Üstad Sezai Karakoç’un Kronolojik Hayat Hikâyesi-3

Hiç edebiyat yapmaya girişmedim. Hadiseleri adeta belgesel notlar gibi kaleme aldım. Allayıp pullamadım. Hatta hislerime, hayallerime fazla yer vermedim.

Fahretttin GÜN

Fotoğraf: Şehnaz FINDIK

            1960: Askerlik görevine başlar. Askerliğin ilk altı ayını Ankara Yedek Subay Okulu’nda, kalan bir yılını da Ağrı Karaköse’de tamamlar…

            Ağrı-Karaköse Sezai Karakoç’un zaten yakından tanıdığı doğu insanıyla bu kez hemhal olmasına, onların yaşadığı zor koşulları yakından tanımasına vesile olur ve kültürümüz açısından onun birikimine çok şey katar. Kısacası Ağrı, Doğu bölgemizin ihtişamı, ağır ve zorlu hayat koşulları, tabiatın albenisi onun şair gönlünde yoğun izler, yoğun çağrışımlar bırakır.

            1961: Aralık ayının başındı aylık izni de alarak Ergani’ye, oradan İstanbul’a, oradan da ay sonunda Ankara’ya gider. Niyeti, memuriyete bir daha dönmemektir. Ne var ki memuriyete dönmeme çabaları neticesiz kalır, sonunda da parasızlığın da tesiriyle tekrar Maliye Bakanlığı Gelirler Kontrolörlüğü’ndeki memuriyetine dönmek zorunda kalır. Çünkü burslu okuduğu için mecburi hizmet süresi bitmemiştir. Yedek subayken herhangi bir birikim yapma imkânı yoktur, çünkü ailesine yardım etmiştir.

            1962: Bu yılın başında İstanbul’da Gelirler Kontrolörlüğünde tekrar çalışmaya başlar. İstanbul, hâlâ ihtilâl sonrasının dehşetini yaşıyordur. Marmara Kahvesinde arkadaşlar her gece, heyecan içinde, fısıltı gazetesinin haberlerini konuşup, telâş ve hareket havasını yaşıyorlardır.

            Galata köprüsünde yürürken Necip Fazıl’la karşılaşır. Necip Fazıl, hapiste olduğunu, yeni çıktığını söyler. O da askerde olduğunu ve ziyaretine bu yüzden gelemediğini belirtir. Sonraki günler, zaman zaman ziyaretine gider ve ikinci şiir kitabı olan “Şahdamar”ı yayınlar. Necip Fazıl, bu şiir kitabı üzerine “Son Posta” gazetesinde bir yazı yazar. Şiirlerini “Değişim”, “Yeni İstiklâl”, “Türk Dili” gibi dergilerde yayınlar.

            Üstad, “Yeni İstiklâl” dergisinde yazmaya devam eder. Sezai Karakoç imzasının yanında çok defa da Mehmet Yasin müstearını kullanır. İmzasız başyazılar yazdığı da olur. Dergi haftalıktır. Fakat esasta dergiden memnun değildir. Çünkü fazla sansasyonel bir dergidir. Oysa o, derginin yeni bir gençlik hazırlamak için fikir ve sanat ağırlıklı olmasını ister.

Yaşı otuza yaklaşıyordur; otuz yaş civarında insan akıl dünyasını, düşünce dünyasını sabitleştirmek, kesinleştirmek ister. Kimi insan bu dönemleri hafif sarsıntılarla, hatta fark etmeden geçirir. Kimi insanda da bir bunalım doğurur bu iç dünyası değişimleri.

            Üstad Sezai Karakoç, bu dönemleri dolu dolu yaşar. Dıştan bir şey belli olmamakla beraber duygu dünyasının yerine oturması yirmi yaş yıllarında adeta infilaklarla olmuştur. Otuzlu yaşlarında ise düşüncelerinin her biri sanki gerçekliğini cehennem ve cennet arasındaki atmosferinde aramıştır. Her fikri tek tek yeniden muayene ve duygu cenderesinde dönerek yaşıyordur. İnançlar, idealler, taa ruhunun en iç bölgesinde yeniden elden geçiyordur. Şiirlerinde zaten bu psikolojik sürecine paralel olarak, yirmi yaş civarında duygunun hâkim olduğu temaları, otuz yaşa doğru da düşüncelerin iç dünyasını ve fizikötesini, ölümü, işlemiştir.

