İslam, bu dine atılan ilk adımdan itibaren her söz ve hareketin Allah tarafından sorgulanacağı ve karşılığını bulacağını vazeder. İmanın bu şekil bir “özgürlük” sınırlaması ile toplum içinde varlık gösteren Müslüman fert, toplum katmanlarında aldığı rollerin tamamında bu bilinci yansıtmakla mükelleftir.
Muhammed Fesih Kaya

“Bu dünyaya gelen her şey bir nedenle geliyor, bir amacı var, bir şey içine doğuyor. Bu amaç, daha o doğmadan belirleniyor ve sonra onu hayata bırakıyorlar. Sonra dünyaya gelenler, hayata başlar başlamaz ne için ve kimin için doğduklarını hatırlamıyorlar. En iyi şartlarda, ne için doğduklarını unuttukları için acı çekiyorlar. Veya daha kötü şartlarda yaşamayıp acı çekmedikleri gibi, hiçbir şey umurlarında da olmuyor. Hiçbir şeyi hatırlamıyor, umursamazlığa ve kasvetsizliğe de özgürlük diyorlar. Sonra da öte tarafta hesap verme zamanı geldiğinde ve bu dünyaya geliş amacı hatırlatılıp hesap sorulduğunda ağlayıp sızlıyorlar, ama iş işten çoktan geçmiş oluyor. Sızlamalar beyhude… Ben kendi çevremde, bu dünyaya niye geldiğini ve ne istediğini bilen biri olarak, sadece mavi gözlü sivrisineği tanıyorum.”
Erlom Ahvlediani – Sivrisinek Şehirde
Özgürlük, özellikle bireysel özgürlük, son yüzyılda gündemimizi oldukça fazla meşgul eden bir kavramdır. Düşünürlerin özgürlüğün tanımı çerçevesinde, insanlığa özgürlük reçeteleri sunarken bu reçete vesilesiyle insanların hayatında nasıl bir değer ve anlam değişikliğine yol açtıklarının, ürettikleri kavramlarla insanın fıtratını nasıl tağyir ettiklerinin farkında olduklarını hiç sanmıyorum.
Özgürlük, zengin bir literatür, üniversitelerde verilen akademik bilgi, entelektüel düzlemde tartışma konusu, günlük hayattaki alışkanlıklar, hayat biçimi, düşünce tarzı olarak önümüze çıkan ve zihin haritamızı çok fazla meşgul eden bir kavramdır. Avrupa’da kişinin temel hak ve özgürlüklerinin sınırlarını çizme gayreti de hala tamamlanabilmiş değildir. Sınıf çatışmaları, demokrasiyi yorumlama farklılıkları, modernizmin bireysel hayatın içinde var olmasının zorunluluğu, liberal düşünce biçiminin siyasal bir davranış biçimi olmasının ötesinde kişisel bir yaşam anlayışı haline gelmesi; siyaseti ve toplumbilimi ilgilendiren felsefe ve biçim tartışmaları insanın özgürlük sınırlarını belli etmek için bir mutabakat sağlayabilmiş değildir.
Problemin İslam âlemindeki görüntüsü ise maalesef daha parlak bir görünüm arz etmiyor. Devlet yönetimine hâkim siyasal erkinin, fertlerin hayatında tümüyle hissedildiği ülkelerde, Müslüman düşünürler kendi özgürlük sınırlarını, yaşadıkları siyasal sistemin izin verdiği kadarıyla sınırlandırarak çizmekten başka bir gayretin içinde görünmüyorlar. İnsan, özgürlükten ve özgürleşmeden ne anlar? Hangi fiili ortaya koyduğunda özgürlüğü hisseder? Neyi yapmak istediğinde engelleme ile karşılaşır? Tüm bunların ötesinde;
1. İslam mutlak bir özgürlüğü öngörür mü?
2. Kısacası, özgürlüğün sınırları var mıdır?
Bugün sahip olduğumuz birçok kavramın yaşı yüz, bilemediniz iki yüz yıldan öteye gitmiyor. Diğer bir deyişle sahip olduğumuz, kullandığımız, kendileriyle düşündüğümüz, dünyayı anlamlandırdığımız kavramların köklerinin ve karşılıklarının kendi medeniyet mirasımızda ne kadar mevcut olduğu izaha muhtaçtır. Elbette burada kastedilen yalnızca dünya tasavvuruna ilişkin kavramlar değil, anlam dünyamızı da belirleyen dünya görüşüne ilişkin kavramlardır.
