Urumelihisarı’na bakarken…

Sultan IV. Mehmed boşuna, “Gönül ne Göksu’ya mâil ne Sârıyâra gider / Sipâh-ı gamdan emin olmağa Hisâra gider…” dememiş. İtiraf edeyim, Boğaz’da hiçbir manzara Rumeli Hisarı kadar tesir etmiyor ruhuma.

Kemal Kurak

Fotoğraf: Kemal Kurak

Geçen hafta ‘kontrollü normalleşme’ kapsamında kafe ve restoranlar açıldı. Daha fazla beklemeden, Anadolu Hisarı’nda karşıyı gören bir kafeye atıyorum kendimi. “İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.” diyen Orhan Veli’ye nazire yaparcasına ‘Urumelihisarı’nı seyre dalıyorum. Masmavi Boğaz’ın sularına bakarken ben de bir türkü tutturuyorum. İncesaz’dan biraz hüzünlü, biraz âna yakışır şeyler işte. Bir süre sonra içimdeki sessizliğin peşine düşüyorum. Karantinada geçen günlerden bıkmışçasına hem de. Ne diyordu Nedim: “Geçüp gitmekde ömrüm derd ü mihnet gibi şeylerle…” İnsan bazen derdi kederi bırakıp buraya kaçmalı.

 Güzelim bir bahar günü demek için henüz erken. Denizden esen rüzgâr üşüttüğü gibi hasta da edebilir. Ama diğer günlere nazaran güneş bugün sıcak yüzünü biraz cömertçe gösteriyor. Kendine faydası olmayan bir kış güneşi gibi değil, bilakis insanın hem içini hem de dışını ısıtan cinsten diyebiliriz. Cemreler de düştüğüne göre bizi mahvedecek günler ufukta görünüyor. Yine de marta, güzel havalara aldanmamak lazım. Aslında bahar bir var, bir yok. Gel de şimdi o şarkıyı hatırlama: “Bak bir varmış bir yokmuş eski günlerde / Tatlı bir kız yaşarmış Boğaziçi’nde...” Tamam, şarkıyı geçelim.

Hızla geçen sürat motorları arada bir dikkatimi dağıtıyor ama vapurları ve kağnı gibi giden ağır tonajlı tankerleri yavaş yavaş pişen lezzetli yemeklere benzetiyorum. Birden, Hayat Var filmindeki gibi tek başına mavi sularda yüzen balıkçı kayığı gözüme çarpıyor. Adam, ay yıldız bayrağın dalgalandığı küçük ekmek teknesinde sessiz ve yalnız yine. Bu kez etrafında martılar da yok. Sahi, nerede onlar? Arada uçanlar var ama bugün sürü sürü, çığlık çığlığa değiller. Azıcık durgun ve neşesizler sanki. Eski hallerinden eser yok şimdi. Tek yaptıkları şey, iskeledeki direklere konup konup göçmek. Biraz ileride yaramaz martılar görüyorum. Uçmaktan yorulanlar bir müddet suyun üzerinde dinleniyor. Onların keyfine diyecek bir söz bulamıyorum. Pandemi sürecinde deniz trafiğinin azalmasıyla Boğaz’da yunus geçidine şahit olmuştuk. Şimdilerde onlar da kayıp. Bu arada iskelenin hemen yanındaki ufak kedi tatlı bir uykuya dalmış.

Boğaz eski hareketliliğini kaybetmiş. ‘Yeni Hayat’ a alışamadık gitti. Göksu Deresi’nden Boğaz’ın soğuk sularına açılan bir tekne dikkatimi çekiyor. Güneşten dolayı içerisini çok iyi göremiyorum. Belki bir çifti gezdiriyor, belki de birini almaya gidiyor. Hemen ardından, bütün iskelelere uğrayan bir dilenci vapuru Anadolu Hisarı iskelesine yanaşıyor. Yine birkaç yolcu indirip bindiriyor. İstikamet her zamanki gibi Kanlıca tabii ki. Korna sesleri günlerdir esen rüzgâra karışıyor. Şunu fark ettim, Avrupa yakasında deniz yolu daha aktif kullanılıyor. Zira Rumeli Hisarı’na bakarken art arda vapurlar gelip geçiyor. Onlara bakmak bile insanı alıp uzaklara götürüyor. Aramızda kalsın, kafelere gitmek kadar vapura binmek de gözümde tüten şeylerden.