            Yaza doğru Aydın’a görevli olarak gider. Zirai kazançla ilgili bir yolculuktur bu. Aydın ve ilçelerini dolaşır. Yenipazar, Kuyucak, Söke, Çine, Kuşadası’nda her birinde bir iki gün kalarak, vazifesini tamamlar.

            Bu Ege seyahatinde Selçuk’u ve Efes’i de görür. Selçuk’ta Aydınoğlu İsa Bey Camii bakımsız bir vaziyettedir. “Dünyanın en güzel manzaralı cami” diye bir levha konmuştur sadece. Cami, kapısına asma kilit vurulmuştur.  Ama onun yanında bir tepe oyulmuş, içinden yıkık Senjan Kilisesi çıkarılmaya çalışılıyordur. Bülbül dağında da Meryem Ana Evi diye bir ev onarılmış, hatta birçok yerleri betonla yapılmış ve ziyarete açılmıştır. Efes’te ise Yedi uyuyanların mezarları, Hadrianus’un kütüphanesi, çarşı, jimnazyumlar, tiyatrolar hep meydana çıkarılmıştır.

            Ruhunun öylesine hassas olduğu bir çağdadır ki çimenlere bastığında ezilmelerini hissediyorlar mı diye düşünür ve bu sebeple çimenlere basmak yerine taşa, toprağa basmayı tercih eder.

            Yenipazar, Söke gibi Ege ilçelerinin parkları cidden çok güzeldir. Akdeniz’e özgü palmiyeler parklara ayrı bir güzellik, bir ihtişam veriyordur.

            Ege seyahatini yaptığı zaman, nisan ve mayıs aylarıdır. Kuşadası’nda turistler o mevsimde denize giriyorlardır.

            Bu seyahatinde, Ege’de gördüğü bir husus da lokantaların hep içkili olduğudur. Yemek yemek için içkisiz bir lokanta bulmak adeta mümkün değildir o yıllar.

            1962 yazında turne olarak eski bir şehrimiz olan Kırşehir’e gider. Kırşehir, edebiyat tarihinde ismi Gülşehir olarak geçer.

            Kırşehir’de tarihi olarak Ca’ca Bey Camii, Ahi Evren Camii, Âşık Paşa türbesi göze çarpar. Ahi Evren (ya da Ahi Evran) camii ahşaptır ve yanından bir su geçiyordur. Suyun kenarında kır kahvesi görünümlü bir kahve vardı. Mesai bittikten sonra o kahveye gidip oturur. Şehrin tek yeşil yeri, ‘ikizler arası’ denen bahçelik yerdir.

            Mucur’da kaldığı zaman, Hacı Bektaş’a da uğrar. Hacı Bektaş-ı Veli dergâhını da görür. Dergâhın duvarında balık motifleri dikkatini çeker. Çeşmesi gürül gürüldür. Dergâhın kazanı avlunun ortasında hâlâ duruyordur. Kırşehir’de de Ca’ca Bey Camii yeni tamir edilmiştir.

            Kırşehir’den sonra o yaz Gümüşhacıköy ve Merzifon’da görev yapar. Gümüşhacıköy, küçük bir ilçemizdir.

            Bir tahkikat dolayısıyla orada tüm esnafın ifadesini almanın sıkıntısını yaşar. Parkında tek başına dolaşır.

            Merzifon, büyük bir şehirdir. Saat Kulesi ve Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın yaptırdığı cami, hamam ve bedesteniyle gerçekten kişilikli bir Anadolu şehri izlenimini verir insana. Ayrıca modern bir tarafı da vardır. Pastahanesine oturup bir şeyler yazmanız mümkündür. Kalabileceği oteli ve yemek yenebilecek bir lokantası vardır. O yıllar, birçok Anadolu şehrinde bu mütevazı imkânlar bile yoktur. Bugün Anadolu’nun birçok şehrinde otel problemi kalmamış olsa gerek. Hatta birçok yerde çok lüks oteller yapılmış durumda. Ama onlarında eleştirilecek yanları çok. Bir ara vakıflar, Anadolu’da otel yapımı girişiminde bulunmuştu. Bilmiyorum, o girişim devam etti mi? O girişim doğruydu. Yani şehrin tarihî karakteriyle bağdaşan temiz, fakat mütevazı oteller yapılması asıl ihtiyaçtır; belki de o lüks ve modern oteller rüzgârı o düşünceyi de savurup atmıştır,

            Merzifon’da, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camii’nin avlusundaki iki çınar öylesine yaşlanmışlardı ki kökleri gövdelerini geçmiştir. O kökler, sanki asırların ıstıraplarını, sevinçlerinin iç içe geçmiş somut kabarmasını oluşturuyordur.

