da olsa yaraların sarılmasına katkı sağlamak için. Bu sadece Müslümanların değil gayrimüslim dediğimiz inançlı-inançsız tüm insanların ortak gayretine dönüştü. Etrafımızdaki insanlar ne yapabileceklerini, yardımları kime nasıl ulaştıracaklarını soruyorlardı. Özellikle cami dernekleri ve tüm Müslüman kuruluşlar, bünyelerinde bulunan yardım kuruluşlarını bu manada harekete geçirdiler.

Bu yapılanları bizatihi görmek, insanı bu acılı günlerde biraz da olsa yarınlar adına ümitvar kılıyor. İnsanlık ölmemiş diyorsunuz. Elbette art niyetli fırsatçılar her toplumda var. Bunlar bazen depremi bazen başka bir şeyi gerekçe gösterip zehirlerini kusmaya veya insanlara yardım etme yerine acılarına acı katmaya devam ediyorlar.

Bizler de günlerdir depremle yatıp depremle kalktık. Kurtulan her canla biz de yeniden dirilirken cansız çıkarılan her kardeşimizle de yeniden ölümü tattık. Etrafımızdaki insanları maddeten ve manen bu kardeşlerimizin yanında olmaya teşvik ettik. Bu süreçte deprem bölgesinde, sahada olan birçok dostumla haberleştik. Bölgeye giden arkadaşlarımla ve yeğenlerimle oralar hakkında televizyon ekranlarına yansıyandan daha fazlasını anlamaya çalıştık.

Bu bağlamda görüştüklerimden bir tanesi de bana ilim ve irfanı sevdiren, İmam Hatip yıllarından beri hep yanında yöresinde, mümkün olduğunda ders halkasında olmaya çalıştığım Ahmet Akın Çığman Hocamdı. O da bizler gibi haberlerin başından geç saatlere kadar kalkamadığını söyledi. Özellikle de “Tek Yürek” adı altında tüm basın ve yayın organların ortaklaşa yaptıkları bağış kampanyasını geç saatlere kadar izlediğini bildirdi.

Türkiye ve Dünya’daki uzmanların ifadesine göre, yüzyılın en büyük deprem trajedisi yaşandı ve meydana gelen artçılarla birlikte bunun uzun bir süre daha yaşanmaya devam edeceği görünüyor. Bu sebeple de artık bundan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını biliyoruz. Bu hadisenin depremzedelerle birlikte hepimiz için milat olduğunun farkındayız. Her kurtulan canla biraz daha umutlarımız yeşerse ve gönlümüzün yangınına birazcık su serpilse de yaklaşık 50 bin kaybımızın olduğunu bilmek, milyonlarca insanın evsiz ve çaresiz kaldıklarını görmek, çok acı bir imtihan.

Türkiye ve biz yıkılan binalarla birlikte hep beraber bu enkazın altında kalmış gibiyiz. İnsan ister istemez Rabbimizin Kur’an’da defalarca tekrar eden “İbret/ders almaz mısınız! Akıllanmaz mısınız!” uyarılarını hatırlıyoruz. İnşallah bu musibet gerçekten de bin nasihatten evlâ hükmünde olur da buradaki can kayıplarımıza sebebiyet veren ihmaller hem devlet hem de toplum olarak tekrar edilmez.

Elbette şer gibi görünen şeylerde nice hayırlar olabileceğini de göz ardı etmemek lazım. Sadece Türkiye’nin değil tüm İslam aleminin, hatta tüm dünyanın bu vesileyle, böyle bir felaket karşısında nasıl tek vücut olduğunu görmek de yine bu zor zamanda gelecekle ilgili umutlarımızı yeşertiyor. Tüm umutların bitti sanıldığı, her böyle büyük bir felakette, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin tevekkülünü en zirve noktada bize hatırlatan yukarıdaki dizeleri, imdadımıza yetişerek gönüllerimize biraz sükûnet veriyor.

Elbette Kur’an ve hadislerin haber verdiği şekilde inancımız, kaderde böyle bir deprem olacağının ezelde tespit edildiği şeklindedir. Bu bir bakıma kaçınılmaz bir durumdur. Ama madalyonun bir de diğer tarafı var. Bizim bu kaderdeki payımızı ve sorumluluğumuzu es geçen bir kader anlayışı ne İslamî ne de insanî olabilir. Kaderi ezelî ilmiyle tespit eden Allah, bize verdiği akıl ve bilgi vasıtasıyla almamız gereken tedbirleri de önceden haber vermiş değil miydi? Burada yaklaşık 500 yıldır patlamaya/kırılmaya hazır bir fay hattının olduğunu bize her türlü bildirmemiş miydi? Bu bölgede yapılacak binaların bütün bu riskler hesaba katılarak planlanması gerektiğini bilmiyor muyduk? Peki biz bu bilgileri niye dikkate almadık? Meseleye bu perspektifle yaklaşırsak, bilgiye verdiğimiz değerin aynı zamanda kaderimiz olduğu sonucuna varırız.

Duamız odur ki bundan sonra devlet ve toplum olarak şu üç günlük dünyanın faniliğini unutmadan herkes üzerine düşeni bihakkın yerine getirsin. Rabbim bu büyük felakette olan bitenden başkalarını suçlamadan önce, herkese kendi sorumluluğunu fark ettirsin! Müminler birbirlerinin aynası olduğu gibi devlet de toplumun aynası. Rabbim, “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz!” hadisini başkalarını suçlamak için değil de kendi keyfiyetimizi anlamaya ve gereğini yapmaya vesile kılsın! Dua ve niyazımızı bir hadisle taçlandıralım. Bir hadiste Peygamber Efendimiz Müslümanı, elinden ve dilinden diğer insanların emniyette olduğu kimse şeklinde tarif ediyor. Hadis bazı rivayetlerinde sadece Müslümanların değil, “elinden ve dilinden bütün insanların salim kaldığı kimse” şeklinde de gelmiştir. Eğer toplum ve devlet mekanizması olarak bu hadisin gereğini yerine getirsek, birçok beladan kurtulmuş ve ebedi saadet yolunda en önemli adımı atmış oluruz.

Mevlam ölenlerimizi şehitlik mertebesiyle taçlandırsın! Hastalarımıza acil şifalar versin! Tüm inananlar olarak “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” (Buharî, el-Edebu’l-müfred, hd. no 112) düsturunu hayat prensibi kılanlardan eylesin!