Gençlik İçin Devrim, Devrim İçin Ahlak Ülküsü

Evet, bugün maddi bir işgalin ötesinde, ruh kanatlarımıza çökmüş; zihinlerimizi bulanıklaştırmış, fikir dünyamızı felç etmiş ve adeta bizi çepeçevre sarmış bir işgalin pençesinden kurtulup yeniden doğmaktayız.

Şehnaz FINDIK

“Doğru, hayat İsrail’den önce cennet değildi. ‘Kendi meselelerimizi kendi tarzımızda hallederdik.’ İnsanlar böyle der, sonra biri atılıp ekler: ‘Fakat işgal… ‘

Ve her şey sessizliğe gömülür. İşgal kendi işlerinizi kendi usulünüzle görmenizi engeller. Hayatın ve ölümün her cephesinde musallat olur; özleme, öfkeye, arzuya ve sokakta yürümeye musallat olur. Herhangi bir yere gitmenize ve oradan geri dönmenize karışır, markete, hastanenin acil servisine, kumsala, yatak odasına ya da uzak bir başkente…”

Mourid Barghouti / Şairin Filistini / s.49.

İşgal, Arapça “ş-ğ-l” kökünden (ش- غ – ل ) olup “bir şeyle uğraştırmak, uğraşmak, oyalamak, kendisiyle olmaya mecbur etmek, elinde bulundurarak kendisine bağlamak” gibi manalara gelir. Günlük dilde sıkça kullandığımız “meşgul olmak”, “bir meşgale edinmek” yahut “bir şeyle iştigal etmek” gibi fiiller aslında kavram olarak hayatın kendisinin de bir “iştigal” etme hali olduğunu ortaya koyar. Evet, esasında hayatın neyle iştigal edildiği belki de bir “işgal felsefesi” olarak okunabilir. Ancak kavramın retorik açıdan meydanlarda haykırılması ve zalimlere karşı bir suçlama işlevi görmesi, onu günlük dilin sadeliğinden ayrı bir yere konumlandırır. İşgal, Barghouti’nin serzenişlerindeki umutların, gülüşlerin, gençlik şarkılarının ve sabah kahvaltılarının katilidir.

İşgal, Filistin’e has olmadığı gibi bir memleketin, bir milletin yahut küçük bir topluluğun zapt edilmesi ile sınırlı da kalmaz. İşgal, bir türkünün tam ortasında parçanın kasten ve cebren değiştirilmesidir. Ancak mevzu yalnızca Filistin’in işgal edilmiş topraklarından ibaret değildir. Zihinlerin bir devrim ortaya koymada bastırılmış, kendinden koparılmış ve uyuşturulmuş haline bir dönüp bakarsak, hakiki işgalin burada yaşandığına şahitlik edebiliriz. Müslüman halkların kayıtsız nesiller yetiştirmesinden başlayıp, direniş ruhunu terk etmesini sağlayan bu işgal, gençliği muhtemel bir devrimin “ahlak”ından mahrum etmiştir. Bugün bize düşen ahlakın gençlikle tekrar buluşturulması ile doğacak direniş ruhundan bir devrim çıkarmaktır. Haydi, soralım o vakit kendimize:

“Ya işgalin baş düşmanı hakikatle iştigal ise? Ya işgalden direnişe giden yolda lazım olan sahih bir meşgale ise? Peki, ya İslam’ın omurgasını oluşturan ahlakî devrimle meşgul olmaya hiç olmadığımız kadar muhtaç isek? Ya bir zorbanın elindeki kırbacın parasını dahi cebimizden verecek kadar gaflette isek? Ya çığ gibi büyüyen mazlumluk karşısında atiyi karanlık görerek azmi bırakıyor isek?”

Soruların yüksek sesle sorulması karşısında bir miktar afallanır. Öyleyse doğru soruların cevaplara işaret edeceğini aklımızdan çıkarmayarak sormalıyız: Ne yapmalı o vakit? Çözüm ve şifa nedir? Hira neresidir?

“Gerçek genç işte ben buradayım diyendir, babam buradaydı diyen değil” der, Munsif Merzuki. Herkesin ben buradayımları ebabillerin kanatlarındaki yükü biraz olsun hafifletir. Bir zaman sonra ebabillerin yolunu gözleyen kalmayınca vakit ihya olur. Peki, kimdir bu “ben buradayım”lar ve nedir dertleri?

Bu dert öyle ulvi vasıflarla donanmıştır ki ona sahip olanlar, evvela nesil diyenlerdir. Evvela derdi nesil olanlardır.  Gençliğin dimağında yükselen çığlıklardan bir devrim tasarlayanlardır. Hasan el Benna’nın meclisinde yavrusunun vefatını gizleyip toplantı sonrası sessizce namazına duranlardır. Her bir gençten bir medeniyet kuranlardır. Tahayyül dahi etmediğimiz dava bilinciyle büyük insanlık ülküsü için bir evlat yetiştirenlerdir. Evet, bir evlat yetiştirmenin bir devrim meşgalesi olduğunu idrak ettiğimiz gün bambaşka olacaktır.