İslamiyet daha ilk adımda, inancı kabul aşamasından hemen sonra, kişinin özgürlüğünü (batılı manada özgürlük telakisini) sınırlandıran, bu sınırlandırmayla da alışılagelmiş hukuk normlarının ötesinde farklı bir dünya algılayışını ortaya koyar. Bu anlamda kişinin özgürlüğü sahip olduğu imanla sınırlıdır. İslam, bu dine atılan ilk adımdan itibaren her söz ve hareketin Allah tarafından sorgulanacağı ve karşılığını bulacağını vazeder. İmanın bu şekil bir “özgürlük” sınırlaması ile toplum içinde varlık gösteren Müslüman fert, toplum katmanlarında aldığı rollerin tamamında bu bilinci yansıtmakla mükelleftir.
İmanın getirdiği yaşam sınırlamaları bir yana, siyasal davranış gösterme ve politik mücadelenin arka planını gösteren düşünce yapısının oluşturulmasında da kafaların oldukça karışık olduğu bir gerçek. Siyasal sistemin vazgeçilmez unsurları olan siyasal kurumlar içinde (siyasal partiler, muhtelif baskı grupları, uluslararası kurumlar vs.) Müslüman ferdin hangi kimlik ve davranışla varlık göstereceği bugün hala Müslümanların gündemini meşgul etmektedir. Bu anlamda İslam’ın öngördüğü ideal fert, ideal toplum ve ideal sistem için aktörlüğe soyunan Müslümanlar, sahiplendikleri bu rollerin icaplarını yerine getirirken; kendi mahremlerinde ve tek başlarına kaldıkları zamanlarda uyguladıkları İslamiyet’e dair sınırlamalardan azade bir şekilde faaliyet göstermekten imtina etmemektedir.
Bu tutumlar, dinin hayat içinde ne kadar etkin ve anlamlı olduğunun esnekliğiyle, sınırlarını genişletir ya da daraltır. Bu sınırları çizmekte ve Müslüman ferde sunduğu toplumsal ve siyasal argümanlarla dışarıya/ötekine karşı etkili kurum ise dahil olduğu cemaattir. Cemaatler bu sınırlamalarla aidiyet sınırlarını çizerken, etkisi altında tuttuğu fertleri de doğrudan ya da dolaylı bir etkileşimle yoğurmayı başarabilen hayatın tamamına dönük önerileri olan gruplardır.
Türkiye’nin hemen tüm bölgelerinde dindarlık, başvurulduğunda sonuç alınabilen bir kıstas olmuştur. 2019 yılında SEKAM tarafından Türkiye’nin 7 bölgesi ve 55 ilinde “Sizi ifade eden kimlik hangisidir?” diye sorulan yüz yüze bir saha araştırmasında 1600 katılımcının %95’i “Müslümanlık bana uygun bir kimliktir” demiştir. Fakat Türkiye tipi Müslüman kalabalık, giderek “cemaatçi kimlik “ten “bireysel kimlik” sınırlarına doğru evirilme sürecindedir. Türkiye’deki müesses nizam, vatandaşları için kullandığı insan hakları, hukukun üstünlüğü, demokrasi ve bireysel özgürlük argümanlarıyla toplumu kendi ulusalcı mantığında sivilleştirmiş ve bu süreçte muhalif duruşa sahip sivil toplum kuruluşlarını da kendi sürecine dahil etmeyi, etkisizleştirmeyi başarmıştır. Bu sayede cemaatini ya da “bir ve beraber olma” endişesini kaybetmiş ferdin “devlet” anlayışı da giderek vahiy ekseninden uzaklaşmış ve “Post-İslam haline gelmiş, medeniyet dönüşümü endişesinden yoksun bir din” eksenine taşınmıştır.
Bu haliyle kişilerin zihninde “cemaatçi kimlik” ile “bireysel kimlik” özgürlüğün sınırlarını belirlemede bir tür çatışma halindedir. Hatta bazen bu çatışma cemaati aşıp din ile çelişir hale gelmektedir. Bunun en bariz örneğini Boğaziçi Üniversitesindeki LGBT’ye verilen destekte, Marksist veya Kemalist bir örgütün ideolojisini özgürlük adına desteklemek, şeklinde görmek mümkün. Burada önemli olan çatışmanın seyrini takip etmek değil hangi tarafın savrulduğunu ve hangi tarafın da artan ivmeyle toplum tarafından benimsenen bir hayat biçimi olduğunun ortaya çıkartılmasıdır.
Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim, fert ve birey ayrımının doğru bir ayrım olduğunu düşünenlerdenim. Fert, İslam’ın adlandırdığı kişi iken birey modern dünyanın adlandırdığı kişidir. Ferdin hayatını din belirler, ancak bireyin hayatını seküler kanunlar belirler. Fert, Allah’ın emirlerine göre bir yaşam için mücadele eder; bireyin mücadelesine, heva, heves ve hazlar yön verir.