Taha Abdurrahman ve Çağdaş İslam Düşüncesindeki Yerine Dair

Bu yazıda bu son kategoride yer aldığını düşündüğüm bir ilim adamını anlatmaya çalışacağım. Arapların “fakihü’l-felsefe (Felsefe Fakihi)”, “Mağrib’in Filozofu”, filozof, düşünür vb. vasıflarla andığı Faslı ilim adamı, felsefe hocası Taha Abdurrahman’dan bahsediyorum.

Faruk Tokat

Napolyon’un Mısır’ı işgalini, Dâr-ı İslam’ın kıyılarını vuran sert bir kasırga olarak kabul edecek olursak, İslam dünyasının 1798’le başlatabileceğimiz bir kırılma dönemine girmeye başladığını söylemek mümkündür. Bu kırılma öncesi bir savrulma dönemi tabii ki yaşanmaktaydı. Bu süreçlerin sonunda özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun da dağılmasıyla İslam ümmeti hiç kuşkusuz merkezini kaybetmiş oldu.

Bu meşum gidişatı, baş aşağı yuvarlanma sürecini bütün yakıcılığıyla kalbinde hisseden İslam dünyasının uleması ve münevverleri bu kötü gidişin önüne geçmek için çok tabii olarak kurtuluş reçeteleri ve çözüm üretme gayreti içinde oldular.

Bir dergi yazısı sınırlarının elverdiği ölçüde olabildiğince özet olarak ifade edecek olursak bu süreçte birkaç tür Müslüman aydın tipi ortaya çıktı. Bir grup, Müslümanları düzlüğe çıkaracak yegâne yolun batı dünyasının Rönesans’la sağladığı aydınlanma ve pozitivizmden ilham alarak bir tür “İslam Rönesans’ı” olabileceğini ileri sürdü ve bu eksende imal-i fikir ve tarz-ı faaliyette bulundu. Rönesans öncesi Hristiyan teologların İncil metinlerini yorumlamak üzere ürettiği, tarihselci, semantik, okur merkezli (yazarı/tanrıyı öldüren/yok sayan) vb. okuma biçimlerini/ usullerini Kur’ân ve Hadis metinlerinin doğru yorumlanabilmesi için olmazsa olmaz bir yöntem olarak kabul etti.

Bir başka grup ise “ilerleyen” Batı’nın teknolojisini alıp ahlakını almamakla İslam dünyasının yeniden ayağa kalkacağına inandı. Özellikle İslam dünyasının emperyalistler tarafından artık işgal edildiği ve kuşatıldığı dönemde ortaya çıkan üçüncü bir yaklaşım ise kaynaklara dönüşle, yani Âlem-i İslam’ın ancak Kur’ân ve Sünnet’e dönmekle, hurafelerden arınmakla kurtulabileceğine inanmaktaydı. Kuşkusuz bu “kaynaklara dönüşçü” ekolün çok farklı fraksiyonları da oldu zaman içinde.

Bir grup daha vardı ki yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız bütün aydın tiplerinden farklı olarak, Kur’ân ve Sünnet’ten başlayarak İslam ilim ve kültür mirasını yeniden keşfedip kendi özgün okuma/anlam biçimlerimizi muhkemleştirerek ancak modern dünya karşısındaki meydan okumalara ve sınamalara karşı durabileceğimizi ve kendi değer dünyamızı inşa edebilmemizin ancak bu yolla mümkün olabileceğini ifade ettiler.
Bu yazıda bu son kategoride yer aldığını düşündüğüm bir ilim adamını anlatmaya çalışacağım. Arapların “fakihü’l-felsefe (Felsefe Fakihi)”, “Mağrib’in Filozofu”, filozof, düşünür vb. vasıflarla andığı Faslı ilim adamı, felsefe hocası Taha Abdurrahman’dan bahsediyorum.

Cezayirli Düşünür Malik b. Nebi (v. 1973), İslam dünyasında sahici çözüm sunabilecek ilmi ve entelektüel potansiyelin, Batı’yla coğrafi olarak da sürekli karşı karşıya olan, Türkiye ve Batı Arap dünyası gibi sürekli Batı’yla yüzleşen ilmi ve kültürel havzalardan çıkacağı konusunda ümitvâr olduğunu ve bu yüzden bu coğrafyalarda üretilen bilgiyi dikkatle takip etmek gerektiğini söyler.

Malik b. Nebi merhumun sözünü ettiği bir coğrafyada, Fas’ta yetişen ve ilmi hayatının önemli bir kısmını da Batı’da geçiren (Fransa, Sorbonne) Taha Abdurrahman’ı tanımak, bu bakımdan da ehemmiyet arz etmektedir.