            Turneden dönüşü, her zamanki gibi İstanbul’a olur. Güz geldi mi onda İstanbul özlemi en üst derecesine çıkar. Bu yüzden gece gündüz çalışarak bir iki gün önce İstanbul’a gitmeyi kâr sayar.

            1963: Şiirlerini çeşitli dergilerde yayınlamaya devam eder. Yaz turnesinde memleketi Ergani’ye gider ve iki ay kalır. Akabinde gittiği Diyarbekir’de Tifo’ya yakalanır. Ergani’de günlerce ateşler içinde yanar ve şifa bulup iyileşir. Tekrar İstanbul’a görev yerine döner.

            18 Kasım 1963: Babasının ölüm haberi, onu taa yüreğimden yaralar. Haberi alır almaz gece vakti Yenikapı’ya koşar. Ancak denizin sonsuzluk hissi veren büyüklüğünde teselli arar. Otuz yaşındadır. Düşüncenin kesinleştiği, yaş dönümünün tüm derinliğiyle sıkıntısını yaşadığı bir yıldadır. Üstelik Tifo gibi ağır bir hastalık geçirmiştir. Şimdi de babasını kaybetmiştir. Babası ve annesi, baba ve anne olmaktan öte ruhunun ve maneviyatının da baba ve annelerdir. Mizaç ve ruh itibariyle onlara çok şey borçludur. Bir nevi hocalık ve denebilirse şeyhlikti onlarda bulduğu. Tabii ki onların böyle bir iddiaları yoktu. Son derece mütevazı idiler. Olağan hayatlarını yaşıyorlardır. Ama bu yaşayıştan manevi hayatın gerekli anne sütünü emiyor, özsuyunu alıyordur. Anneyi kaybetmenin acısından sonra babası Yasin Efendi’nin vefatıyla derinden sarsılır.

            1964: Gökhan Evliyaoğlu’nun yönetiminde çıkan Yeni İstanbul gazetesinde iki ay boyunca “Farklar” adlı sütunda günlük yazılar yazar. Tekrar yayınlanmaya başlayan “Büyük Doğu”ya sınırlı da olsa katkı yapar.

            Görevle Maraş’a oradan da Kilis-Tibil hudut kapısında görevlendirilir. Nisan ortalarına kadar burada kalır.  Sonra görev gereği Urfa’nın yanı sıra Akçakale, Viranşehir, Siverek gibi bazı ilçelerine gider. Urfa, tarih ve maneviyat şehri olarak onu etkiler. Sonra İstanbul’a döner.    

            Bu kez çok geçmeden Bursa ve Karacabey, Yenişehir, Mudanya gibi ilçelerinde görev yapar. Bu süreçte Karacabey’de  “İslâm’ın Şiir Anıtları”nı (“Bürüyen Kaside”, “Kaside-i Bürde”, ve “Endülüs’e Ağıt”) hazırlar.

            Yaz turnesinden sonra Beyoğlu Vergi Dairesi’nde görevini sürdürür. Bazı şiirlerinin yanı sıra hazırladığı “İslâm’ın Şiir Anıtlarından” başlığı altında Eygi’nin yönetiminde çıkan Yeni İstiklâl’de yayınlanır.

            Bursa’da iken hafta sonları İstanbul’a gelir ve Mehmet Genç gibi dostlarıyla buluşur. Ayrıca Marmara Kahvesine gitmeyi ihmal etmez. Onun hayatında kahvelerin, Anadolu’daki çay bahçelerinin, otel lobilerinin büyük bir yeri vardır. Çünkü çoğunlukla şiir ve yazılarını bu mekânlarda yazar.

            Bu süreçte “Ayasofya” başlığıyla bir dergi çıkarmayı düşünür. Derginin tüm konusu Ayasofya olacak ve Ayasofya’yı açtırmayı amaçlayacaktı. Ama maddî imkânı yoktur.

