Vildan Serdar ile Turkuaz Gözyaşı Romanı Etrafında Söyleşi

“Halbuki Doğu Türkistan denen bir Türk yurdu vardı ve tüm coğrafyasıyla bir açık hava hapishanesiydi. Dünya bundan habersiz dönüyor ve yer küremizdeki diğer insanlar ekten püften sebepler yüzünden mutsuz olabiliyorlardı. Çünkü tüm gezegenimizi (Orta Asya Türk Cumhuriyetleri de dahil) tanıyorlar, fakat Doğu Türkistan’ı tanımıyorlardı.”

Vildan Serdar

Söyleşi: Şakir KURTULMUŞ

Vildan Serdar kimdir, bize kısaca kendinizden söz eder misiniz?

1967 yılında ailemin ilk çocuğu olarak Batı Trakya’da Gümülcine’de doğdum. Babam, Türk Azınlık ilkokullarında öğretmen, annem ise ev hanımıydı. İlkokulu Kırmahalle ve İdadiye okullarında, ortaokulu ise İstanbul’da tamamladım. 12 Eylül darbesiyle birlikte çalkantılı bir döneme giren eğitim hayatım, daha sonraki yıllarda bir kitap okuma tutkusuna dönüştü. Yüksek öğrenimimi tarih dalında yaptım.

Bir konuşmanızda ‘Doğu Türkistan’ adını ilk kez çocukken duyduğunuzu söylüyorsunuz. Bu ilginiz nasıl gelişti, neler okudunuz, neler öğrendiniz Doğu Türkistan hakkında?

Her çocuk gibi ben de sağımı solumu ayırt etmeye başladıktan sonra bazı şeyleri çok merak ediyor ve derinlemesine sorguluyordum. Mesela gittiğim okulumda öğretmenlerimin çoğu Yunanlıydı ve ben birkaç kelimeden başka Yunanca bilmiyordum. Bu durum hayatımı oldukça zorlaştırıyordu. Büyüklerimiz evde bizimle sürekli Türkçe konuşuyordu. Sokaktaki oyunlarımız, örf ve adetlerimiz, gelenek ve göreneklerimiz, velhasıl her şeyimiz Türkçeydi. Bir tane bile Yunan arkadaşım yoktu. 1974’te patlak veren Kıbrıs Savaşı iki milleti birbirine karşı daha da kanlı bıçaklı yaptığı için ne bu dili sevebiliyor ne de bir dostluk kurulacağı hayalini taşıyordum… Diğer yandan da hayatın gerçekleri her gün canımı yakmaya devam ediyordu. Yunan öğretmenim bir şey sorduğunda yerin dibine giriyor, özürlü çocuklar gibi kekeliyordum. Hayat evde başka, sokakta başka, okulda ise çok başkaydı. Sokaklarda, caddelerde asker veya polis gördüğümüz zaman kaçacak delik arıyor, sudan çıkmış balığa dönüyorduk… Biz Türkler için hayat neden bu kadar zordu? Bütün bunları büyüklerime sorduğumda bizim bu toprakların gerçek sahibi olduğumuzu, fakat artık boyunduruk altında yaşamamızın kaçınılmaz olduğunu söylüyorlardı…

Öğretmenimden azar işittiğim bir gün eve geldiğimde hıçkırıklar arasında boğulurken: “Doğu Türkistan…” dedi babam. “Uygur Türkleri…” dedi… “Çin…” dedi. Gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Benden daha acılı çocuklar da varmış dünyada, o gün öğrendim. Biz Avrupa’da yaşadığımız için şanslıymışız… Ama onlar… Ah onlar… Günde sadece bir avuç pirinçten başka yiyecekleri olmayan, babaları zindanlara atılan, anneleri devlet işlerinde zorla çalıştırılan, bebeklikleri dahi yaşayamayan, ana kucağı görmeyen, anne sütü alamayan bahtsızlar…  Henüz ilkokul çağındaydım bunları işittiğimde ve yüreğimden kan damlıyordu neredeyse… Artık rüyalarımda Yunan polisiyle aynı safta Çin polisi de vardı… Ve Uygur çocukları… Masum, mazlum ve mahzun çocuklar… Benim çekik gözlü kardeşlerim… Dindaşlarım, soydaşlarım… Can parçalarım…

Vildan Hanım önce şunu sorayım, Turkuaz Gözyaşı romanını yazma düşüncesi nasıl doğdu?

