Sarı Saltık hakkında nesilden nesile günümüze kadar gelen bu efsaneler, olağanüstü hâlleriyle bugün bile insanları etkiliyor.
Hüseyin Yorulmaz

1992-95 gibi yakın bir tarihte dünyanın gözü önünde cereyan eden Bosna Savaşı, Balkanlar’ın bu uç bölgesinin kendi topraklarımızdan bir farkının olmadığını, adeta Tekirdağ ve Edirne’nin birkaç yüz kilometre ilerisinde Anadolu’nun doğal bir uzantısı olduğunu bize yaşayarak gösterdi. Bundan dolayıdır ki savaş boyunca sırf kimliklerinden ötürü Batı’nın ölüme terk ettiği Müslüman Boşnaklar, Türkiye’nin ve İslam dünyasının duyarlılığı sayesinde ayakta kalabildi. Bosna’da öldü sanılan bir ruhun ufak bir deşelemeyle dirilişi ve kendine gelişinden bahsediyoruz.
Bütün bu topraklar Yahya Kemâl’in, Cenap Şehabeddin’in, Alaaddin Sabit’in, Veysî ve Nergisî’nin, Şemseddin Sâmî’nin doğup büyüdüğü, çocukluk izlerinin kaldığı yerlerin uzantıları. Daha bir asır önce oralardan ağrıyan yanımızla geldik. Yine ağrıyan ve sızlayan vücutlar bıraktık geride. Nasıl ki vücudumuzun bir uzvu ağrıdığında bütün varlığımızla onu hissediyor ve etkileniyorsak, geride bıraktığımız yaralı coğrafya da tam yüz yılı aşkın bir zamandan beri öyle etkiliyor bizi. Bugün bile öyle değil mi?
Aynı coğrafyada bu isimlerin yaşadığı dönemin birkaç asır öncesinde yetişmiş şahsiyetlere getirmek istiyorum sözü. Genelde tüm Rumeli topraklarına, özelde Bosna’ya damga vurmuş şahsiyetlerden söz ediyoruz. Bosna ve Hersek deyince kitleleri etkileyen ilk akla gelen manevî dinamiklerdir bunlar: Sarı Saltık, Ayvaz Dede ve Hasan Kaimî gibi hayatı efsanelere karışmış isimlerin yanında, hayatının safahatını tarih kitaplarından ve arşiv belgelerinden kronolojik olarak takip ettiğimiz kimseler de vardır. Şimdi bunlardan birkaçına kısaca bakalım.
Gazi Hüsrev Bey
Gazi İsa Bey’den sonra Bosna’nın en önemli kurucularından olan Gazi Hüsrev Bey, yine bu toprakları mayalayan Ayvaz Dede kadar, Travnikli şair İlhamî Baba kadar, halkın “velî” olduğuna inandığı Mahmud Paşa-ı Velî kadar manevî kişiliğine inanılan önemli bir şahsiyettir. Neredeyse Boşnakların Müslüman geçmişiyle yaşıt bir tarihi vardır. Saraybosna’nın, daha doğrusu eski Bosnasaray’ın (Starigrad) ortasında yüzyıllardır şehrin manevî bekçiliğini yapan bu zat kimdir ve o topraklar için ne yapmıştır? Boşnaklar arasında bu kadar çok sevilmesinin sebeb-i hikmeti nedir?
Gazi Hüsrev Bey, babası Ferhat Bey’in vali olarak görev yaptığı bugünkü Yunanistan sınırları içerisinde bulunan Serez’de 1480 yılında dünyaya gelir. Ferhat Bey, Saraya damat gelerek Sultan İkinci Bayezid’in kızı Selçuk Sultan’la evlendikten sonra, Adana Muhafızlığı görevindeyken Mısır Memlûklüleri tarafından 1486 tarihinde öldürülür. Babasının ölümünden sonra Serez’de büyük bir mirasın sahibi olan çocuk yaştaki Hüsrev’in, annesi ile birlikte İstanbul’a yerleşmek mecburiyetinde kaldığını görüyoruz.