Peki, Taha Abdurrahman’ı ve düşüncelerini önemli kılan nedir?

Taha Abdurrahman, sufi bir çevre içinde dünyaya gözlerini açmış tasavvufi bir çevrede çocukluğunu geçirmiş ve zihin dünyası filizlenmiş bir ilim adamıdır. Mutasavvıf olması ona eşya ve hadiselere hikmet perspektifinden bakma imkânını sunmuştur.

İslami ilim ve kültür mirası ve tasavvufi zevkten doğan kavramları merkeze alarak mantıksal analiz ve linguistik doğrulamayı birleştiren bir yöntemi vardır Taha Abdurrahman’ın.
İslami gelenek ve tasavvufun inşa edici ve medeniyet kurucu doğası, Abdurrahman’ı köklülük (asâle) ve modern savrulma arasında bocalayan bir düşünür olmaktan kurtarmıştır.

Taha Abdurrahman’ın düşüncesi, emperyalizm ve fiili işgal döneminde ve sonrasında çift kutuplu dünyada büyük oranda reaksiyoner ve konjonktürel olduğunu söylemenin mümkün olduğu kimi çağdaş İslamcı düşünce akımlarından farklı olarak kurucu ve inşa edicidir.

Son asrın yetiştirdiği en büyük düşünürlerden Malezyalı Muhammed Nakib Attas gibi Taha Abdurrahman da bilgi-ahlak ilişkisinin hayatiliğine inanır.  “Bilgi Ahlaktan Ayrıldığında” ve “Ahlak Sorunsalı” vd. kitaplarında bu konunun altını kalın çizgilerle çizer.

Taha Abdurrahman’ın düşüncesini özetleyen mottolardan biri, “الأخلاق هي الحل” dir. “Yegâne çözüm, ahlaktır” der, O. Bir yere gidebileceksek, bunun ancak ahlak zemininde bir oluşla mümkün olabileceğini anlatır.

Emperyalizm, işgal ve soğuk savaş dönemi konjonktüründe üretilmiş bilgiyi ve çözüm önerilerini adeta mutlaklaştıran bir kısım İslami hareket ve İslamcı çizginin çok geç olarak, ancak son dönemde, fark edebildiği edeb meselesi Nakib Attas ve Taha Abdurrahman’ın entelektüel devinimlerinin adeta ana eksenidir. “Zira” der, Attas “Edebi kaybedince bütün sistemi kaybettik. İlmi hiyerarşiyi yok ettik.”[1]

Taha Abdurrahman’ı çağdaşlarından ayıran bir diğer özelliği ise kavram inşa etmesidir. Kuşkusuz bu hayati bir iştir. Bir psikiyatri filozofu olan Thomas Szasz, Vahşi Dil adıyla Türkçeye de çevrilen kitabında şöyle der: “Hayvanlar aleminde kural parçala, yoksa parçalarlar. İnsanlar aleminde kural tanımla, yoksa tanımlarlar.”[2] Tanımlayan yönetir. Normatif kavramlar inşa eder. İsmet Özel de “Fırlamayım, bıktım tanımlanmaktan!”[3] mısraıyla bu durumun önemine dikkat çekiyor, hatta başkaları tarafından tanımlanmaya razı olan nesneler olmayı kabul eden modern insanı isyana çağırıyor olmalıdır. Taha Abdurrahman da bu işin varoluşsal ehemmiyetinin pekâlâ farkındadır ve bu yüzden kendi kavramlarını inşa etmek için çalışmalar yapmaktadır. Ona göre yeni ve yerli bir paradigma kurmak zorundaysak, bunu kendi kavramlarımız üzerine kurmalıyız. Başka bir dünyanın normatif kavramlarını sözde “İslamileştirmek”, palyatif ve kolaycı bir yaklaşımdır.[4]

“İ’timaniyye” der mesela. Emanet ve vasilik paradigmasından bahseder. O bu kavramla modern insanın yaşadığı derin ve yok edici krizlerin üstesinden gelmek ve daha emin, adil, güvenli ve dengeli bir dünya inşa edebilmek için ahlakı, insan düşüncesi ve eyleminin pusulası haline getirmeyi amaçlamaktadır.

