O yolu gören İstanbul’dan oralara ulaşan yolları da görür. Yunusla görür, Mevlana’yla görür, Aziz Mahmut Hüdai ile görür, Ebussuud Efendi ile görür, Fatihle görür, Alpaslan ve Selahaddin’le görür.
M. Nezihi Pesen

İstanbul’un ne kadar çok veçhesi var. Nice on yıldır İstanbul’da yaşıyorum. Bir nevi bu kadar senedir İstanbul’u yaşıyorum demek de münasip düşer sanırım. Yine de kırk yıla yaklaşan İstanbul hayatıma, yıllarıma rağmen bu çok katmanlı şehri ihata ettiğimi iddia edemem. Bunu iddia edebilecek kimsenin olduğuna da ihtimal vermiyorum. İstanbul, bir yandan böyle seyyal bir şehir… Ruh için, sosyal tabakalar bakımından ve hatta belediyeler açısından (belediyeler eliyle) bile sürekli değişmekte olan bir şehir. Öyleyse İstanbul’u anlatmak mümkün değil mi? Mümkün elbet. Fakat hem çok uzak bir geçmişe uzanan derinliğiyle hem de modern zamanların pek çok şeyinden, değişimlerinden, estetik zorbalıklarından, ekonomik dayatmalarından etkilenen kimliğiyle zapt edilmez bir mahiyeti var İstanbul’un. Ben kendi bakış açımdan ona çeşitli veçhelerden yaklaşmaya çalışacağım veya onun çeşitli veçhelerini kelimelerle zapt edip kayıt altına almaya çalışacağım. Kesitlerden, fragmanlardan, görünümlerden, tecrübe ve hissiyatlardan bütüne ulaşma çabası, denemesi. Deneme bir iki üç…
- Köyden Kente Göç Açısından İstanbulum
Çocuktum, küçük bir çocuktum… Kamyon kasasında girmişiz İstanbul’a. Bingöl’ün bir mezra köyünden İstanbul’un kenar bir mahallesine göç eden yedi kardeşli bir ailenin üçüncü çocuğu olarak başlıyor benim İstanbul maceram. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra İstanbul’un ve Türkiye’nin bir çocuk için bile iç açıcı olması beklenemezdi. Değildi zaten. Hele ekonomik şartlar açısından durumlar vahimdi. Elbette hem ekonomik açıdan hem sosyal olaylar ve ahval-şerait bakımdan detayları hatırlamıyorum. Fakat durum zordu, parlak değildi, şenlikli değildi, ferahlık ve mutluluk verici yönler nadirdi Atışalanı’nda. Altyapı sorunlarıyla boğuşuyordu İstanbul’un taşrasında yaşayan insanlar. Babam çoluk çocuğunun maişetini temin etmek için çeşitli işlerde çalışıyordu ve biz çocuklarını da okullara gönderiyordu. Şehre göç edişimizin temel amaçlarından biri de biz kardeşlerin eğitime devam edebilmeleriydi. Devam ettik. Okullara devam etmek benim İstanbul’la ilişkimin, bağlantımın yeni bir veçhe kazanmasına sebebiyet verdi. Oraya geçmeden önce bu göç meselesi ve İstanbul’un taşrasıyla ilgili bazı indî tespitler üzerinde durmanın isabetli olacağını düşünüyorum.