Gençliğe lazım olan ahlak, devrimin mazotudur. Yetiştirilmiş salih evlat, insanlığın sigortasıdır. Fakat bu bilincin tesiriyle hareket etmiyor oluşumuz bizi ziyana sürüklemektedir. Misal, ismiyle müsemma olsun diye Ashab-ı Kiram Efendilerimizin adlarıyla şereflendirdiğimiz evlatlarımız onların talip olduğu hakikat meşgalesine niçin yaklaştırılmıyor? Musab dediğimiz 17’lik delikanlılara niçin Musablık yaptırılmıyor? Halid dediğimiz yiğit gençlere büyük vazifeler verirken niçin tereddüt ediliyor? Yoksa Ashabça yaşamaya gözyaşı döken ancak ashabça bir duruşa niyet dahi etmeyen bir avuç korkaktan ibaret miyiz? Bakınız, “Bir zamanlar ki” diye söze başlayanların meşgalesi esâtîru’l evvelinden öte gitmezken istikbale âşık bir gençliğin yaktığı ateşin içinde İbrahimî bir nefes büyüyor. Evet, ateşi yakan da, İbrahim’i oraya atan da aynı nesildir. Bu, modern işgalden nasibini almış bir zihniyetin çığlığıdır: “İştigal olduğumuz şeylerin bizi işgal ettiğinin farkında değil misiniz?”

Cevap veremiyor oluşumuz veremeyecek olduğumuz anlamına gelmez. Çünkü henüz hiçbirimiz zulme uğramamış olmanın zalim lüksünün farkında değiliz. Öyleyse farkında olmayı ve hatırda tutmayı bir devrim nişanesi olarak görmeliyiz. Nasıl ki eski insanlar yapacakları şeyi unutmamak için parmağına ip bağlayıp gezermiş, aynen o şekil Filistin’i, Yemen’i, Doğu Türkistan’ı, Suriye’yi ve daha nice mazlum memleketi parmağımıza ip diye geçirip mütemadiyen farkında olmalıyız. Gençliğe fark ettirilecek bir “bugün” ile işe başlamalıyız. Bugünden bakan gözü dünde kalmadığı için deşmeye yeltenirsek bir başka ziyana mahal vermiş oluruz. O vakit bildiğimiz tarihe analitik bir bakış sunup, gördüğümüz manzarayı tebyin etme vazifesini üstlenmeliyiz.

Haydi, ezber bozmaya başlayalım o vakit. Gençliğin bugün gözüyle baktığına bir tutam dünden yerleştirelim. Diyelim ki, “Seyit Onbaşı bir memleketten daha fazlasını bir neslin ufkunu, zihniyetini ve direniş ruhunu kurtardı”. Bizi tanımlanmaktan, savunmaya geçmekten ve kendimize ait olanı geride bırakmaktan alıkoyacak fikir budur. Ancak bu ülkenin siyasi hayatındaki çalkantılar genç zihinlerin ayaklarına öyle bir pranga vuruyor ki Tanpınar’ın da dediği gibi “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olma imkânını vermiyor”. Tam da bu derdin muzdaribi olduğumuz bir anda bu kez sorumuz imkânları sunan büyüklere yönelir:

“Niçin evlatlarınızın gönlüne tesir edecek rahleler inşa etmiyorsunuz?”

Sorulara yalnızca cevap aranmaz, icraat de cevaba eşlik etsin istenir. Hicretin akabinde yaptığı ilk işi mescide bir “Suffa” bağlamak olan Nebi’nin istikbali inşa etmedeki acelesine yakışır bir icraat hem de. Çarşambadan başlayan bir kıyıma ne hikmetse pazartesi acil toplanan birleşmiş milletlerin acilinden değil ama. “Ey örtüsüne bürünen kalk ve uyar” denildiğinde Müslümanların kamu daireleri gibi “pazartesi başlarım” demeyen Nebi’nin acilinden bir icraat… Buradan bize hakikat meşgalesi için ezber bozan büyük işler düşer.