Hüsrev, Sarayda diğer sultanzâdeler gibi özel olarak yetiştirilir. Akıllı ve zeki bir çocuk olarak hocalarının ve arkadaşlarının dikkatini çeker. Büyümüş de küçülmüş o yaştaki bir çocuğun muhakeme gücü ve hadiseleri yorumlaması karşısında Saray erkânı hayret eder. Bir süre sonra annesini de kaybeden Hüsrev Bey, onu Bayezid Camii avlusundaki türbeye defnettikten sonra, Yavuz’un kardeşi Şehzade Mehmed’in Kefe Sancakbeyliği’ne atanması üzerine 1503’te dayısı ile birlikte gider ve onun elçisi olarak Moskova’da bulunur. Müzakere kabiliyetini geliştiren bu diplomatik görüşmeler onun için bir bakıma staj yerine geçer.
Hüsrev Bey 1521 yılında 41 yaşında iken Semendire Sancakbeyliğine getirilir. 1526 tarihinde Belgrad’ın fethi esnasında, askerlerini bile hayrete düşüren taktiklerle akıl almaz kahramanlıklar gösterir. Belgrad’ın alınmasını kolaylaştıran Zemun ya da Zemlin kalesinin düşürülmesi onun dehâsının eseridir. Dayısı Yavuz gibi inanılması güç taktikler keşfettiği için göz doldurur. Tarihçi Feridun Bey Münşeâtü’s-selâtîn’inde onunla ilgili olarak, “Semendire muhâfızı Hüsrev Bey yanında on bin nefer serhat askeri olup bin nefer yeniçeri dahi irsâl ve Belgrad’ı muhasara etmesi fermân buyuruldu” diye yazar. Ayrıca Münşeâtü’s-selâtîn yazarına göre Hüsrev Bey, Semendire yakınlarında birkaç kalenin ve Dalmaçya kıyılarında bazı şehirlerin Osmanlı topraklarına katılmasını da sağlar. İşte bu sıralarda şöhretine şöhret katarak ikbal merdivenlerini bir bir tırmanır ve gözde bir kumandan olarak dikkatleri üzerinde toplar.
Hüsrev Bey hem Belgrad’ın alınmasında hem de görev yaptığı bölgede bazı kale ve şehirlerin zapt edilmesinde gösterdiği yararlıklardan ötürü “gazi” sıfatını alıp Bosna Valiliğine tayin edilir. Kânûnî Sultan Süleyman’la birlikte Mohaç Savaşına da katılan Hüsrev Beyin, burada da düşmana karşı olağanüstü taktikler uygulayarak görevini adeta perçinlediği görülür. Bosna Krallığı’nın son merkezi olan Jajce’nin alınması da yine onun stratejik dehâsının eseridir.
Bosna’nın alınış sürecinde uçbeyi ve sancakbeyi olarak görev yapan Gazi İsa Bey tarafından atılmış, “medine”leşerek şehir haline gelmesi ve oturması da Gazi Hüsrev Beyle başlamıştır. Sultan II. Bayezid’in bu zeki torunu, bugün Başçarşı’daki 1530 yılında kendi adı ile anılan camiyi inşa eder. Daha sonra 1537 yılında yine kendi adını taşıyan medreseyi, diğer adıyla Kurşumlu Medresesi’ni yaptırır. Bunların yanında mektep, han, hamam, türbe, şadırvan, saat kulesi, çarşı, bedesten, misafirhane yaptırır. Bütün bunların ayakta durması ve yaşaması için de birçok araziyi sağlığında bizzat kendisi vakfeder. Osmanlı Arşivi’nde bulunan vakıfnamelerinde Saraybosna “medine” olarak geçer. Bir ara Semendire Sancakbeyliği’ ne getirilen Gazi Hüsrev’in, 1537’den itibaren ölüm tarihi olan 1541 yılına kadar Bosna Sancakbeyi olarak görev yaptığı görülür. Başçarşı’daki caminin avlusunda gömülüdür. Savaşlarda gösterdiği başarılarından dolayı “gazi” lâkabıyla anılan Hüsrev Beyin eceliyle ölümünü halk bir türlü içine sindirememiş, “şehit” muamelesi yaparak onun hayatı etrafında pek çok menkıbeler üretilmiştir. Gazi Hüsrev Bey, eşi Şâhidâr Hanım adına da cami yaptırmış, ancak bu mabet yıkılarak yeniden restore edilmiştir.
