“Rabbinin, seni her 6 ayda bir yenilediğini unutup her 3 ayda bir gardolabını yeniliyorsun. Belki yeni bir insan oluyorsun.”
Seyfullah ŞENEL

“Oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının eteklerine, yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. Öyle bir tüketmek ki, sonucu yepyeni bir “ben” e ulaştırırdı beni.” diyor Şükrü Erbaş, “Ömür Hanım” şiirinde.
Ne çok şeyi tüketiyoruz! Ya da tükettiğimizi sandığımız şeyler tarafından ne çok tüketiliyoruz!
Tüketmek…
TDK karşılığı çok ilginç; kullanarak, harcayarak yok etmek, sonunu getirmek, hiç kalmamasını sağlamak, hiç bırakmamak, bitirmek. Tüketmek ve tüketim deyince aklımıza gelen şeyler ilk olarak alışveriş ve bitmek bilmeyen isteklerimiz oluyor, doğal olarak. Gelin farklı bir açıdan bakmaya çalışalım tüketim denilen kavrama. 1817 yılında küçük çocukların madenlerde zorunlu çalıştırıldığı dönemlerde şöyle bir fikir atıyorlar ortaya: Günü 8’er saatlik dilimlere bölelim ve bu “8 saat çalışma – 8 saat eğlence- 8 saat uyku” şeklinde olsun. Aslında bunu yapma sebepleri sadece insan sevgisi değil; kölelerin daha verimli çalışmaları için böyle bir yol buluyor o günün kapitalist ağa babaları.
Kölelerin!
Peki, bu kadar emeği, bu kadar saati sadece alışveriş yaparak ve ihtiyacımız olduğuna bile net bir şekilde karar veremediğimiz şeyleri alarak harcamak sizce ne kadar mantıklı? Bunu yaptığımızda o “mutluluk” dedikleri şeye ulaşıyor muyuz? Bu soruya, yapılan ilginç bir araştırmayla cevap vermek istiyorum. Araştırmada dünya mutluluk raporu, mutlu ülkelerin, tüketen ülkelerin ve üreten ülkelerin istatistikleri veriliyor.
Aklınıza şöyle bir soru takılabilir: “Peki, uzmanlar mutluluğu neye göre hesaplıyorlar?”
O ülkede yaşayan insanlara sorular hazırlanıyor. 0’dan 10’a sen bu ülkede ne kadar mutlusun, mutluluk ve mutsuzluk sebeplerin nelerdir gibi. Daha sonra gayri safi milli hâsıla, sosyal yardım olanakları, özgürlük vb. sebepler… Bütün bu çıktılar sonucunda liste oluşmuş oluyor. Bir de tüketim sıralaması var. Burada da o ülkedeki tüketim pazarının büyüklüğünü ve hane başına düşen tüketim harcamaları hesaplanıyor.
Ortaya çıkan mutluluk listesinin ilk sırasında Danimarka, ikinci sırasında İsviçre ve üçüncü sırasında da İzlanda var. Tüketim listesinin ise ilk sırasında ABD, ikinci sırasında Çin ve üçüncü sırasında Japonya var.
Peki, en mutlu ülkeler ne kadar tüketiyor?
Danimarka tüketim sırasında 40. sırada. İsviçre 21. ve İzlanda 124. sırada geliyor.
En çok tüketen ülkeler mutluluk sırasında kaçıncılar?
ABD 13. iken Çin 83. ve Japonya 53. sırada.
Yani tüketimin mutlulukla alakası yok. Tam tersi mutsuz ediyor. Daha yeni cep telefonu, daha hızlı araba, daha çok ayakkabı, yeni moda giysiler, daha büyük evler… Durmadan tüketiyoruz. Dünyamızın karşılayamayacağı kadar tüketiyoruz ve dünya bize yetmiyor. Fakat maalesef başka bir dünya da yok. Daha fazla tüketebilmek için zamanımızı, hayatımızı tüketiyoruz.
Yeni aracın 4×4 olunca dağlara çıkıp kamp mı yapacaksın?
Daha pahalı kıyafetler giyince daha çok mu arkadaşın olacak? Rezidansta oturunca daha mutlu mu olacaksın? Her ay ödemen gereken faturalar arttıkça daha mı özgür olacaksın? Satın aldığımız, ancak mutluluğumuza, yaşam kalitemize bir katkısı olmayan “şeyler” yüzünden her ay daha fazla fatura ödemek, daha az parayla geçinmek, daha çok çalışmak zorunda kalıyoruz. Cep telefonumuzdan memnunuz ama yenisi çıkınca kendimizi almak zorunda hissediyoruz. Arabamız bizi istediğimiz yere ulaştırıyor ama daha hızlısını, daha güzelini almak istiyoruz. Evimizde mutluyuz ama daha popüler bir sitede daha geniş bir ev almak için on yıllarca ödeyeceğimiz borcun altına giriyoruz.
Satın aldıkça daha popüler, daha güçlü, daha güzel, daha cesur, daha mutlu olacağımızı sanıyoruz. Satın alabilmek için daha hızlı yaşıyoruz, hayata yetişebilmek için kendimize ve sevdiklerimize daha az zaman ayırıyoruz. Zihnen ve fiziken daha çok yoruluyor, daha mutsuz oluyoruz. Daha çok çalışıyor, daha hızlı yaşıyoruz. Nerede olursak olalım sanki başka bir yerde olmamız gerekiyormuş, kaçırdığımız bir şeyler varmış gibi hissediyoruz.