            Urfa’dan döndükten sonra, memuriyetten ayrılmayı düşünür. Yazma çalışmalarına engel gibi görünüyordur o zamanlar bu seyahatleri. Zaman geçiyordur. O ise dergilerde şiir ve yazıları yayınlanmaktan öte bir şey yapmıyordur. Bunun bunalımı geçmiş yıllardan gelip, gittikçe artan bir şekilde ona bungunluk verir. Çalıştığı kurum olan Maliye’ye kendini tam veremeyince sanki gereği gibi çalışmamış hissine kapılır ve vicdan azabı çeker. Oysa yazın turnede gece gündüz çalışılıyordur. Programlar çok yüklü olduğundan zaten çok çalışmak zorundadır. Kışın biraz gevşeme oluyorsa da yine programı tamamlamak için ilkbaharda turneye çıkmadan önce sıkı bir çalışma yapılır. Yine de o vicdan azabından kurtulamaz. Memuriyetten ayrılıp ayrılmama tereddüdü içinde kıvranırken turne programı gelir. Bu kez istikamet Siirt’tir. Siirt’te tahkikat, Hakkâri’de teftiş! Gerçi doğuya gitmek onun için ürküntü konusu olmaz. Hatta doğuya gitmeyi tercih eder. Oraların manevi havası ona daha huzur veriyordur. Ama tahkikatlar, tekdüze teftişler, haftalarca tahsildar makbuzundaki rakamları toplamalar bunalımı hâd safhaya çıkarır.

            11 Haziran 1965: Maliye Bakanlığı Gelirler Kontrolörlüğü görevinden istifa eder. Niyeti fikir ve düşünce çalışmalarına bütün zamanını hasretmektir.

            Büyük bir boşluğa düşer. Hiç bir maddi birikimi yoktur. Dergi çıkarmak için para lâzımdır. Üstelik onu dağıtma, satma imkânı da yoktur. Bir iki ay öylece geçer. Sakin olmaya çalışır, eser verirse, eninde sonunda onun değerleneceğine inanır. Ne var ki içindeki üzüntüye saplayan düşüncelerden, tedirginliklerden kurtulamaz.

            Fındıklı’da tek odalı ufak bir yer tutmuştur. Ama yazamıyordur. İç ezikliğini bir yana bırakıp sadece akılla hareket etse, o genç yaşta yapacaklarıyla manen ve maddeten bir umut doğabilir diye düşünür. Ama hisler böyle değildir. Ortam umut kırıcıdır. Kimseye dergi çıkarmaktan bahsedemez. Kitap yazarsa, kim basacaktır? Ya da kendi basmaya kalksa hangi parayla basacaktır ve nasıl satacaktır? Gerçekten durum hiç iç açıcı değildir.

            İşsizlik ve parasızlığın giderek arttığı bir ortamda memleketi Ergani’ye dönmeye niyetlenir. Emin ismindeki bir arkadaşı onun içinde bulunduğu bu açmazları bildiği için ona 10.000 lira borç verir. Bu süreçte kaleme aldığı “Yunus Emre”, “Genç Müslümana Öğütler” sadeleştirmesi M. Cemil müstearıyla Bedir Yayınları tarafından neşredilir.

            1966: Kitaplarını basmak yerine altı yıl aradan sonra Diriliş Dergisini ikinci kez çıkarmaya başlar. 1966 yılının mart ayından başlayarak 48 sayfadan oluşan 1967 Mart’ına kadar 12 sayı yayınlar.  Sonraları kitaplaşacak olan “Diriliş Çevresinde”, “Mehmed Âkif”, “İslâm Toplumunun Ekonomik Strüktürü” gibi yazılar dergide tefrika edilir. Doğu’dan Seyyid Kutup, Muhammed Hamidullah, Mevdudi, Malik Bin Nebi, Batı’dan K. Jaspers, Rilke, Toynbee ve Eliot gibi yazarlardan yaptığı çeviriler dergide yer alır. 1967 Mart ayında yine ekonomik açmazlar nedeniyle derginin yayınına ara vermek zorunda kalır. Yazdığı “İslâm’ın Dirilişi” kitabıyla ilgili olarak 17 Ekim 1967’de toplatma kararı çıkar ve İstanbul 4. Ağır Ceza Mahkemesinde 163. maddeden yargılanmaya başlar. Aynı yıl “Yazılar” başlıklı eseri toplatılır ve Üstad hakkında da İstanbul 3. Ağır Ceza Mahkemesinde 163. Madde’den dava açılır.

            Üstad mahkemeden mahkemeye sürüklense de mücadelesinden taviz vermez. Yukarıda da dikkat çektiğimiz üzere “Diriliş Dergisi”ni Mart 1967’de yayınına ara vermek zorunda kalır.