Gazi Hüsrev Bey, Saraybosna’nın her yönüyle bir merkez haline gelmesinin ardındaki en önemli isim, hatta bir simgedir. Kaynaklarda ve bazı seyyahların betimlemelerinde bu insan ihtişamı seven, iri yarı bir kişi olarak anlatılır. Âdil ve vakarlı tavrı üzerinde de durulur. Onun zafer ve kahramanlığının yanında asıl kalıcı olan yönü, biraz da Bosna’da yüzyıllardır canlı bir tablo gibi yaşayan dinî kurumlara, kültür ve sanat eserlerine verdiği önemden kaynaklanır. Yaptırdığı eserleri uzun süre ayakta durması için kurduğu vakıflarla korumuş, ilim ve sanat adamlarını koruyup kollayarak el üstünde tutmuştur.
AYVAZ DEDE
Boşnakların “Ayvatovica” adını verdiği hayatı menkıbelerle dolu bir derviş olan Ayvaz Dede, 15. asrın ilk yıllarında Manisa Akhisar’dan kalkıp gelmiş ve yerleştiği yere de Akhisar (Prusac) ismini vererek yöre insanlarına Müslümanlığı hasbî olarak anlatmış, çevresine topladığı insanlar üzerinde ağırlığı olan Anadolulu onlarca ve yüzlerce mutasavvıf dervişten sadece biridir. Sırtında “bir kırba su”dan ve “bir kaba hırka”dan başka bir şeyi olmayan bu Allah dostu, adı anıldığında Balkanların her yerinde hürmet edilen, sayılan ve sevilen tarihî bir şahsiyet, diriltici bir nefestir.
Halk arasında Ayvaz Dede’nin kerametleri, olağanüstü özellikleri anlatılır. Hakkında fazla bir şey bilmediğimiz Dedenin efsanevî hayatı, gerçek hayatının çok çok önüne geçmiştir diyebiliriz. Dilden dile dolaşan söz konusu ettiğimiz menkıbeyi hayatından başka bildiğimiz bir şey de yok zaten. Anlatıldığında insanları etkileyen ve büyüleyen de onun bu olağandışı özelliğidir.
Rivayet olunur ki uzun bir süre kurak giden havalar sonucunda Prusac kalesinin altından akan nehirdeki su kuruyunca ya da akmamaya başlayınca, Ayvaz Dede şehre bir içme suyu getirmek niyetiyle dağa çıkmış ve bulduğu temiz suyu oluklarla akıtmak isterken önüne çıkan kocaman bir kaya buna engel olmuş. Bunun üzerine Türkmen dervişi Allah’a yalvarıp yakarmış ve gösterdiği kerametle mucizevî bir şekilde kaya ortadan ikiye ayrılarak yol açılmış. Hikmet-i Hudâ gürül gürül tertemiz bir su akmaya başlamış. O yöre halkını suvaran bu suyun bereketinin Bosna’nın her tarafına, şehirden şehre hatta bütün bir Rumeli diyârına yayıldığı dilden dile dolaşmış.
Evliya Çelebi’nin, Ayvaz Dede’den yaklaşık bir buçuk asır sonra gittiği Bosna’da, Akhisar’dan ve Hasan Kaimî Efendi’den uzun uzun bahsettiği bölümde, gürül gürül akarak bölgeyi ve teşne gönülleri suvardığını söylediği su, muhtemelen Dedemizin kayanın oyuklarından akıttığı bu su olmalıdır. Seyahatname yazarının “adeta buz parçası” dediği bu soğuk sudan bugün eser bile yoktur.
Prusac’ta yaşanan bu olağanüstü hadiseye tanıklık eden halkın ve bunu duyan çevre şehirlerdeki Boşnakların gönüllü olarak yığın yığın Müslümanlığı kabul ettiğine inanılır. Boşnak halkının İslâmlaşmasında Ayvaz Dede’nin ve onlara çiftinde çubuğunda yardım eden müridlerinin büyük rolü olduğu kabul edilir. Bu hasbî faaliyetler daha önceden, yani 14. yüzyıldan itibaren başladığı için Fatih’in Bosna’yı alması ve kitleler halinde halkın İslâmı topluca benimsemesi hiç de zor olmaz. Müslümanlıklarını ona ve onun gibi Türkmen dervişlerine borçlu hisseden Boşnaklar, Ayvaz Dede’ye olan manevî borçlarını yaklaşık 500 yıldan fazla bir zamandır ödemeye çalışıyorlar. Son zamanlarda her yıl haziran ayının son pazar gününü millî bir bayram şeklinde kutlamaktalar. Bu kutlamalar 1992-95 savaşından beri daha bir canlılık kazanarak, İslâm ülkelerinin de katılımıyla Müslüman(ulus)lararası hüviyete bürünmüştür.