İstanbul’un güzelliklerini yaşayamayan büyük bir kitle var hâlâ İstanbul’da. Sadece gündelik geçimini temin etmek için bir işle uğraşmak, mücadele etmek, işe gidip gelmek bu ailelerin, bu kesimin gününün, haftasının, ayının ve yılının nerdeyse tümünü ele geçiriyor. Bütün bir ömrünü İstanbul’un bu kaotik, bunaltıcı, yorucu, yabancılaştırıcı şartlarında heba eden bir büyük insan kalabalığının hesabını kim verecek? Bu kadar insanı buraya yığmanın vebalini kimin boynuna yüklemeliyiz? Büyük mimarımız ve düşünürümüz Turgut Cansever ve ekibinin 1990’ların başında İstanbul’un imarı, iskânı, ekonomik ve sosyal işleyişinin nasıl olması gerektiği hakkında bazı yetkililere sundukları öneriler maalesef değerlendirilemedi. Şimdi İstanbul bir yönüyle bir heyula nerdeyse… Demografik yığılma ve bu yığılmanın kapitalistlerin ağzını sulandıracak hale gelmiş olması İstanbul’da yaşamayı zorlaştırıyor. Sonradan İstanbul’a gelip yerleşmiş pek çok insan gibi benim de şımarıkça sorular sorma hakkım yok. Burjuva değilim, beyaz Türk değilim, Şişli-Nişantaşı-Pera levanteni de değilim, elhamdülillah. Avrupa yakasından Asya yakasına, Atışalanı’ndan Üsküdar’a geçmiş bir kişiyim. Yok, henüz tam olarak bir kişi, şahsiyet olmamıştım galiba Üsküdar’a geçerken. Önce bir yıllık Kur’an kursu sonra imam hatip mektebi yılları başlayacaktı orada. Üsküdar’da. Benim için İstanbul’un merkezi olan yerde. İstanbul ilk başta kalabalığıyla, hızıyla, karmaşasıyla, farklılığıyla, sertliği ve acımasızlığıyla beni çok korkutmuştu. Halen de korkularımın depreştiği, şehrin baş edilmez gürültü ve işleyişinden kaçmak istediğim zamanlar oluyor. Fakat artık İstanbul’un bazı hazinelerinden, kaynaklarından, imkânlarından, gizli bahçelerinden ve güllerinin açılış anlarından haberdarım ve Rabbim, şehrimin bu eskimez, daima ter ü taze olan nimetlerinden faydalanmama izin veriyor.
2. İlk İnkişaf Dönemim ve İstanbul’u Görmeye Başlamam
Çoğumuz, eskiden İstanbul dendiğinde ‘sur içi’nin kastedildiğini biliriz veya zamanla öğreniyoruz bu gerçeği. İstanbul’la ilgilenip onu sevmeye ve tanımaya çalıştıkça başka gerçeklerle beraber bu tatlı gerçeği de öğreniyoruz. Bu gerçek bize bir şeyle daha söylemiş oluyor aslında. İstanbul, zamanla, yani seneler veya yüzyıllar içinde, hem fiziki olarak değişmiş hem de böylece sınırları ve onunla ilgili tarifler, tasvirler de sabit kalmayarak tahavvüle ve tebeddüle uğramıştır. Donuk, değişmezlik zırhına bürünmüş bir şehir değil yani İstanbul. Zaten içinden, ortasından deniz akan bir şehir nasıl donuk, sabit ve olumsuz bir surete sahip olabilir ki?
Rumeli şehirlerinin bazılarını geçtiğimiz yıllarda ziyaret etme imkânı bulmuştum. Şükürler olsun Yüce Allah’a ki bana bu zevki yaşattı da İstanbul’un ve medeniyetimizin şehirlerinin eskiden nasıl bir sükûnet, dinginlik ve güzellik içinde hayatiyetlerini devam ettirdiklerini hissettim biraz. Biraz diyorum, çünkü oralarda da çok büyük çalkantılar yaşanmış, şehirlerimiz işgal edilmiş ve istenmeyen değişimlere maruz kalmış. Neyse ben aslında içinden nehirler geçen Rumeli şehirlerinden bahsedecektim, izniniz olursa değerli okuyucum. Saraybosna, Mostar, Prizren… (Zaman ve zemin uygun olsaydı zevkle onları anlatmak isterdim. Yine de kısaca değiniyorum.) Bu şehirler kısmen daha sakinler ve oralarda suyun sesini duyabiliyorsunuz. Neretva nasıl da nazlı coşkun akıyor mesela Mostar’ın içinden ve yıkılıp da yeniden