            Bu yılın mayıs, haziran aylarında akşamüzeri Yenikapı’ya inip, deniz kenarındaki kahvelerde “Hızırla Kırk Saat” şiirini yazar. Sanki denizle mülâkat yapar da şiir bu mülakatın notlarıdır. İki ay içinde, aşağı yukarı kırk gün kadar deniz kenarına ikindiden sonra iner ve akşama kadar şiiri bölüm bölüm yazar. Nitekim hatıralarında bu şiiri yazma serüvenini şöyle konu edinir:

            “Her gidişinde net bir saat yazmış olduğumu kabul edersek kitap için kırk saatlik net çalışma olmuş, demekti. Kitabın ismi bir nevi bu oluşumuna uygunluk göstererek: “Hızırla Kırk Saat” oldu. “Hızırla Kırk Saat” bittikten sonra da şiir ilhamım devam etti. Bu sebeple “Taha’nın Kitabı”nı yazmaya başladım. “Taha’nın Kitabı” da biraz deniz kenarında, biraz da Kapalıçarşı’daki Şark Kahvesi’nde yazıldı. Sonbaharda artık yazma durdu. “Taha’nın Kitabı” ancak da sonraki yılın baharında tamamlandı.”

            Bu yıl on ay boyunca Sabah gazetesinde “sütun” köşe başlığı altında aralıksız günlük yazılar yazar. Yazdığı yazılar gençlik üzerinde büyük tesir yapar.  Borçlarını öder, aldığı maaştan Ergani’deki hasta kardeşine yardım eder. Yaz mevsiminde Ergani’ye gidip, sıla-i rahim yapar, oradan Diyarbakır’a geçer, arkadaşlarıyla, dostlarıyla görüşür.

            Ekim 1969: Sabah gazetesi M. Ş.  Eygi’ye devredilince gazeteden ayrılır. Marmara Kahvesi sürekli uğrak yeridir. Dostlarıyla orada buluşur. Sabah gazetesinden yazdığı fıkraları toplar, Fatih Yayınevi’nde “Sütun” adı altında yayınlar. O kış bir iki kitap hazırlamaya çalışır. “Mağara ve Işık” adlı eserini teşkil eden yazıları, “Hz. Yusuf’un Düşü ve Dağ Çağrısı” adlı yazıları yazar. Bahar gelince “Gül Muştusu” adlı uzun şiirine başlar. Bütün bahar, o yazılar ve o şiirle uğraşmakla geçer, ciddi bir geliri yoktur. “Hızırla Kırk Saat” ve “Taha’nın Kitabı” gibi şiir, “Kıyamet Aşısı” gibi nesir kitapları yayınlanır. Ne ki geçim noktasında zorlanır. Günlerce çiğ kuru bulgur yemekten ve aç kalmaktan dolayı bayılır. Uyumaya çalışır, mümkün olmaz. Kalkıp pencereyi açıp imdat isteyemeye çalışır, fakat her kalkışında yeniden yatağa mıhlanır. Gece olur, karanlık çöker. Bir ara yaşamaktan ümidini keser. Kendi kendine demek ki ömrüm bu kadarmış der. Ölümü kabullenmek ister. Otuz altı yaşındadır. Tüm hayatını gözünün önüne getirir. Sonra düşünür. Bu şekilde ölümü kabullenmenin doğru olmadığına karar verir. Öleceksem, mücadele ederek ölmeliydim, der. Kalkıp, duvarlara çarparak, yerde sürünerek kendini dış kapıya atar. Oradan dışarı seslenmeye başlar ve tesadüf apartmanın kapıcısı onun sesini duyar ve hastahaneye kaldırılır. Günlerce hastahanede yatar, tedavi olup iyileşir.

            Hastaneden çıktıktan sonra nekahet dönemini evde geçirir. Sonra “Mağara ve Işık” ile “Gül Muştusu” başlıklı eserlerini yayınlar. Basım ve dağıtımında arkadaşı İhsan’ın büyük yardımı olur. O yaz o kitapların basımı ve dinlenmeyle geçer. Tekrar “Diriliş”i çıkarmaya karar verir. Onun hazırlıklarına başlar. Ekimde küçük boy, aylık olarak çıkarmak nasip olur. Bu Diriliş Dergisi’nin üçüncü dönemidir. Toplam 16 sayı devam eden bu süreç, bazı inkıtalarla Ocak 1971’e kadar devam eder. Bazı kitaplarının toplanıp yasaklanması nedeniyle daha çok da maddi açmazlar nedeniyle yine derginin yayınına ara verir. “İslâm’ın Dirilişi” adlı kitabı sebebiyle sekiz yıl mahkûmiyetle yargılanır. Davalar 1974 yılına kadar sürer. “İslâm’ın Dirilişi” kitabından dolayı bir yıl, bir ay, on gün hapis, bir yıl da sürgün cezası, “Yazılar” kitabından dolayı ise altı ay hapis cezası verilir; cezalar paraya çevrilip tecil edilir ve1974’te çıkarılan genel afla davalar düşer.