Ayvazdede, yani Ayvatovica Orta Bosna’da Bogoyno ve Kladanj yakınlarında bulunan sıradağlara verilen bir isim olup, Saraybosna’ya hayli mesafede bir yerde bulunmaktadır. Evliya Çelebi’nin rivayetine göre[1] Prusac’daki (Akhisar) kaleyi Yavuz Sultan Selim zamanında yeğeni Gazi Hüsrev Bey zapteylemiş. Daha sonra, 17. yüzyılda Melek Ahmed Paşa kendi malından harcayarak tamir ettirmiştir. Şimdi çoğunun yerinde yeller esen (Ak)hisarda Evliya’ya göre 80 ev, bir Hünkâr camii, 800 adet kârgir ev, 80 dükkân, 8 camii ve mescid bulunmaktadır. Yine Seyahatnâme’deki kayda göre 3 mektep ve 3 tekke bulunup birisi Halvetî tarikatı şeyhlerinden Şeyh Hasan Kâfî-i Akhisarî tarafından yaptırılmıştır. Hasan Kâfi Efendi (ö. 1616) eğitimini Bosna kadısı Bâli Efendi’den almış olup, “Kâfiye” üzerine yazdığı bir şerhten ötürü “Kâfi” mahlasını aldığı söylenir. Eğri Seferi’nde bulunmuş, bu sefer üzerine “Eğri Tarihçesi” isimli bir eser kaleme alarak dönemin hükümdarı Sultan Üçüncü Mehmed’e sunmuştur. Bu zat bir de han yaptırmış olup, kapısı üzerindeki tarih beyti şöyledir:
Târîhini sorana budur cevâb-ı şâfî
Hânın binâsı içündür târîh-i Şeyh Kâfî (h. 1019, m. 1610)
SARI SALTIK
Yahya Kemâl, Türklerin anayurdundan çıkıp Doğudan Batıya olan ilk yolculuğunu anlattığı bir şiirinde geçen:
Geldikti bir zaman, Sarı Saltık’la Asya’dan
Bir bir diyâr-ı Rûm’a dağıldık Sakarya’dan
beytinde, aynı dönemlerde ve aynı yöne doğru giden belki bir düzineden fazla isim sayabilecekken, onlar arasında sadece Sarı Saltık’ı öne çıkarması tesadüfi değildir. Anadolu’yu İslâmlaştıran Türklerin oradan Rumeli topraklarına geçişlerini bu Türkmen dervişiyle özdeşleştirir. Aynen Hoca Ahmed Yesevî, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Velî ve Hacı Bayram-ı Velî gibi. Bu ve benzeri isimlerin tarihî şahsiyetleri, efsanevî şahsiyetleriyle iç içe geçerek bugüne kadar gelmiştir. Anadolu’daki bin yıllık geçmişimizin sis perdeleri arasından birini diğerine tercih etmek çok zordur. Geç dönem Osmanlı şairi Yahya Kemâl’in Sarı Saltık tercihi de böyle bir şey olsa gerektir.
Devrin hemen hemen tüm dervişleri gibi hakkında efsanevî bilgilerden başka bir şeye sahip olmadığımız ve tüm Balkanlar’da Müslüman halkın gönlünde taht kurmuş olan Sarı Saltık kimdir ve ne yapmıştır?
Ondan bahseden kaynakların ortak rivayetine göre Sarı Saltık, 13. yüzyılın Türkmen gazilerinden biri olup Anadolu’da ve Rumeli’de İslâmiyetin yayılmasında öncü rolü oynayan şahsiyetlerden biridir. Rumeli diyârına gitmeden önce Şam taraflarında bulunduğu, daha sonra kuzey illerine yöneldiği kayıtlarda geçer. Horasan erenlerinden olan ve bazı kaynaklarda Hacı Bektâş-ı Velî’nin müridi, bazılarında arkadaşı olan Sarı Saltık, 1256 yılında adamlarıyla Selçuklu devletinde yaşanan taht mücâdelesinde İkinci İzzeddin Keykavus’u desteklemek amacıyla önce Bizans’a, oradan Balkanlar’a, sonra da Keykavus’un bulunduğu Kırım’a kadar gittiği rivayet edilir. Keykavus’un ölümüyle birlikte geri Balkanlar’a Dobruca’ya dönüp 1281 yılında burada öldüğü söylenir. Değişik kaynaklarda ondan Saltık Baba, Baba Saltık, Saltık Bey şeklinde de bahsedildiğini görüyoruz. Evliya Çelebi, Gelibolulu Mustafa Âlî ve Yazıcızâde’yi kaynak göstererek Sarı Saltık’ın adının Muhammed Buharî olduğunu kaydeder.