 “Sizden biriniz kıyamet koparken bile, elinde bir fidan var da dikmeye gücü yetiyorsa, onu diksin” diyen Nebi SAV, elindeki sapanıyla 90 yılını devirmiş bir Filistinlinin bamtelinde gezer. Gençliğin lider ve model arayışında hamasete zerre yer bırakmayan bu duruş, devrimin bir ahlak ve ahenk meselesi olduğunu tüm çıplaklığıyla haykırır. Eyyub El Ensari’nin çıktığı yola selam duran bir ülkü, zihinlerin ateş altından kurtarılmasıyla mümkün görünür. Zira Hindistan’ı haritada bile gösteremeyen ülkü fakirlerinden bir Keşmir fedaisi çıkmaz. Bir fikrin ifasında tek görebildiği cedel edecek, kalp kıracak ve kibirlenecek bir hamaset olanlar Ebu Zer’in düştüğü sürgünü anlayamaz. Gençliğin Ashab-ı Kiram efendilerimizde bulduğu aksiyonu gole çevirecek fikir direktörleri yeterince uyanık değillerse pozisyonu durum ne olursa olsun kurtaramaz. Bir uyanık olsalar, direniş ruhu dediğimiz şeyden bir “Bey’aturrıdvân” vücuda getirilecektir. Sözü olanın sözüyle, kalemi olanın kitabıyla, silahı olanın cesaretiyle, ilmi olanın mirasıyla, malı olanın ticaretiyle ve her ne ile meşgul isek onunla bir “Rıdvan” inşa edilecektir. Çünkü karşımızdaki üç bin yıllık vaade dayanarak bin yıl sonrasına hesap yapan güruha karşı verilecek en sağlam cevap hakikatle iştigali artırıp bir istikbal inşa etmektir.

Bu minvalde, gençliğin bir direniş motivasyonuna ihtiyacının olmadığı açıktır. Gençliğin daha çok bir “duruş” motivasyonuna ihtiyacı vardır. Gençlik, gemileri hazır ettiğinde ve yelkenleri biçtiğinde önünde Amr bin As’ı beklemiyordur. Gençlik, Amr bin As olmanın önünü açacak o yüksek ferasete muhtaçtır. O gün geldiğinde direksiyonu “dehşet doğusu”na çevirecek iradeyi hasretle kucaklayacaktır. Sanılanın aksine, Allah Rasulü’nün adalet, liyakat ve sadakat cetvelinden şaşmayan bir toplum idealini gönlünün en derinlerinde yaşatıyordur. Bu hal üzere Akif’in koynunda büyüyen bir “Asım” edasıyla, “Sen ki İslam’ı kuşatmış boğuyorken hüsran, o demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın” hitabına muhatap oluyordur.

Azılı bir düşmanla göğüs göğüse çarpışmaya koşan şu gençliğe bakınca Sezai Karakoçları, Necip Fazılları, Mehmet Akifleri, Nene Hatunları ve Kara Fatmaları görmüyor isek sorun bizdedir. Asım’ın neslini bir kuru düş niyetine ağzımıza alıyorsak zaman bizden yana değildir. O vakit gençler atiyi karanlık görerek azmi bırakanlara hesap sormaya girişir:

“Neredesin?”

“Kimlerlesin?”

“Ne ile meşgulsün?”

Önce bunların cevabından korkmalıyız. Bizi işgal eden fikir ve fiillerden hala kurtulamadıysak bu kez soru can alıcı yerden gelir:

“Cephede misin?”

Bu bir sorudan çok bir hesap sormadır. Zira cephede isek gördüğümüz ya bir savaş ya bir asker ya da bir direniştir. Durmaz genç, tehdit eder bu kez:

“Ne görüyorsan osun.”

Gördüklerimizde işgalin kalıntıları kalmışsa huşu bozulur. Bir evlat inşa edilirken bir namaz eda edilir gibi huşu içinde kıbleye odaklanmak vaciptir. İşgalden kurtuluşun ilk emaresi devrimi görmektir. Evet, bugün maddi bir işgalin ötesinde, ruh kanatlarımıza çökmüş; zihinlerimizi bulanıklaştırmış, fikir dünyamızı felç etmiş ve adeta bizi çepeçevre sarmış bir işgalin pençesinden kurtulup yeniden doğmaktayız.

Ve İsrail’e gelince, bu doğuştan nasibini almaya başladığının farkındadır. Çünkü o, afilli bir iddianın peşinde, milyonlarca insanın merhametini zimmetine geçirerek ölümün eşiğinden dönmüş bir zulüm paradigmasıdır. İnsanlık ayıbının ete kemiğe bürünmüş bir prototipidir. Zira Samilere karşı öfke nöbetine girmiş beyaz adamdan yediği azarların hesabını kendisini tarihte çok defa ipten almış Müslüman’a kesme cüretini başka nerden bulsun?

Gençliğin buna cevabı ekte değil, yürektedir.

Haydi, gelin şimdi gönlümüzdeki Gazze’yi Doğu Türkistan’a anlatalım. Doğu Türkistan da Keşmir’e anlatsın. Keşmir de kardeşi Burma’ya açsın konuyu. Acılarımızı paylaştığımız gibi ülkümüzü de paylaşalım. Bir katilin gözünün içine baka baka onun çöplüğünde “Şimdi Doğruları Konuşalım” diye haykıralım. Ezberleri bozarsak bir gençliğin makûs bir talihi nasıl da paramparça edebildiğine iman edelim.

Öz kelam, işgalcilerin hibrit savaşlarına karşı bir kibrit çakıp ahlaki bir devrimin fitilini ateşleyelim.

Kalem, kelam ve hasatla yola koyulmaya, Bismillah.