Şöyle der: “Bize dışarıdan taşınmış̧ her kavrama doğruluğu sabit olmadıkça karşı çıkarız. Yani onu eleştirir ve tahlil ederiz. Kendi medeniyetimizin kavramlarını ise yanlışlığına dair bir delil bulunmadıkça kabul ederiz. Çünkü dışarıdan gelen kavram bizden ayrı bir dünyada üretilmiş̧ olup bize ithal edilmiştir. Diğer taraftan kendi medeniyetimizin bir kavramı bizim kendi şartlarımızda, vakıamıza uygun olarak ortaya çıkmış̧ ve şekillenmiş olduğu için onu canlandırırız ve ihya ederiz. Dolayısıyla bize ait bir kavramın bugüne elverişli olmadığı tespit edilmedikçe biz onu kullanırız. Elverişliliği sabit olmazsa onu bırakır, yerine yeni bir kavram inşa ederiz. Dışarıdan ithal edilen kavramları ise her zaman bir kritiğe ve tahlile tabi tutmalıyız.

Taha Abdurrahman, ilmi ve kültürel mirası (geleneği) yenilemekten daha ziyade, geleneğe bakışı ve geleneği değerlendirme yöntemini yenilemeyi teklif eder.

Elbette gelenek denilen ilmi, fikri ve kültürel birikimi olduğu gibi günümüze taşımayı teklif etmemektedir. Fakat bir keşf-i kadim ya da geleneği yeniden şekillendirme ameliyesi için öncelikle geleneği değerlendirme ve tenkit yöntemini yenilemeyi (tecdidü’l-menhec fi takvimi’t-türas) teklif etmekte ve bunu bir usul olarak ortaya koymaktadır.

Vahiyden beslenen ve 1400 küsur yıllık süreç içinde imparatorluklar kuran, Batı aydınlanmasını ve rönesansını tetikleyen, Zeytune, Karaviyyin,  Kurtuba, Ezher, İstanbul, Timbuktu, Bağdat, Şam, Buhara, Semerkant medreselerinde bir medeniyet kuran, ilim merkezlerini ve bu merkezlerin çoğulcu, çok mezhepli paradigmasını, tekfirci ve tektipçi olmayan ve farklılıkları soykırıma tabi tutmayan yapısını doğru anlamak ve yeniden keşfetmek ve yeniden üretmek için bir usul önermekte ve eserleri boyunca bunun nasıl yapılacağını anlatmaktadır.

Taha Abdurrahman, İslam ilim, düşünce ve kültür birikimini, “gelenek” olarak kategorize edip küçümseyen ama farkında olarak ya da olmayarak Müslüman nesilleri tarihi kökleriyle kavga etmeye ve özgüvenlerini sarsmaya sebep olan sathi tarih okuma biçimlerinin tersine, eğrisi ve doğrusuyla o birikime hiç komplekse girmeden sahip çıkmayı ve sonrasında eleştirel bir gözle okuma yapmayı teklif eder. Ancak bunun gelişigüzel yapılamayacağını/yapılmaması gerektiğini düşünür ve bunun nasıl yapılacağına dair bir metodoloji ve usul ortaya koyar.
Batı’dan ve egemenlerden tokadı yedikçe suçu dönüp sürekli kendi değerlerinde arayan ve bu yüzden işi hadisleri ve hatta Kur’ân’ı bile sorgulama boyutuna taşıyan ve Batı akılcılığının İncil metinlerine uyguladığı yöntemleri Kur’ân ve hadis metinlerine uygulamayı teklif eden, apolojetik ve özür dileyici yaklaşımları eleştirir.

Kendisiyle 2008 yılında yaptığımız mülakatta bu tarz araştırmacılarla ve yöntemlerle ilgili dikkat çekici tespitleri vardır. Bilebildiğim kadarıyla Taha Abdurrahman’ın Türkçede ilk defa düşüncelerini anlatan bir iş olması hasebiyle önemli olan o mülakatta, Hoca, modern dönem İslam İlahiyatı yöntemleriyle ilgili şöyle bir değerlendirme yapar:

“Bunların değerini bütünüyle inkâr etmiyoruz. Ben bu okuma biçimlerini ‘Kur’ân’ın modernist okuma biçimleri’ olarak adlandırılan akıma katıyorum. ‘Rûhu’l-Hadâse (Modernitenin Ruhu)’ adlı kitabımda bu yaklaşımların değerlendirme ve eleştirişini yaptım.

Orada bu insanların sığındığı ve başvurduğu üç stratejiden/yöntemden söz ediyorum ve açıklıyorum. Birinci yöntemi ‘el-ensene (beşerileştirme)’ diye adlandırmamız mümkün. Bu, ilâhî nassı beşerî nassa indirgeme çabasıdır. Bunu yaparken, ilâhî nassın kutsallık boyutunu yok etmekle sonuçlanan belirli bir planı uyguluyorlar.