Yaygın bir rivayete göre bu Türkmen dervişi ölmeden önce müridlerine şöyle bir vasiyette bulunur: “Emr-i Hak vaki olursa, yedi tabut hazırlayıp, nâçiz cesedimi birine koyasınız. Diğerlerine de ağırlığımca bir şey koyup bu tabutlar vasiyet ettiğim yerlere vasıl ola!” Saltık Baba’nın defnedilmek üzere tabutunun gönderilmesini vasiyet ettiği yerler arasında Bosna, Trakya ve Arnavutluk yanında Anadolu toprakları da bulunmaktadır. Bu yerler arasında Karadeniz’in kuzey ve batı taraflarında yer alan Romanya, Moskova, bugün Letonya ve Estonya olarak adlandırılan Baltık coğrafyasının bulunduğunu da söylersek,[2] 13. yüzyıldan günümüze nüfuzuyla hâlâ yaşayan bu Türkmen dervişinin “Kızılelma” ufkunu varın siz hesap edin.
Başka bir rivayete göre Sarı Saltık’ın, 1240 yılındaki halk ayaklanmasının kahramanı Türkmen Baba İshak’ın taraftarlarından biri olduğu kabul edilir. Bu fütuhatçı Türkmen gazisiyle ilgili anlatılanlar artık mitolojilere karışır:[3] Sarı Saltık, 13. yüzyılın ikinci yarısında Bizanslılar tarafından Dobruca’da görevlendirilen bir uç beyiymiş. Dobruca’ya gelince halkı canından bezdiren bir ejderhayı öldürmüş. Bölgenin kralı onun bu olağanüstü cesaret ve kahramanlığından memnuniyet duymuş. Ve bunun sonucu olarak Sarı Saltık’ın dinine geçerek Müslümanlığı kabul etmiş. Ardından da bölgedeki bütün halk Müslümanlığı seçmiştir. Bu olay üzerine Saltık Baba’nın namı tüm Balkan diyârında yayılmış. Vefat ettiği zaman yedi ülkenin kralı ona sahip çıkmış ve kendi topraklarında defnedilmesini istemiş. Biraz önce de bahsettiğimiz gibi yedi tabut yaptırılıp her biri bir ülkeye gönderilmiş. Gönderilen ülkelerden biri de Bosna imiş. Bosna’daki mezarı, bugün Blagay’da insanı dehşete düşüren devasa kaya kütlesinin dibindeki tekkenin bulunduğu mevkidir. Aynı zamanda burası maveraî uğultularla akan Buna nehrinin doğduğu yerdir.
Sarı Saltık’la ilgili kulaktan kulağa dolaşan efsanevî söylentilerden biri de şöyle: Buna nehrinin kaynağında korkunç mu korkunç bir ejderha yaşamaktaymış. Halk, her yıl korkusundan bu ejderhaya bir genç kızı kurban vermek zorundaymış. Bu kez kura Kral Stepan’ın kızı Milica’ya çıkmış. Nerdeyse doksan derecelik bir açıya sahip kayaların tepesinde görünen taş kalıntıları eskiden insanı dehşete düşüren şehir surlarıymış. Kentten, kaynağın bulunduğu kayanın ortasına kadar egzotik bir yer altı geçit varmış. Halk kurbanları zorunlu olarak götürüp oraya bırakırmış. Kral Stepan da çaresiz bir şekilde prensesini törenle oraya terk edip gözü arkada kalarak dönmek zorunda kalmış. Milica tam da acıklı akıbetini beklemeye başlarken, bu sırada Anadolu’dan Sarı Saltık adlı bir dervişin Blagay’a geldiği duyulmuş. Derviş herkesi böyle hüzne gark olmuş bir halde görünce, bu hâlin sebeb-i hikmetini sual eylemiş. Durumu öğrenince de, “beni hemen prensesin olduğu yere götürün” demiş vakit kaybetmeden. Gazi Türkmen dervişi mahzun bir şekilde ölümünü bekleyen prensesin yanına kadar varmış. Derken, tam o anda ejderha çıkagelmesin mi! Orada büyük bir kavgaya tutuşmuşlar. Yer gök buna şahit olmuş. Âsumânı tutan kılıç şakırtısı arasında dövüş uzadıkça uzamış. Ejderha kılıç darbeleri indikçe acısından kuyruğunu sallamaya başlamış. Her vuruşta dağ yarması gibi bir kaya parçası aşağılara doğru yuvarlanmış. İşte bugünkü Buna nehrinin doğduğu oyuk o büyük kavgadan kalmış. Hikâye-i kelâm, ejderha, Hızır misâli gizemli bir güce sahip olan hasmına böyle yenilmiş. Hem prenses Milica, hem de halk baş edilmesi zor canavardan böylece kurtulmuş. Hikâye bu ya, Kral Stepan teşekkür için kızını Sarı Saltık’a vermiş ve kırk gün kırk gece düğün yapılmış.