 “Turkuaz Gözyaşı” adlı eserimin ortaya çıkışı tamamen Çin’in acımasız yönetiminin bir neticesi… Kamp olaylarının başlaması eserin yazılmasında en büyük etken… Sosyal medyada Doğu Türkistan’ın adını dahi duymak zordur ne yazık ki… Televizyon kanalları haber programlarında böyle bir ülkeden bahsetmezler… Zaten adı “Özerk Sincan Bölgesi” olarak çoktan değiştirilmiştir. Uygur Türklerine ise neredeyse sadece tarih sayfalarında rastlarsınız… İslam’ı kabul eden ilk Türk devletinin sahibi olmaları sebebiyle oldukça önemlidirler… Fakat ya günümüzdekileri? 1949’den bu yana baskının, asimilasyonun, soykırımın her çeşidine maruz kalan bu insanlar neden dünyaya seslerini duyuramazlar? Yaşanan onca acıların çığlıkları neden Türk medyasında yankı bulmaz? Din ve kan birliğine rağmen neden bahsedilmez Doğu Türkistan’dan? Acı gerçeklerin üstü ne zamana kadar örtülecektir? Her yaştan ve (konumu ne olursa olsun) her meslekten insan; kadın erkek ayırt edilmeksizin Nazi usulü kamplara doldurulup kimliklerinden arındırılırken susmalı mıydım? Nasıl susabilirdim? Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytan değil miydi? Susmaktı asıl en büyük işkence…Gerçekler bütün çıplaklığıyla karşımdaydı. Ve yumuşak döşekler bana haramdı. Dikenler döşenirdi her gece yeni baştan yatağıma… Yastığım batardı yanağıma… Yorganım zehir salgılardı ısı yerine… Kelleyi koltuğa alma zamanı gelmişti belki de…

Evet Doğu Türkistan’da bir zulüm sergileniyor, oradaki kardeşlerimize baskı ve işkenceler uygulanıyor, bunun nedenleri üzerinde duralım biraz. Neden bu baskıcı uygulamalar devam ediyor. İslam’ın giderek güçleniyor olmasından mı endişe duyuluyor?

Nasıl korkulmaz ki hak dinin sahiplerinden? Onlar hakkı söyler sadece… Kur’an’dır onların sözleri… Allah’ın elçisidir rehberleri… Bu inançtır onları Viyana kapılarına dayandıran… Şehitlik mertebesini özleten… Unutturmak için yeni nesillere bu duyguları, arındırmak için onları benliklerinden, hangi hileye başvuracaklarını şaşarlar… İnce planları işlesin diye sabahlara kadar hesap yaparlar… Zindanlarda çürüttükleri İslam alimlerinin, toplumun saygın kişilerinin, masumların, mazlumların kanlarının yerde kalmayacağını aslında hissederler… Bu nedenle oldukça huzursuz bir hayat yaşarlar. İlahi adaletin bir gün vuku bulacağını bilirler… Sadece Çin’e özgü değildir bu korku, bütün İslam düşmanları aynı endişeyi yaşarlar…

Romanı yazmadan önce uzun bir araştırma yaptığınızı biliyoruz. Nasıl bir yol izlediniz? Nasıl temaslarınız oldu? Uygur Müslümanlarıyla birebir görüştünüz sanıyorum.