            1970: Diriliş dergisini yayınlamaya devam eder. Bazı kitapları yayınlanır. Kadıköy’e taşınır ve Marmara Kahvesini terk eder.

            1971: Ocak sayısıyla Diriliş dergisinin yayınına ara verir. Bu yılın baharına girerken, gayri ihtiyari Ankara seferlerine başlar. O yıl, yirmi kez Ankara’ya gidip gelir. İstanbul’da duramaz olur, Ankara’ya gider ama Ankara’da da bir kaç gün kaldıktan sonra tekrar İstanbul’a döner. Aslında İstanbul hayatının bittiğini hisseder. 1965’te memuriyetten ayrıldıktan sonraki altı yıl içinde dergi çıkarmış, kitaplar yazmış, günlük gazetede yazmış, gizli açık mücadeleler, maddî sorunlarla yorulmuş, iki Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanmış, hâlâ yargılamalar devam etmektedir. Bir türlü bitmek bilmeyen mahkemelerdir bunlar. Fikirleri ve idealleri tertemiz ve doğrudur. Ama acaba metotta mı bir yanlışlık var, diye düşünür. Devlet, yardımcı olmak şöyle dursun, adeta her an, insanı zindana atmak için fırsat kolluyormuş gibi bir izlenim verir.

            Bu süreçte “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” gibi şiirlerle yoğun bir biçimde şiir ve yazılarına devam eder.

            Tekrar memuriyete dönmeye karar verir. Gelirler Müdürlüğü Müşavirliğine getirilir. Mahkemeleri sürer.

            1972-1973: Mahkemeleri devam eder. Maliye Bakanlığı’nda Gelirler Genel Müdürlüğü İdari Davalar Müşaviri olarak çalışmayı sürdürür.

            Eylül 1974: Diriliş dergisini dördüncü kez yayınlamaya başlar. Bu süreçte yine bazı inkıtalarla Ağustos 1978’e kadar, toplam 60 sayı neşreder. Diriliş’in kurumsallaşmasında, yayınevine dönüşmesi dördüncü kez Diriliş dergisinin çıkmasıyla gerçekleşir. Artık yazıları ve şiirleri Diriliş dergisinde yayınlayan Üstad Karakoç, eserlerini de yalnızca Diriliş Yayınları’nda neşreder. Kendi kitaplarını kendisi bastırmak zorunda kalır, ne var ki yayıncı olmadığının altını belirgin bir şekilde çizer.

            Maliye Bakanlığı’nda ki memuriyetinden istifa eder.

            1 Temmuz 1974’te Milli Gazete’de yazmaya başlar. “Sur” köşebaşlığı altında iki ay boyunca yazar ve iki ay sonra gazeteden ayrılır. Eserleri Diriliş Yayınları arasında birbiri ardına yayınlanır.

            1975: Diriliş dergisini yayınlamaya devam eder. 1976 Mayıs’ından itibaren daha önce dergi boyutunda yayınlanan Diriliş, gazete boyutunda yayınlanır. Bu yayın süreci, 1977 yılında da devam eder. Ve 1978 Ağustos’unda Diriliş’in dördüncü dönemi sona erer.

            Ekim 1979: Diriliş dergisi beşinci dönemi başlar (Ekim 1979-Eylül 1980) Bu dönem aylık olarak yayınlanır ve 12 sayı devam eder.

            1981-1982: Üstad, eserlerini Diriliş Yayınları altında birbiri ardına yayınlar.

            7 Ocak 1983: Diriliş dergisini tekrar yayınlamaya başlar. Bu Diriliş’in altıncı dönemidir. Diriliş bu dönemde günlük gazete olarak yayınlanır ve 17 Haziran tarihinde kadar 161. sayısıyla bu dönem sona erer. 1988 yılına kadar Üstad’ın bazı eserleri Diriliş Yayınlarınca neşredilir.