Gelin biraz yavaşlayalım. Yavaş yaşayalım. Satın almadan önce “Buna gerçekten ihtiyacım var mı? Bunu alınca daha mutlu mu olacağım? Hayatımda ne değişecek?” diye soralım. Mutluluğu satın almaya çalışmak yerine bizi mutlu edecek şeyler yapalım.
Zarfa değil, artık mazrufa yani kendimize yatırım yapalım.
Sömürgeci İngilizler, çıkardıkları yeraltı kaynaklarını limanlara daha iyi taşımak (daha hızlı çalmak) için Çin’e demiryolu yapmaya karar verirler. Çinli çiftçiler buna itiraz ederler: “Topraklarımızı yara yara dumanlar saçarak demirden bir canavarın geçmesini istemiyoruz.” İngiliz mühendisler bunun üzerine onları ikna etmek için bir soru sorarlar “Siz Pekin’e kaç saatte gidiyorsunuz?” Çiftçiler “30 günde” der. Mühendisler: “Demiryolu yapılınca Pekin’e 3 günde gidebileceksiniz.” Çiftçiler muhteşem bir cevap verirler: “Peki, kalan 27 gün ne yapacağız?”
Kemal Sayar Hocanın “Yavaşlama” ile alakalı şu satırları her zaman zihnimizde tazeliğini korumalı: “Neden yavaşlamayı salık veriyoruz? Çünkü yavaşlık, hızın temsil ettiği sorunların bir ilacı. Kibre karşı tevazu, tamahkârlığa karşı kanaat, zulme karşı merhamet, hıza karşı yavaşlık. Zaman yoksulluğu, stres, düşmanlık, eşitsizlik, çevrenin ve medeniyetin tahrip edilmesi gibi bir dizi sorunu doğuran hız, kültürü, hayatı sığlaştırıyor. İnsanlar hayatlarını iş, ev (televizyon) ve alışveriş üçgeninde geçirirken durup düşünmeyi, kendi içine bakabilmeyi, sevdiği bir insanın yüzünü seyretmeyi unutuyor.” Yavaşlık sadece hızın azaltılması değil, aynı zamanda bir telaşsızlık halidir. Hızlı olanın yavaş olanı yuttuğu bir dünya, hikâyesiz bir dünyadır.
Alışveriş, kâinatın özündeki en temel sistem aslında. Nefes alıp, nefes veriyoruz. Biz ihtiyacımız olan oksijeni alırken, dünyanın ihtiyacı olan karbondioksiti veriyoruz.
Bir ağaçtan meyve koparıp yediğimizde ihtiyacımız olan lezzeti ve vitamini alıyoruz; meyvenin çekirdeğini ekip, tabiatın ihtiyacı olan ağacı veriyoruz. Tüm hayatımızda ihtiyacımız olan her şeyi topraktan alıyoruz. Ölüp toprağa gömüldüğümüzde ise toprağın ihtiyacı olan şeyi veriyoruz. Vedud, Rauf, Rahman ve Rahim olan Rabbimizin cömertliğinin tecellîgâhıdır toprak.
Peki, her şeyi ile bu denli cömert olan toprak, neden bize hiç efsane cuma indirimi yapmıyor?
İnsan bedeni her 6-7 ayda bir tümden yenilenir. Yani her altı ayda bir fiziken yeni bir insan oluruz. 15 yaşında bir genç, bu yaşına kadar tam 30 kez yeniden yaratıldı yani.
Bu yenilenme yavaş yavaş ve tedricen oluyor ve biz hiçbir şey hissetmeden yeni bir bedene sahip oluyoruz.
Aslında İhtiyaçlarımız çok basit. Karnımızı doyurmak, güvende hissetmek, giyinmek…
Peki, gardolabındaki elbisenin aynısının açık mavi olanını hangi temel ihtiyacını gidermek için aldın? Elindeki gayet iyi çalışırken, son çıkan telefonun indirime girmesini deli gibi takip etmen hangi temel ihtiyacından kaynaklı?
Muhteşem indirimli günlerde, herhangi bir ürün 1000 TL’den 200 TL’ye indi diye bunu sana sunulan ayrıcalıklı bir fırsat olarak görüp, seni o ürünü almaya iten ne?
Cevap bulamadın mı?
Ben söyleyeyim?
Mutlu olma ihtiyacı!
Çünkü maalesef bağımlısın. Ne aldığının hiçbir önemi yok. Kendini ne kadar sağlam delillerle ikna ettiğinin de bir önemi yok.
“İstesem almam kardeşim ne alakası var” ya da “ihtiyaç ki alıyoruz” da diyebilirsin.
Ancak hiçbiri senin gönlündeki boşluğu bu şekilde doldurmak istemen gerçeğini örtmez.
Rabbinin, seni her 6 ayda bir yenilediğini unutup her 3 ayda bir gardolabını yeniliyorsun. Belki yeni bir insan oluyorsun.
Ama sadece kabukta!
Rabbinin sana nefesinden üflediği ruhunu unutup, balçıktan müteşekkil bedenini güzelleştirmeye çabalıyorsun. Ama ahlak elbisesi giyip ruhunu tezyin etmeye gayret etsen, beden güzelleşmeye mecbur kalacak, işte bunu hep unutuyorsun.