Gördüklerim ve dinlediklerim beni öylesine etki altına almıştı ki, kendimi zaten onlardan biri gibi hissediyordum. Gün boyu yaşadıklarımı onların hayatıyla kıyaslıyor, geceleri yatarken Çin’de bir toplama kampında uykuya yattığımı var sayıyordum. Her an hoyrat bir gardiyanın sesiyle yerimden sıçrayacağımı, konuşmanın, ağlamanın, hatta hissetmenin yasak olduğunu, farelerin cirit attığı bir mahzende sabaha çıkacağımı hayal ediyordum. Aile bireylerimin yemek masasının etrafına toplandığı zamanlarda, eşimin oturduğu yerin aslında hiç istenmeyen bir şahsiyete ait olabileceğini düşünüyordum… Çocuklarıma sarılmaya zaten utanıyordum. Uygur anneler evlatlarının kokusunu bile duyamazken ben yavrularıma nasıl sarılabilirdim? Her şeye ama her şeye artık bir lüks gözüyle bakıyordum. Nefes almak dışında normal hayatın tüm hareketleri Uygurlara yasak olduğuna göre ben gerçekten çok büyük bir hazineye sahiptim, çünkü hürdüm.  Takip edilme şüphesi olmadan sokaklarda özgürce yürümek bile çok büyük bir nimetti. Gözümün gördüğü her yer ve her şey nimetti, adeta bir yalancı cennette yaşıyordum… Halbuki Doğu Türkistan denen bir Türk yurdu vardı ve tüm coğrafyasıyla bir açık hava hapishanesiydi. Dünya bundan habersiz dönüyor ve yer küremizdeki diğer insanlar ekten püften sebepler yüzünden mutsuz olabiliyorlardı. Çünkü tüm gezegenimizi (Orta Asya Türk Cumhuriyetleri de dahil) tanıyorlar, fakat Doğu Türkistan’ı tanımıyorlardı.

Romanı okurken şahsen etkilendiğim, duygulandığım bölümler çok fazlaydı. Hele bir Uygur kadınının evine bir Çin ajanının yerleşip orada yaşayacağını söylemesi ve uzun bir süre aynı evde yaşamaya mahkum olmaları. Korkunç bir işkence. Dayanılır gibi değil. Bu sahneleri yazarken siz de etkilendiniz sanıyorum, neler düşünüyorsunuz bu konuda. Nasıl bir ruh halini yaşadınız bunları yazarken?

Öncelikle buna karar vermem kolay olmadı… Buhranlı bir dönemden geçtim. En yakın dostlarım, hocalarım, hatta ailem de dahil olmak üzere herkes ama herkes bu romanı yazmama karşıydı. Onlara göre Çin korkunç bir küresel güçtü ve her yerde arı gibi çalışan ajanları vardı. Gözümün yaşına bakmayacaklar, Yunanistan’da bile beni bulacaklar, köküme kibrit suyu dökeceklerdi. Onlardan gizli gizli çalışmalarıma başladım ve araştırmalar yapmak için yurt dışına çıktım. Dönüp yazmaya başladığımda ise Allah’tan başka kimseden korkmuyordum ve O, doğruların yardımcısıydı, bundan emindim. İstanbul’da Zeytinburnu ve Sefaköy’de dernekler, radyolar ve sahada uzmanlaşmış kişilerle görüştüm. Bu görüşmelerimin en can alıcı yönü kamplardan yeni çıkmış kadınlarla yüz yüze konuşmalarımdı. Zulmün çetrefillisine maruz kalmış, kadın olduğuna bin pişman edilmiş, ölmeyi yaşamaya yeğler olmuş bu hanımlar bana çok şey anlattı. Olayların canlı şahidiydiler ve işkence izlerini tüm ağırlığıyla bedenlerinden ziyade yüreklerinde taşıyorlardı. Kulaklarım öyle şeyler duyuyordu ki, zamandan ve mekândan soyutlanmıştım. İstanbul’da bir dernek lokalinde değil de adeta Doğu Türkistan beldelerindeydim tüm duyularımla…  Oysa buraya girdiğimizde henüz öğle ezanı okunmamıştı. Artık kalkmam gerektiğini düşünebilecek kıvama gelebildiğimde ise her yeri karanlıklar kaplamıştı. Sadece gökyüzü değildi kararan… Yüreğimdi, bedenimdi, dünyamdı, her şeyimdi… Onlar da insandı, ben de insandım… Bu kadar çok acıyı nasıl kaldırabiliyorlardı? Bütün bunları hak etmek için ne yapmışlardı? Sırf Kur’an kursuna gitti diye kurşuna dizilen yedi yaşındaki çocuğuna seyirci olan bir anneyi dinlemiştim… Kanlar içinde yerde can çekişen evladının yanına koşamayacak kadar korkutulan, cenazesine bile dokunamayan, elleriyle toprağa veremeyen bir kadının acısı nasıl tarif edilirdi? On üç ay kampta kalan bir diğer kadının hikayesi ise insanı insanlığından da kadınlığından da soğutuyordu. Dünyada bu denli vahşetin sergilendiği bir başka ülke olabilir miydi? Yunanistan’daki evime dönmüştüm birkaç gün sonra ama anlatılanlar kalbimi de beynimi de esir almıştı. Yemek yiyemiyor, uyku uyuyamıyor, normal hayatıma devam edemiyordum. Tek bir kurtuluş yolu vardı önümde, yazmak! İçimdeki ağırlıkları satırlara dökmek…