Sarı Saltık hakkında nesilden nesile günümüze kadar gelen bu efsaneler, olağanüstü hâlleriyle bugün bile insanları etkiliyor. Bazı kaynaklarda bu gazi Türkmen dervişinin gerçek bir şahsiyet olmadığı ve onun isminde bölgede iki asır boyunca faaliyet göstermiş bütün sufilerin yaşanmış tecrübelerinin toplandığı ifade edilse de, halkın buna inanması önemlidir. Bölgede yaygın olan “değişik tarikat ve tekkeler adeta onun ismiyle özdeşleşmiştir.”[4]
Moğol istilâsının Anadolu ve tüm Orta Asya’yı kasıp kavurduğu bir zamanda Anadolu ve Balkanlar’da İslâmın sancağını taşıyan yüzlerce ve binlerce İslâm erinden biri olan Sarı Saltık, ölümüyle de İslâm’ın bayraktarlığını yapmıştır. Bugün ona atfedilen efsanelerle dolu hayatını “Saltıknâme”den de takip edebiliriz.[5] Eski Anadolu Türkçesi’nin dil özellikleriyle kaleme alınan Saltıknâme, 12. yüzyılın ikinci yarısından 15. yüzyıla kadar devam eden ve İslâm dini uğruna gaza yaparak Müslümanlığı yaymaya çalışan kahramanların efsanevî maceralarını anlatan Ebâ Müslim, Hamzanâme, Battalnâme, Dânişmendnâme ve benzeri eserlerin sonuncusudur. Bu bakımdan Saltıknâme’ye Anadolu sahasının Divan-ı Lügâti’t-Türk’ü denmiştir.
Son olarak şu ayrıntıyı da belirtmemiz gerek: Tarihçilerin çoğuna göre Mostar’a yarım saatlik mesafedeki Blagay’daki tekke, bir Halvetî Tekkesidir. Ancak Sarı Saltık’a ait Bektaşî Tekkesi olduğunu söyleyenler de vardır. Balkanlar’daki çoğu tarikatların, yüzyıllara göre değişen, dönem dönem artan ve azalan etkinliği olmuştur. Bunu göz önünde bulundurursak, bugün Blagay’daki ünlü tekkenin fetihten önce ve sonra Bektaşi tekkesi olarak faaliyet gösterdiğini, 17. yüzyıldan sonra da Halvetî tekkesine dönüştüğünü kabul etmek, araştırmacılara göre tarihî gerçeklikle çelişmez.
HASAN KAİMÎ EFENDİ
Hasan Kaimî Efendi, 17. yüzyılın başlarında Saraybosna’da doğmuş, burada bir süre eğitim gördükten sonra Sofya’ya gitmiş, orada Şeyh Muslihiddin Efendi’den ders alarak Halvetî tarikatına girmiş Bosna’nın yetiştirdiği önemli mutasavvıf şairlerden biridir. Muslihiddin Efendi’den “halife” unvanını alıp Saraybosna’ya döndüğünde bugünkü Hacı Sinan Tekkesi’ne şeyh olmuştur. Duvarları enfes talik hattı ile süslü bu tekkenin, bazı kaynaklara göre Kadirî tekkesi olduğu kaydedilir.