inşa edilen köprünün altından. Tabi, asıl nehir Tuna’dır ama maalesef henüz Tuna’yı ve etrafındaki bereketli şehirleri göremedim, o topraklara ayak basmak nasip olmadı. Balkan şehirlerinin bazılarını ziyaret ettikten sonra Süleymaniye Camii’ne gittiğimde müthiş bir duyguyu çok canlı, somut bir şekilde yaşadım: İstanbul bir başkenttir. Süleymaniye nasıl Müslümanların kesintisiz ama kemiyet açısından yoğun olmayan ilgisine mazhar olmaktan dolayı mahzunsa, İstanbul da başkentliğini, hükümranlığını, merkeziliğini geçici olarak kaybetmiş olmaktan dolayı mahzun ve mükedderdir. Yine de o bir başkent. İstanbul’dan elli, yüzyıl evvel fethedilen Balkan şehirlerimizden döndükten sonra Süleymaniye’de ve Boğaz’ın sularını seyre daldığımda içimde fetih ayetleri akıyor, akıyor, akıyor…
Üsküdar’dan Rumeli’ye geçtim çeşitli çağrışımlarla. Nitekim Müslüman atalarımızın buraya geçişleri de çok acayip, çok heyecanlı olmuştur. İstanbul böyledir: Zengindir, sürprizleri çoktur, mimari bir eserinden, bir sokağından tarihin bir dönemine yolculuk edersiniz. Yeter ki zihninizi ve ruhunuzu rahat bırakın. Fakat öncelikli olarak gezdiğiniz ve yaşadığınız yerleri sağlıklı ve doğru bir şekilde görebilmeniz gerekiyor. Görmek de bilmekle ilgilidir. Yaşadığımız şehri ve o şehrin medeniyet tarihimiz içindeki önemini, değerini bilmediğimizde nazarımız hep nakıs, çapraşık, şaşı ve malul olacaktır. Mesela nostalji bir çarpık bakış ve yaşam biçimidir. Tarihten koptuğunuz an veya onu geçmişin tozlu sayfaları arasında kalmış bir süreç olarak kabul ettiğiniz an, bu zamanın batıl hükümlerine ve hurafelerine göre yaşamaya ve şekillenmeye başlarsınız. Batının ve çağın size dayattığı umdelerle, paradigmalarla, dogmalarla kendinizi, geçmişinizi, tarihinizi ve şehirlerinizi okumaya ve anlamaya başlarsınız. Yani baktığınız her şeyi sürekli ya eksik veya yanlış anlamış olursunuz. Tanımlamak merkezde olmaktır. Ağyarın istediği, yönlendirdiği şekilde bakarsanız onlarla uyumlu ve onlara bağımlı bir hayat sizi bekliyor demektir. Değişimin ve Allah korusun, müstemleke olmanın, köleleşmenin bir çeşidi sayılır bu da. İpler sizin elinizde değildir. Mesela Hacivat ve Karagöz öldü. Zaten birer gölgeydiler perdede. Ama perde bizimdi, oynatan ve konuşturan bizdik. İp bizim elimizdeydi. Hacivat ve Karagöz bizim ruhumuzdan, birikimimizden yansıyordu perdeye. Hayatımızın bir rengi ve provasıydı bu gölge oyunu. Bizden çıkan ve bizi etkileyen bir oyun. Bir gerçeklik. Şimdi bütün dünyayla birlikte bizi de etkileyen gölge oyunlarının merkezi maalesef Hollywood.
Evet, ne diyordum? Üsküdar. Görüyorsunuz çok zengin bir şehir. Biraz direnebilmiş bir şehir. Bir İstanbul parçası… Üsküdar deyince Anadolu da geliyor aklımıza. Bildiğimiz gibi Milli Mücadele için Anadolu’ya geçişte çok önemli fonksiyonları olan, çok hassas görevler üstlenmiş, icra etmiş bir geçiş bölgesi Üsküdar. Benim aklıma Eyüp de geliyor Üsküdar deyince. Sonra Aziz Mahmut Hüdai hazretleri. Kadıköy’e benzeyen bir kesimi de var Üsküdar’ın. Kadıköy Üsküdar’a nazaran daha yakın Beyoğlu’na. Beyoğlu’na coğrafi olarak daha yakın olan Üsküdar ama ruh ve yaşam tarzı açısından Kadıköy, Pera-Beyoğlu’na daha yakın-benzer gibi görünüyor. Elbette bunlar kolaylıkla sarf edilmiş sözler. Benim yaşadıklarımın mahsulü hisler bunlar. Kişisel şeyler yani. Kendi İstanbulumu anlattığım için çok da sorun olmaz galiba bu tür değerlendirmeler.