Romanın kahramanı Uygur kadını Dolunay Sungur aynı zamanda Pekin Milletler Üniversitesi’nde başarılı bir akademisyen olarak görev yapmaktadır. Bu kahramanı aynı zamanda sistemin içinde yaşayan bir figür olarak mı göstermek istediniz yoksa başka nedenleri mi var?

Dolunay Sungur bir figürdü fakat sebepleri çok büyüktü. Baskıcı Çin yönetimi, devlet bünyesinde görev verdiği uluslararası üne sahip bir akademisyenin hayatına bile bu denli müdahale ederse sıradan bir vatandaşına ne yapmazdı? Kaldı ki zaten dünyaca meşhur nice ünlü müzisyenleri, futbolcuları, profesörleri bile kampa almıştı. Diğer taraftan hayat hikayesini okuduğum İlham Tohti’nin üzerimdeki etkisi de tartışılmazdı.

Doğu Türkistan’a olan ilginizin devam ettiğini düşünüyorum. Neler yapıyorsunuz, iletişiminiz sürüyor herhalde. Son durum hakkında bize neler söylersiniz?

Ne yazık ki zulüm ve baskı bütün şiddetiyle artarak devam ediyor! Çıkmadık canda umut vardır misali hâlâ bir şeyler yapılabilir kanaatindeyim…Konunun sürekli canlı tutulup dünya kamuoyunda dile getirilmesi gerekli. Başta Türkiye ve diğer ülkelerde yaşayan Uygur gençleri olmak üzere Türk ve İslam dünyası bilinçlendirilmeli ve Filistin davasında olduğu gibi birlik ve beraberlik şuuru içinde hareket edilmeli… Hangi dinden ve hangi ırktan olursa olsun, hiçbir millet soykırımı hak etmiyor ama dünyanın gözleri önünde ikinci bir Endülüs tarihi yazılıyor… Otuz milyonluk bir ülke dünya sahnesinden siliniyor… Hepimiz mü’min olduğumuzu iddia ediyoruz tüm İslam coğrafyasındaki kardeşlerimizle beraber fakat diğergam olabilenlerimizin sayısı o kadar az ki, devede kulak bile değil. Ne yazıktır ve ne acı bir gerçektir ki “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” felsefesiyle cennet hayalini aynı anda yürütebilenlerimizin sayısı almış başını gidiyor. Fani olan bedenlere bu kadar yatırım niye? Hani mü’minler bir vücudun azaları gibiydi? Azaların birbirinden duyarsız olması mümkün mü? Diş ağrırken baş ağrımaz mı? Kime sorsanız “dünyadaki en değerli varlık evlattır”der, Doğu Türkistan’daki evlatlar değersiz mi ki onları ana babaları “belki kurtulur” umuduyla bir akraba gözetiminde Türkiye’ye göç eden kafilelere katar da bir daha yavrularından haber alamaz, yaşıyor mu, hayatta mı onu bile bilmez…Yetmiş beş yıldan beri tekerrür ediyor aynı hikayeler… Çin işkencesi tabiri daha da arttırdı dozunu. Şekil değiştirdi belki sadece… Nazi kampları günümüzde çok daha sistemli çalışıyor, sadece kalpleri ve beyinleri yıkmakla kalmadı, koskoca bir medeniyeti sildi süpürdü. Kan kardeşlerimizden bize geriye Kaşgarlı Mahmut’la Yusuf Has Hacib’in edebî hatıraları kaldı…

Kıymetli vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ederiz.