İstanbul Hz. Âdem’den sonra farklı isimlerce dokuz kere kurulmuş ve yine farklı zamanlarda on bir kez kuşatılmış bir şehir. Latince Makedonya’dan Süryanice Yankoviçe’ye, Sırpça Pozanta’dan Nemse dilinden Kostantinopol’e, Hintçe Taht-ı Rum’dan Osmanlıca İslambol’e kadar değişik adlar almış.
Hüseyin Akın

İnsan yaşadığı şehrin özelliklerini kazandığı kadar, o şehir de insanın özelliklerini yansıtır. Edip Cansever’in şiirinde söylediği gibi: “İnsan yaşadığı yere benzer/ O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer. Bu benzerlik şehrin insana dair doku ve karakterini yitirmemesiyle doğru orantılıdır. Mekânın da bir poetikası olduğunu dikkate aldığımızda insan bir şehrin hem yazanı hem de yazılanı konumundadır. Hacı Bayram Veli’nin nagehan vardığı şehir için söylediği “Ben bile onda yapıldım/ Taş u toprak arasında” mısralarını başka türlü anlamak mümkün değildir.
Şehirle beraber inşa olmak, mekânın ruhunu zamana, zamanın ruhunu insana yerleştirmektir. Belki de bu sebepten herkesin kendine göre bir İstanbul’u var. Her kişi kendi İstanbul’unu kendi dünyası ve ufkuna göre önce içinde bina ediyor. Nedim’e “Altında mıdır, üstünde mi cennet-i âlâ” diye sorduran bu tasvire sığmayıp tasavvurla ancak anlatılabilir olma özelliğinden başkası değildir. Büyük seyyahımız Evliya Çelebi de tasvirden çok tasavvura dönük bir İstanbul resmi çizmiştir ünlü Seyahatnamesinde. Gezmenin yazmaya benzeyen taraflarını anlatıma ustalıkla katarak.
Bir şehir olmazdan evvel bir imgedir İstanbul.
Herkes yüreğinden diline yansıyan şekliyle çizer onun haritasını. Bir rüya kenti, bir cennet arzusunun dünyaya yansımış şekli. Kadim bir söz gibi muhkem. Fetih coşkusunu insanda diri tutan, kavuşma hasretinin taşa toprağa sinmiş hali. Eski dilde el yazımı kutsal bir kitap.
Ne kadar tahrif edilmeye, okunaksız kılınmaya çalışılırsa çalışılsın üstündeki gök kubbe kadar eski, bir o kadar orijinal.
Peygamber övgüsü, Hz. Süleyman yapısı. Gulgule-i Rum, Tantana-i Rum, Debdebe-i Rum ve Gulubetü’r Rum diyarı… Allah’ın “kün” (ol) hitabının yankısından halk olmuş gibi meydana gelişin ve oluşun bütün hallerini ilk günkü canlılığıyla yaşayan ve yaşatan.
İstanbul Hz. Âdem’den sonra farklı isimlerce dokuz kere kurulmuş ve yine farklı zamanlarda on bir kez kuşatılmış bir şehir. Latince Makedonya’dan Süryanice Yankoviçe’ye, Sırpça Pozanta’dan Nemse dilinden Kostantinopol’e, Hintçe Taht-ı Rum’dan Osmanlıca İslambol’e kadar değişik adlar almış.
Her biri belli bir adım mesafeden oluşan tam yirmi yedi kapısı vardır. Her kapı İstanbul’un apayrı güzellikte odalarına açılır. Silivrikapı, Topkapı, Edirnekapı, Kumkapı Yenikapı, Ahırkapı, Çatladıkapı, Eğrikapı, Balatkapısı…bunlardan bazıları.
Yine İstanbul’u ve içindekileri her türlü vahşiyattan, olağanüstü varlık ve tehlikelerden koruma amaçlı, ya da maddi önlem maksatlı 366’sı karada 10’a yakını denizde olmak üzere tılsımlar vardı. Bu tılsımlar belli sütunlar üzerinde dev suretler şeklinde olabildiği gibi ufak bir figür ya da renkli bir taş şeklinde olabiliyordu. Bu, hiçbir şehre nasip olmayacak bir büyülü bakış, sureti ve siluetini her türlü nazardan emin kılma gayretidir.
İstanbul sadece güzelliğiyle değil aynı zamanda cevher ve madenleriyle de Allah’ın lütfuna mazhar olmuş bir şehir. Onun gezenleri şaşırtıp duraksatan, yolundan döndüren tarafı biraz da budur. Şimdilerde işaret ettiği anlamlarından uzaklaşan semtlerin bir zamanlar birer maden kaynağı olduğu görülür.