Benim için Üsküdar İstanbul’un merkezidir, demiştim. Çünkü yaklaşık 30 yıldır, aklım başımda veya geçici sekr hallerinde iken, ben burada ikamet ediyorum. Üsküdar benim evim, yurdum. İstanbul’dan ayrı düşünmedim hiç Üsküdar’ı. Beykoz’a bitişik Üsküdar. Hem de sahilden. Boğaziçi’nin o sahil yolu benim ömrüm gibi zikzaklı, dalgalı bir seyahat güzergâhı. Uzun, güzel, zorlu, dikkatli olmayı gerektiren, yoran ve sevindiren bir istikametgâh. Her baharda erguvanlarla süslenen bir yol. Bir muhit. Bir Boğaziçi klasiği. Üsküdar Ümraniye’ye de bitişiktir. Benim bir yanım da Ümraniye’dir. Ümraniye’nin otuz yıl öncesiyle de başlar benim maceram ve bugüne kadar devam etmiştir bu bağlantı. İstanbul’u bir bütün olarak gördüm hep. O yüzden onu anlamak da zapt etmek de çok zor. Önemli olan bulunduğun yerin ve zamanın hakkını vermektir. İbnülvakt olmak yani. Kabzın ve bastın engellenemez iki gerçek hal olduğunu bilerek Yaradan’a sığınmak. Kuluz çünkü hepimiz. Kul sınanır. Şehirler görür, farklı zamanlara şahit olur, bazen daralır, bazen İstanbul’un en güzel yönlerine şahit olur ve bunlardan zevk alır. Benim İstanbul maceram da böyle. Ömrümüz de böyle değişken, dalgalı, celal-cemal yansımalarıyla dopdolu değil mi zaten?
3. Büyük İstanbulum
Yukardaki satırlarda biraz anlatmış oldum son dönem İstanbulumu. İnsanın yaşı ilerledikçe ve bu ilerleyiş esnasında ruh, zihin, akıl, kalb gerekli gıdalarla beslenebilmişse o insan için sıhhatli sıfatı uygun düşebilir. Muvafık mı deseydim? Yani sahihliğe ulaşabilmiş kişidir o. Mutlak bir sahihlikten bahsedebilmek epey zor olsa da bir açıklık, berraklık, güzellik, netlik ve hakkaniyete ulaşmışlık söz konusudur inşallah. Mekke’den, Medine’den İstanbul’a kesintisiz bir akış bir yol vardır ve o yolu görmek Allah’ın çok büyük bir nimetidir. O yolu gören İstanbul’dan oralara ulaşan yolları da görür. Yunusla görür, Mevlana’yla görür, Aziz Mahmut Hüdai ile görür, Ebussuud Efendi ile görür, Fatihle görür, Alpaslan ve Selahaddin’le görür. Üsküdar Kâbe toprağıdır derler. Yani o kadar yakındır. Uzaklığı; ataklığı, pekliği, cesareti ve aşkıyla yenmiştir. İstanbul’un ruhudur o. Beyoğlu’na da bitişiktir benim için, Cağaloğlu’na da. Gezip gördüğümüz her şey ve okuduğumuz rağbet ettiğimiz her şey kanımıza sinmiştir. Ruhumuzda hayatımızda izleri vardır sahiplendiğimiz veya kaçındığımız kaçtığımız şeylerin. Ama değil mi ki Müslümanız ve kıblemizi hiç unutmadık ve salavat getirmeye devam ediyoruz. Bu yöneliş ve ısrar şu demektir: Kâbe’ye ve Ravza-i Mutahhara’ya akmaya can atıyoruz. İstanbul Haremeyn toprağına çok yakın olduğunu yüzlerce binerce camisiyle, adalet-hakkaniyet peşinde koşmasıyla, merhameti-mücadeleyi en zor zamanlarında bile terk etmeyişiyle ve Ayasofya’yı onu fethedenlerin mirasçılarına yeniden açmasıyla ispat etmiştir.