            23 Temmuz 1988: Diriliş’in yedinci ve son dönemidir. Haftalık dergi olarak yayınlanır ve 1992 yılına kadar 133 sayı yayınlanır. Bu dönemde dergide yayınlanan el ilginç yazılarından biri de Üstad’ın hatıralarını kaleme almasıdır. Zaten bizim bu çalışmamızın omurgasını da onun bu süreçte kaleme aldığı hatıralar oluşturmuştur. Ne var ki Üstad, hatıralarını kitaplaştırmamıştır. Çeşitli tarihlerde birkaç kez Üstad’a, hatıraların kitaplaşması gerektiğini ifade etmeye çalıştığımda, “hatıraları” tekrar gözden geçirip yeniden yazmaları gerektiğini belirttiklerinde her defasında bizim payımıza sükut etmek düşmüştür.

            Üstad Sezai Karakoç ise Hâtıralar başlığı altında, yüz küsur bölümlük bölümü şu ifadelerle sone erdirir:

            “Hâtıralar’da olayları mümkün olduğu kadar olduğu gibi anlatmaya çalışıyor, kimselerin tahammül edemeyeceği kadar ağır olanlarını ya hiç yazmıyorum veya tahammül edilebilsin diye hafifletiyorum. Gönlüm isterdi ki, herkesten sevgiyle, övgüyle bahsedeyim. Hatta zaman zaman böyle yapmadığım için yanlış mı yaptım diye tereddüde düşüyorum ‘herkesin iyi tarafını, yaptığı hizmetleri yaz, herkesten sevgiyle bahset, öv geç’ gibi bir düşünce aklımdan geçmiyor değil. Ama ‘Hatıralar’ bu makamla başlamadı. Nasıl, şarkılar, türküler hangi makamla başlarsa öyle gider, aynı şekilde Hatırat’ta hep aynı havada ve tarzda yürür. Hatıralara başlarken, çok ağırlarını hafifletmek şartıyla, hep hakikati yazmayı prensip kabul ettim. Bugüne kadar da bu ilkeyi izleyerek yazdım. İstedim ki, bizden sonrakiler, gerçek hayatımızı bilsinler, yaşadığımızın hakikatine ersinler. Hangi şartlarda, nasıl bir ortamda görev yaptığımızı, İslâm’ın Dirilişi idealimiz için çalıştığımızı bilsinler. Hayallerinde canlandırdıkları hayatlarımızla kimliklerimizi, gerçek hayatımızla ve kimliklerimizle karşılaştırsınlar bundan sonra daha gerçekçi olsunlar. Bizim neslin, bizden evvelkilerin ve bizden sonrakilerin hatalarını işlemesinler. Birbirlerine daha hoşgörülü sevecen ve yardımcı olsunlar. Kısa vadeli değil, uzun vadeli düşünsünler.

            Acaba hata mı ettim diye düşündüğüm oluyor, itiraf ederim. Kimi arkadaşları veya kimseleri kırdığımı biliyorum; niyetim elbet kimseyi üzmek ve kırmak değil. Niyetim,  mümkün olduğunca hakikatleri yazıp yeni neslin hayallerle, uydurmalarla, efsanelerle değil, acı da olsa gerçeklerle yetişmesini ve kendisini bekleyen göreve aslanlar gibi girişmesine katkıda bulunmaktır. Çünkü yeni nesle İslâm’ın Dirilişi’ni gerçekleştirmek, Orta Doğu’da İslâm’ın Süper Gücünü kurmak gibi dev bir görev düşüyor. Bu yüzden yalanlarla bu nesli aldatmak istemedim. Hiç edebiyat yapmaya girişmedim. Hadiseleri adeta belgesel notlar gibi kaleme aldım. Allayıp pullamadım. Hatta hislerime, hayallerime fazla yer vermedim. Hatıralarımı hiç süslemedim elbet benim de gönlüm isterdi ki pürüzsüz hatıralarım olsun ve ben onları anlatayım başta da dediğim gibi kendimi bir şair veya yazar olarak görsem, bütün bu tanıdıklarımın iyi ve güzel taraflarını anlatır, onları övgüye boğar ve böylece tatlı bir hatıra ve hatırat bırakır, öyle giderdim. Herkes de beni över, ‘ah, ne iyi insan. Nasıl da insan sevgisiyle dolu herkese nasıl da iyi gözle bakıyor, sevgiyle bakıyor’ derlerdi.”

            Üstad, bu düşünceler sebebiyle hatıralarını kitaba dönüştürmemiştir, diyebiliriz.

            26 Mart 1990: Üstad Sezai Karakoç’un öncülüğünde “Diriliş Partisi” kurulur.

            5 Şubat 1992: Diriliş dergisi, 131-132-133. birleşik sayıyla sona erer.