Kafelerin geçtiğimiz günlerde açıldığını söylemiştim. İçeri bakıyorum, masalar hemen hemen dolu ama eski günlerdeki gibi değil. Buna da şükür demek lazım. Dün bir, bugün iki. Her şey birden olmaz. Hiçbir şey olmamış gibi davrananlar var ama yüzlerde sevinç kadar tedirginlik de okunuyor. Evde oturmaktan bıkanlar, kafede gün yapmayı düşünenler, eski günleri yâd etmek isteyenler çoğunlukta gibi. Boğaz’a tam dalacakken “Ah şekerim” diye başlayıp gelinini, görümcesini çekiştiren ya da gündemdeki her şeyi konuşan umutsuz ev/iş kadınlarından dolayı dalamıyorum. Kahveye gitsem emekli amcalardan da aynı tavrı göreceğim. Neyse ki, çok kalmadan teyzeler de kalkıyor. İyi de yapıyorlar. Bu dünyanın derdi bitmez çünkü.

Ortamda biraz sessizlik oluşunca, Fatih’in emaneti Rumeli Hisarı’na dalıyorum. Kuzeyden gelebilecek saldırıları engellemek gayesiyle Boğaz’ın en dar noktasına inşa edilen hisar bütün heybetiyle ayakta ve de mağrur. Ayasofya Camii açıldığı için sanki son zamanlarda daha bir mutlu. Öyle ya, ikisi de bu şehrin eskilerinden. Hisarın üst taraflarında yer alan şirin ahşap evlere bakmadan duramıyorum her defasında. Böyle bir güzelliğe kayıtsız kalmak için kör olmak gerekir herhalde. Güneşli veya bulutlu havalarda çok net görünmüyor ama karlı bir kış günü gördüğüm manzarayı ve çektiğim fotoğrafı hiç unutmam. Sultan IV. Mehmed boşuna, “Gönül ne Göksu’ya mâil ne Sârıyâra gider / Sipâh-ı gamdan emin olmağa Hisâra gider…” dememiş. İtiraf edeyim, Boğaz’da hiçbir manzara Rumeli Hisarı kadar tesir etmiyor ruhuma. Diğer yerlere baktığımda, beton yığınından başka bir şey görmüyorum.

Uzun yıllardır, -âdeta intikam alırcasına- Rumeli Hisarı’nda konserler düzenleniyor. Yüksek ses titreşiminin hisara zarar vereceği hiç düşünülmüyor(!) O sahne, Fatih’in yaptırdığı ilk cami olan ve 1884 yılındaki depremde yıkılan Ebu’l Feth Camii’nin temeli üstüne kuruluyor. Seneler önce, Rumeli Hisarı’ndaki bu mescidin aslına uygun olarak yeniden inşa edilmesi üzerine bazı çevreler kıyameti koparmıştı. Anlayacağınız, burada bilinçli bir çalışma yürütülmektedir.