Nassı, ilâhî şartlarından kopararak beşerî bir düzleme indirgemeye çalışıyorlar. Ben bu düzlemin şartlarıyla ilgili analizler ve tahliller yaptım. Nasslar üzerindeki bu indirgemeci yaklaşımı tahlil ettim.

Bu araştırmacıların takip ettiği ve başvurduğu bir diğer yöntem, ‘el-erhane (tarihselleştirme)’ yöntemidir. Bunlar Kur’ân nassının hükmî değerini yok etmeye çalışıyorlar. Yani hükümlerin uygulamaya dönük tarafını ve teşriî değerini yok sayan bir yöntemdir bu. Bizim ‘el-erhane’ diye isimlendirdiğimiz tarihselleştirme yolunu tutuyorlar. Bu, bütün hükümleri teşriî düzlemden teşrîyi ihlal eden bir düzleme indirgeme çabasıdır.

Başvurulan bir diğer yöntem ise, “el-aklâne (aklîleştirme)” yöntemidir. Yani Kur’ân nassının, kendi tanımladıkları modern akla uymayan ve hissedilmeyen taraflarını yadsıma meselesi.

‘Görmek ve onu hissetmek mümkün değildir’ gibi bir gerekçeyle nassın içerdiği gaybî muhtevayı bütünüyle yok sayma çabası. Böyle yapanların yanlışı, görülmeyen ve dokunulmayan her şeyi, hatta gelecek zamanda bile görülmesi ve dokunulması imkânsız olarak görmeleridir.

Özetlemek gerekirse bunların izlediği üç yöntem vardır: ‘el-erhane’ yani nassı tarihî bağlamı içine hapsetmek, ‘el-aklâne’ aklın sınırlarını aşan her şeyin yok sayılması, ‘el-ensene’ ilâhî olan her şeyi beşerî, aklî ve tarihî düzleme indirgemek.

Ancak bunu keşke kendi keşfettikleri/ürettikleri ve buldukları araçlarla ve yöntemlerle yapsalar! Aksine bunu başkalarından naklettikleri araç ve yöntemlerle yapıyorlar. Bu araçları Batı’dan alarak, üstelik mutlak bir taklit ile alarak Kur’ân nassına uyguluyorlar. Mutlak bir taklit ile Hristiyanların, laiklerin ve oryantalistlerin Tevrat ve İncil gibi kutsal metinleri inceleme yöntemlerini alıp Hristiyânî sekliyle Kur’ân’a uyguluyorlar. Üstelik bunu, bu yöntemleri keşfedenlerin belirlediği bağlamda yapıyorlar.

Bu da başka bir sorun. Onlar bu taklitlerinde, batının ortaya koyduğu ilmî yöntemleri ve icrâî araçları özümseyecek kapasitede de değiller. Yani orijinal yöntemler ortaya koyamadılar. Aksine batılıların yöntemlerini alıp olduğu gibi İslâm ilim ve kültür mirasına uyguladılar.

Onlar nakilci bir yenilik getiriyorlar. Orijinal bir yenilik değil; nakilci bir yenilik getiriyorlar. Modernistler orijinal bir şey ortaya koymadılar yalnızca batılı bilgi araçlarının nakilcileri oldular.”

İslam dünyasında son asırlarda yetişmiş en önemli ilim adamlarından olan Taha Abdurrahman’ın ülkemizde çok geç de olsa fark edilmeye başlanmış olması önemlidir.
Hoca’nın düşünceleri ve felsefesi üzerine Türkiye üniversitelerinde de akademik çalışmalar yapılmaya başlandığını ve kitaplarının Türkçede yayınlandığını görmek sevindirici.


[1] Bkz. Nakib Attas, İslam Sekülerizim ve Geleceğin Felsefesi, s. 124, İnsan Yay., 2017, İstanbul.

[2] Thomas Szasz, Vahşi Dil, İstanbul 2006, s.75,

[3] İsmet Özel, Davun, Erbain, s. 57, İstanbul 1997.

[4] Bu yazı boyunca Taha Abdurrahman’dan yaptığım nakillerin büyük bir kısmı kendisiyle 2008 yılında yaptığım ve www.darulhikme.org.tr sitesinde yayınlanan mülakattandır. Mezkûr mülakat Hoca’yla Türkçe yapılmış ilk mülakat olan özelliğine sahiptir. Hoca daha sonra bu mülakatı hem kendi internet sitesinde hem de el-Hivar Ufukan li’l-Fikr adlı kitabında yayınladı. Bu kitap Türkçeye “Bilgi Ahlaktan Ayrıldığında” adıyla Türkçeye de çevrildi ve Pınar Yayınları tarafından basıldı.