            1992-1996: Üstad, bu süreçte Diriliş Partisi çatısı altında başta yıllar önce “İstanbul Tekrar Başkent olmalıdır” görüşüyle özdeş olarak partisinin Genel Merkezini İstanbul’a kurar ve aylık sohbetlerini başta İstanbul olmak üzere Bursa, Adapazarı ve Ankara’da sürdürür. Bu sohbetler daha çok fikir ve düşünce ekseninde devam eder. Diğer taraftan parti teşkilatlanmaları çevresinde Üstad Anadolu’ya açılır, bazı şehir ve ilçelerde konferanslar verir.

            Bu satırların yazarı çeşitli aralıklarla Üstad’a bir parti yerine bir vakıf, bir dernek, bir düşünce platformunun kurulmasının daha doğru olduğunu dile getirmeye çalışsa da Üstad Sezai Karakoç, Dirilişin artık aksiyon döneminin başladığını ifade etmiştir.

            Bir yandan parti çalışmaları çevresinde çeşitli mahfillerde düşüncesini dile getiren Üstad, diğer taraftan daha önce yazdıkları yazılar, şiirler birbiri ardına kitaplaşır. Akabinde siyasî çalışmalar çerçevesinde dile getirdiği düşüncelerde yine Diriliş Yayınları tarafından kitaplaştırılır.

            1997: Bir yıl önce yeterince teşkilatlanmadığı gerekçe gösterilerek açılan dava sonuçlanır ve Diriliş Partisi kapatılır.

            1998: “Mona Rosa” ilk yayınlandığı tarihten itibaren 46 yıl sonra Üstad tarafından 9. Şiir kitabı olarak neşredilir.

            16 Nisan 2007: Üstad, Diriliş Partisi’nin siyasi hayatını ikinci kez başlatır ve bu tarihte İçişleri Bakanlığı’na yapılan müracaatla bu kez “Yüce Diriliş Partisi” adı altında çalışmalarını sürdürür. Bu siyasi çalışmaları Üstad vefatına kadar aralıksız sürdürür. Bu süreçte bir yandan Üstad’ın yazıları, şiirleri kitaplaşırken, yeni baskıları yapılırken bir yandan da pek çok dergi özel sayı olarak Üstad’ı konu edinir. Bunun yanı sıra akademi dünyasında Üstad ile ilgili yüksek lisans ve doktora çalışmaları yapılır. Müstakilen yazılan eserlerde onun hayatı, fikir ve düşünce dünyası, sanatkârlığı konu edilir.

            O ise münzevi bir inanç ve düşünce dervişi olarak, tavizsiz bir biçimde evrensel inanç ve düşüncesinin dirilişi için çaba sarfeder. Tavizsiz bir biçimde yürüyüşünü sürdürür.

            16 Kasım 2021: Üstad Sezai Karakoç, salı günü öğle saatlerinde her fani gibi Hakk’ın rahmetine kavuşur.

            17 Kasım 2021: Üstad’ın naaşı gençler tarafından Fındıkzade’deki evinden alınarak eller üstünde Şehzadebaşı Camii’nde getirilir ve kılınan ikindi namazını müteakip çok seçkin bir topluluk tarafından kılınan cenaze namazından sonra Şehzadebaşı Camii’nin haziresine defnedilir.

            O, 21. yüzyılın büyük şair ve mütefekkiridir. Bize düşen onun İslâm’ın Dirilişi için özgün ipuçları veren eserlerin okumak ve o istikamette fikir ve düşünce bağlamında mücadeleyi sürdürmektir. Tıpkı onun sürdürdüğü gibi.

            Üstad Sezai Karakoç, Üstad Mehmed Âkif’in çizgisini sürdürmüştür. Dolayısıyla Üstad Mehmed Âkif gençlere rol model olduğu gibi, Üstad Sezai Karakoç’ta bir rol model olacak yaşam, fikir ve düşünce serüvenini sürdürmüştür. Kısacası Üstad Sezai Karakoç, yaşamıyla, fikriyle, düşüncesiyle, bir rol model olduğunu bütünüyle berrak bir biçimde gözler önüne sermiş, geriye yaşantısıyla, şiirleriyle, nesirleriyle parlak ve ışıltılı bir miras bırakmıştır. Bu ülkenin, özellikle gençlerin payına düşen, onun bu albenili mirasına sahip çıkmaktır…