Birleştirici Unsur: İslam

Muhammed Fesih KAYA


Bismillah…

Tarihi tecrübeyle sabittir ki halkı Müslüman tüm ülkelerde olduğu üzere Türkiye’de de cemaatler her zaman var olmuştur. Hiç şüphesiz İslam’ın önerdiği birliktelik biçimi olarak cemaatlerin, Müslümanların gündeminde olmasından daha doğal bir şey olamaz.

Ancak sorun, Osmanlı sonrası ortaya çıkan ulus devletin, cemaatleri ilkel/arkaik/primitif odaklar olarak görmesi ve tehdit sıralamasında üst sıralara yerleştirmesidir.

Osmanlı’da merkezi temsil eden devlet idaresiyle halk/reaya arasında iletişim, genelde tarikatlar, dergâhlar, tekkeler aracılığıyla sağlanmıştır. Şeyhülislam aracılığıyla merkeze taleplerini ulaştıran tarikatlar, Osmanlı’da merkezle çevre arasında köprü işlevi görmüştür. Hatta padişahların neredeyse hepsinin bir tarikata mensup olması veya bir şeyhe bağlanması da halkla temasının kopmaması içindir. Bu tavrıyla padişah reayasına, ‘ben de sizdenim’ mesajı verir ve merkezin çevreyi kontrolü daha kolay olur. Bundan dolayıdır ki, Osmanlı kalenderîlik, haydarilik, ibahilik vb. heterodoks yapılara çoğu zaman müsaade etmemiş, Sünni veya Sünniliğe yakın olan tarikatların örgütlenmesini teşvik etmiş ve hatta desteklemiştir. (Örneğin, 16. yüzyılda Safevi propagandası neticesinde Anadolu’da Bektaşilik yaygınlaşmaya başlayınca, Osmanlı Mevlevilikten faydalanarak bu durumu frenleme yoluna gitmiştir. Bu dönem Mevleviliğin en geliştiği dönem olarak dikkat çekicidir.)

Cumhuriyetle Osmanlı arasındaki en önemli fark, merkezle çevre arasındaki ilişkinin mahiyeti noktasındadır. Osmanlı çevreyle (reaya) tarikatlar aracılığıyla temas kurarken, Cumhuriyet bu damarı kesmiş ve çevre ile teması koparmıştır. Cumhuriyet devrine yetişen birçok âlim ya tehcire ve tevkife maruz kalmış ya da öldürülmüştür. Çevreyle arasına kalın duvarlar ören Cumhuriyet, çok partili hayata kadar üst perdeden, buyurgan ve elitist tavrını sürdürmüştür. Bu tarihe kadar çevreyi temsil eden halk, cahil, mutaassıp, mürteci, yobaz gibi nitelemelere maruz kalmıştır. Yapılan devrimlerle hafızası silinen toplum, ezanın Türkçe okunması garabetiyle de devletin dine kast ettiğine dair kesin kanaat beslemeye başlamıştır. Bu süreçte kimi âlim ve hocalar dinin müdafaası adına gizli çalışmalar yapmak zorunda kalmıştır. Cumhuriyet idaresinin tepeden inmeci (jakoben) karakteri, doğal olarak halkta savunmacı bir refleksin gelişmesine sebep olmuştur.

Devleti, İsrail, ABD ve emperyalizm adına ele geçirmek üzere yıllardır hazırlık yapan Gülenist Hareket, kendisini Türk-İslamcı, hümanist, şiddetten uzak ve eğitimi önceleyen olarak kamuoyuna takdim etmiştir. Kamuoyundaki meşruiyetini de bu söylediğimiz hususiyetleri itibariyle sağlamış, 15 Temmuz gecesi bir darbe kalkışmasında bulunmuş, ancak başarılı olamamıştır. Bunun üzerine Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet aklı, Fetullahçı Terör Örgütü/Gülen Hareketini (FETÖ) tasfiye etmiş ve bunda da oldukça başarılı bir strateji izlemiştir. Ancak bu tasfiye, bütün cemaat yapılarını ciddi olarak etkilemiştir. Dikkat edilirse darbe sonrası süreçte cemaat benzeri örgütlenmeler hedefe konmuş, laik/seküler değerler ekseninde birliktelik biçiminin ulviliğine vurgu yapan belli çevreler, meclis kürsüsü başta olmak üzere gazete ve televizyon ekranlarında boy göstermişlerdi. Hatta Müslüman mahallesinde bulunan bazı kimseler de bu koroya katılarak kendince destek vermeyi ihmal etmemişlerdi…


Bu darbe girişimi her ne kadar dinî kisveye bürünmüş bir yapı tarafından gerçekleştirilmiş olsa da, bu durum asla devletin, dini tekeline alarak yorumlamaya kalkışmasına yol açmamalı.


15 Temmuz sonrası FETÖ’yü fırsat bilerek Müslümanların bir araya geldikleri ve inandıkları değerleri yaşamalarını ve o değerleri hayatın içerisine taşıyarak ete kemiğe büründürmek suretiyle İslam’ın birliktelik biçimi olan cemaat ve hareketlerin tahfif ve tahkir edilmesini meşrulaştıran, bu anlamda laiklik, Kemalizm ve demokrasiye yönelik güzellemeler yapan uzman(!) sıfatlı güruhun yaptıklarını da hayret ve esefle izledik. Bu güruhun, coğrafyamızın mayası olan İslam’ın iktisadi, içtimai, hukuki ve siyasi hayata vaziyet edemeyeceğine dair ürettikleri tezviratla, tam da küfür kavramının hakkını verircesine hakikatin üzerini örttüklerine şahitlik ettik. Bütün bunlara karşı mukavemet hattımızı dînin diliyle tahkim etmek mecburiyetindeyiz. Bütün kimliksizleştirme çabalarına rağmen insanımızın 15 Temmuz darbe girişimine karşı göstermiş olduğu direniş esnasında İslâmî ve millî şiara yaslanması gösteriyor ki, bu ülkede birleştirici unsur laiklik, demokrasi ve Kemalizm değil, İslam’dır.

Darbenin icracıları arasında dîni olduğu iddiasındaki bir grubun yer alması “cemaat” olgusunu Türkiye gündeminin merkezine konuşlandırmıştır. Her ne kadar işin öznesi FETÖ olsa da, Türkiye’deki bütün cemaat ve tarikat yapıları bu süreçten ciddi anlamda etkilenmiş, hâlihazırda da etkilenmeye devam etmektedir. Gerçi darbeye karşı direnişin en ön saflarında yer alanların FETÖ dışında kalan cemaat mensubu kişilerden olması, toptancı bir algının oluşmasının önüne geçse de bugüne kadar yaptığımız gözlemler çerçevesinde denilebilir ki; 15 Temmuz sonrası egemen üslup, cemaat olgusunun tümden reddi şeklinde gerçekleşmektedir.

Bu darbe girişimi her ne kadar dinî kisveye bürünmüş bir yapı tarafından gerçekleştirilmiş olsa da, bu durum asla devletin, dini tekeline alarak yorumlamaya kalkışmasına yol açmamalı. Görünen o ki devlet bir taraftan bunu bahane ederek diyanet eliyle dinî hayatı tek başına tanzim ve tahkim etmeye çalışıyor, öte yandan devletin sahibi(!) iddiasında olan ve devletten beslenen güruh; bir taraftan laik seküler paradigmanın mükemmelleşmesini isterken diğer taraftan İslami yapıların tasfiyesini talep ediyor.