Tarihçilerin ve şarkiyatçıların hep ilgisini çeken Hasan Kaimî Efendi, sözünü kimseden esirgemeyen kelimenin tam anlamıyla “dobra” bir kişiliğe sahiptir. Rivayete göre 1682-83 yıllarında ülkede eşi görülmedik bir kıtlık yaşanmış. Zenginler depolarını olabildiğince mısırla doldurunca kıtlık halk üzerinde daha çok etkisini göstermiş. Kaimî de bunun üzerine, speküle edilmiş tahılların devlet tarafından zenginlerden alınıp fakirlere verilmesini, bunun aynı zamanda dinin emri olduğunu vaazlarında yüksek sesle dile getirmiş. Halk da onu destekleyerek bu yönde tezahüratta bulunmuş. Bu konuda Saraybosna’nın varlıklı insanları ve hükûmet görevlileri ile anlaşmazlığa düşen Kaimî Efendi, öyle ki Saraybosna’da “istenmeyen adam” ilân edilmiş.
Bu muhalif tavrı ile birlikte şiirlerinde bazı geleceğe dair olaylardan da bahsetmesi üst üste gelince, devrin devlet erkânı tarafından Saraybosna’dan hayli uzak mesafede bulunan İzvornik’e gönderilerek cezalandırılmak istenmiştir. Burada Hacı İdris Camii’nde ömrünün sonuna kadar imamlık yaptığı rivayet edilir. Sürgün geldiği bu şehirde halk sözünün eri bu şeyhi desteklemiş ve bağrına basmıştır. Daha sonraları kendisini sürgüne gönderen devlet adamları bir bakıma özür dileyerek onu Saraybosna’ya çağırmak istemişse de bu sefer teklifi kendisi kabul etmemiştir. Bosna’nın önemli bir edebiyat tarihçisi olan Safvetbeg Başagiç, Saraybosnalılar arasında “Başarılı insanlara saygı göstermiyoruz, Kaimî de bizden birisiydi ama onu aramızdan kovduk” diye konuşulduğunu nakleder.
Kaimî Efendi ölüm tarihi olan 1692 yılına kadar İzvornik’te kalmıştır. Bugün Sırpların elinde bulunan bu şehirdeki kalenin yamacında bir türbede medfundur. Şehrin istilâya uğrayacağının öğrenilmesi üzerine söylenmiş bir “İzvornik Türküsü”nün ilk kıtası şöyledir:
Feryâd eder İzvornik’in kal’ası
Kal’asıyla bile büyük kulesi
Kaimî’nin zât-ı şerîf türbesi
Yetiş Numân Paşa aldırma bizi
Bu türküden, Kaimî Efendi’nin türbesinin bugün olduğu gibi dün de İzvornik’in önemli simgelerinden biri olduğunu görüyoruz. Şiirin, düşman istilasına uğraması muhtemel şehir halkına moral vermek için yazıldığı diğer bendlerinden de anlaşılmaktadır.
Son yıllarda Kaimî Efendi adına her yıl düzenli bir şekilde kültürel ve dinî etkinlikler yapılmaktadır. Onunla ilgili mevlid programları ve şiir geceleri düzenleniyor. Ayrıca her yıl Kaimî için Boşnak Edebiyat Ödülü verilmesi, Boşnak aydınların köklerine dönmesi bakımından sevindirici bir gelişmedir. Bu büyük mutasavvıf şair sadece İzvornik’in değil bütün Bosna’nın önemli dinamiklerinden biridir. Her geçen yıl bunun böyle olduğunu, Kaimî isminin Boşnak Müslümanlarının zihninde daha bir perçinleşmesinden anlıyoruz.
[1] Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, (Haz. Yücel Dağlı-Seyit Ali Karaman-İbrahim Sezgin), c. 5, c. 5, s. 232-33, İstanbul 2001.
[2] Değişik yerlerde Sarı Saltık için yaptırılan bu tabutların Babaeski, Babadağı, Kaliakra (Varna dolaylarında), Buzev (Romanya), Danzing, Lipka ve Niğde’nin Bor ilçelerine gönderildiği de kaydedilir. Sekizinci makamın da İznik’te olduğu söylenir.
[3] Altan Araslı, Mostar Köprüsü, s. 107-108, Ankara 2004.
[4] Metin İzeti, Balkanlar’da Tasavvuf, s. 314, İstanbul 2004.
[5] Ebulhayr-ı Rûmî, Saltıknâme, c. I-II-III (Haz. Necati Demir-M. Dursun Erdem), İstanbul 2013.