Rumeli Hisarı’na bakarken üst taraflarda bulunan Robert Koleji’ne takılıyor gözlerim. Bu okul için hiç de hoş şeyler söylenmiyor. Türk dostu, ünlü yazar Pierre Loti 1910’daki gelişinde Rumeli Hisarı güzergâhını da gezer. “Vaktiyle Boğaziçi’nin en saygın, en güzel yerlerinden biriydi.” diyen Fransız seyyah, hisar yakınlarında bir mezarlığı ziyaret eder. Buradaki tahribat onu çileden çıkarır. Zira denize bakan bu mezarlıkta mezar taşları eskiye oranla azalmış, serviler de pek seyrelmiştir. Gölgeler korusuna barbarca, budalaca bir balta vurmuşlar. Üstelik dokunulmaması gereken bu tepenin üstüne alay edercesine kara renkli iğrenç yapılar kondurmuşlar. Robert Koleji’nin ek binaları buraya yapılmış. “Lisenin yapıları cüzzam gibi yayılıyor, lise sinsice genişliyor, genişlemesini altın dökerek mezarlık korusunu yok etmeye, Fatih’in silah arkadaşlarının kemiklerini yerinden atmaya kadar vardırır…” diye devam ediyor Doğu Düşleri Sona Ererken’de. Hemen yanında ise son aylarda gündemi işgal eden Boğaziçi Üniversitesi bulunmaktadır. Yani hiçbir şey tesadüf değil.

Vapurlar bir bir seyrüsefer ederken, ah şimdi diyorum, mor renkli  Erguvan vapuru ile mavi Aşiyan vapuru geçse burdan. Erguvan demişken açmalarına az kaldı, değil mi? Gerçi baharı beklemeden kışta hatta sonbaharda açan erguvan ağaçları görmedim değil. Eee, erguvansız bir Rumeli Hisarı düşünebilir mi? Hatta şunu derim: Siz Rumeli Hisarı’nı asıl erguvanlar çiçek açtığında göreceksiniz. Boğaziçi’ne bambaşka bir güzellik katan erguvanlar için bakın rahmetli Akif Emre ne diyordu: “Kaba modernizmin, doyumsuz kapitalist iştihanın şehirlerimizi, dünyamızı nasıl cansızlaştırıp zevkten habersiz bıraktığını, ne denli çirkinleştirdiğini, kaybedilen tevazuyu, kanaati her an dökülecek gibi duran çiçeklerindeki şeffaflıkla göstermesiyle bugünün İstanbul’una da yakışıyor. Belki bugünün İstanbul’u çirkinleşmeden uyardığı, tehdit etmeden akıbetimizi en estetik yöntemle hatırlattığı için bugün de erguvan daha İstanbullu…”

Manzarayı temaşa etmeye devam ediyorum. Rumeli Hisarı’nın solunda bulunan ve Yahya Kemal, Orhan Veli, Attila İlhan, Ahmet Hamdi Tanpınar, Turgut Uyar, Edip Cansever, Özdemir Asaf gibi değerli yazar ve şairlerin yattığı Aşiyan Mezarlığı’nı görmemek olmaz. Geçenlerde Sabit Fikir Dergisi’nde Orhan Veli’nin Aşiyan Mezarlığı’na nasıl gömüldüğünü okudum. Ünlü şair vefat edince ailesi defin işlemlerini, dostları Ahmet Hamdi Tanpınar ile Selahattin Eyüboğlu’na bırakmış. Ablası Fürüzan Yolyapan Hanım, “Onlar da ağabeyim için en doğru yeri seçmişler. ‘Urumeli Hisarı’na oturmuş, oturmuş da bir türkü tutturmuşum’ şiirinden esinlenerek Aşiyan’da karar kıldılar.” diyor. En iyisi, erguvanların açtığı vakit fotoğraf makinemi alıp bir Rumeli Hisarı gezisi gerçekleştirmek. Tevfik Fikret’i sevmesem de Aşiyan Müzesi’ni gezmek de hiç fena olmayacak…

Akşamın olmasını bekleyecek halim yok. Malum, bu aralar kapalı mekânlarda ve dışarıda çok kalmamak lazım. Gönlüm razı olmasa da, evin yolunu tutmak mecburiyetindeyim. Son olarak şunu söyleyebilirim: Gün karardığında Rumeli Hisarı’na ait ışıkların yanması bir taraftan gurur, diğer taraftan hüzün veriyor.