Evliya Çelebi, bir zamanlar Sultan Ahmet Camiinin imareti altında büyük bir mağaradan siyah barut, güherçile ve sarı kükürt çıkarıldığını söyler. Aynı şekilde, Kumburgaz denilen semtin “kum burgazı” denilen saat kumunun burada bulunuşundan geldiğini öğreniyoruz. Davut Paşa’da taş madeni, Eyüp’te testi yapmakta kullanılan “Ensari Çamuru” adı verilen macun, Kâğıthane’de cendereci suyu ve eğir kökü; Sarıyer’de aynı adı alan testi ve kâse yapmakta kullanılan mayalanmış kokulu çamur, yine Sarıyer’de dağın doğu tarafa deniz kıyısına yakın bir mağarada saf altın, Üsküdar’da dağlık yerlerde, mezarlarda kullanılan küfeği kayağan taşı, Tophane’de demir madeni bulunmaktaymış.
Ve İstanbul’un en önemli ve en zengin madeni insandır. Onun için, “Yeryüzünde bin adam ölür ve bin bir adam doğup bir adamdan çoğalır” derler. Bu yüzden İstanbul insan madeni yurdu olarak şöhret kazanmıştır.
Evliya Çelebi İstanbul’u şifahi bir dille anlatmakla yetinmez, bilgi ve belgelere dayanarak bu kutlu kentin tarihi önünden adeta resmigeçit yaparcasına geçer.
Ayrıntılar onun kaleminden ayrı bir önem kazanır. Kişi ve yer adlarının yanı sıra asker, parça ve mühimmat sayısını rakamlarıyla sıralar. Bunların ayniyle doğru olup olmadığını bilmiyoruz.
Fakat bildiğimiz şey Çelebi’nin aynen kendisi gibi özgün seyyahlardan olan Marko Polo gibi gezmelerinde romantizmin de üzerine çıkarak, görme duyusunun esaretinden kendini kurtarmış olmasıdır.
Gerçekten de görmek ve bilmek insandaki yaratıcılığı öldüren, hayal gücünü yok eden unsurlardır. Onun gezdiği yerlerle ilgili bu denli ayrıntılara yer vermiş olması kopan tarihsel manzarayı hayal gücü ve ideal bakışıyla doldurabilme becerisinde yatmaktadır.
Bu meyanda İstanbul kurulan hayallerin ve kurgulanan ideallerin rahatlıkla soluk alabildiği bir “kızıl elma” olmaya yakışır bir tılsımlı dünyadır.
Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u on birinci kez kuşatmasını anlatırken Evliya Çelebi adeta geçmiş zamanlara uzanan bir savaş muhabiri gibidir. Sadece vakayı dakikası dakikasına anlatmakla kalmaz, aynı zamanda kendi duygularını da ortaya koyarak yorumlar yapar. Yaşanan ân onun için yaşlanan ân değildir. Bu ânları canlı anlatımıyla yeniden yaşatırken, anlatımın en hararetli yerinde dahi mekânın tarihine atıflar yapmayı es geçmez. Örneğin; “Horosi Dede, Unkapanı’ndan sarıldı.” diye anlatırken hemen orada durur ve okuyucunun dikkatini olaydan mekâna doğru çekerek; “Unkapanı’na onun için Horozkapısı derler. Kapının dış eşiğinden içeri girerken sol tarafında ta üst eşiği üzerinde…” diye sürüp giden daha bir sürü malumatı okuyucunun gözlerindeki merak ve şaşkınlığı seziyormuşçasına büyük bir iştahla anlatır.
Bireysel gezilerin en büyük özelliği yaşananları o an için anlatıp paylaşacak, güzellik ve şaşkınlığı bölüşecek birilerinin bulunmamasından kaynaklanan ruhsal ve estetik boşluktur. Güzel ve ilginç olanla bir başına kalan gezginin bu zaman ve mekâna en azından tanıklık etmesi açısından bir başkasıyla paylaşması bir gerekliliktir.
Çelebi’nin gezilerine tek başına çıktığını düşündüğümüzde bu ikinci bir kişinin yokluğunu muhayyel kalabalıklar diyebileceğimiz okuyucuyu karşısına alarak telafi ettiğini görüyoruz. Yalnız bu okuyucuya kılavuzluk tarzı alışıldık bir müze gezdirmenin çok ötesinde bir şey. Meydana geliş ânının şahitleri kılıyor Çelebi okuyucuyu.
Yani tarihi yeniden bugüne geri getirir gibi vakaları seyrettirirken, bir yandan da kendisi sorulacak şeyi önceden sezmiş gibi şerhler yapıp cevaplar veriyor.