MEVLÂNÂ VAHÎDÜDDİN HAN (II)

MEVLÂNÂ VAHÎDÜDDİN HAN’IN FİKRÎ GELİŞİMİ VE DİNİ-SOSYAL FAALİYETLERİ

Bir önceki sayıda hayatına, kişiliğine ve eserlerine değinilen Hindistanlı dünyaca ünlü İslam Âlimi merhum Mevlâna Vahidüddin Han, bu sayıda fikri gelişimi ve toplumsal yönüyle karşımıza çıkıyor. Hindistan’da korona virüs dolayısıyla 96 yaşında vefat eden Merhum Mevlana Vahidüddin Han’a Allah’tan rahmet, ailesine ve Âlem-i İslam’a baş sağlığı dileriz.

Abdulhamit BİRIŞIK

Prof. Dr., Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

Mevlânâ Vahîdüddin Han’ın eserlerini ve hakkında yazılanları incelediğimizde onda da Sir Seyyid Ahmed Han’ın yaşadığı türden bir travmanın etkin olduğunu görürüz. Bu travma mağlubiyet karşısında yeni bir çeşit varoluş mücadelesi olarak da görülebilir. Bu varoluş mücadelesi, içinde pek çok marazi unsurlar da içermekteydi. Bilindiği üzere İngilizler 1857 yılında müslümanların başlattığı bağımsızlık mücadelesini veya onların deyimiyle isyanı, kanlı bir şekilde bastırıp tüm alt kıtaya fiilen ve resmen sahip olunca müslüman ilim ve fikir adamları büyük bir şok yaşamış ve nasıl bir tavır alacakları noktasında ayrışmaya başlamışlardı. Seyyid Ahmed Han ise kendisine İngiliz yönetimi ile çatışmadan hatta onlarla uzlaşı içerisinde bir çalışma tarzı belirlemiştir. Bu onu diğer müslümanların karşısında bir dereceye kadar yalnızlaştırmış ise de o bu eksikliği İngiliz yönetiminden aldığı güç ile dengelemiştir. Seyyid Ahmed Han başlangıçta onların paralelinde ama nötr bir tarzda yoluna devam ederken zamanla tam bir İngiliz sözcüsü gibi davranmaya başlamış, bu yapıp ettikleri ile İngilizleri mutlu ederken müslümanların gazabını üstüne çekmiştir. Ama o, hayatı boyunca hep güven içinde rahat bir hayat sürmüştür. Benzer durumun Vahîdüddin Han için de geçerli olduğunu görmekteyiz.

Mevlânâ Vahîdüddin Han 1945 yılında 20 yaşında bir delikanlı idi. O yıllar Hindistan’ın bölünmesi senaryolarının iyice ayyuka çıktığı ve görüşmelerin ilerlediği bir zaman dilimi idi. İki Devlet (Two Nation) nazariyesinin fikir babası olan Muhammed İkbal’in (ö. 1938) ölümünden sonra Muhammed Ali Cinnah ve arkadaşları, adına All India Muslim League (30 Aralık 1906) denilen siyasi parti ile müslümanların yönetiminde bir devlet kurulması fikrini savunurken Ebü’l-Kelam Âzâd gibi bazı müslümanlar da iki parçaya bölünmenin bu toprakların insanları için büyük felaket getireceğini savunuyorlardı. Koca Hint alt kıtasını uzun yıllar sömürerek büyük bir imparatorluk kuran İngilizler için artık yük haline gelmeye başlayan Hindistan’ı terk etmenin zamanının geldiği anlaşıldığından onlar ülkeyi Hindular ve müslümanlar arasında ikiye bölmeyi kafalarına koymuşlardı. Ama problem bunun nasıl olacağı idi. Bu hengamede daha 20’li yaşlarda olan Vahîdüddin Han’ın bir pozisyon belirlemesi kolay değildi. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bu yıllar onun intiharı bile düşündüğü bir zaman dilimi idi. Yıl 1947 olup da ülke ikiye bölününce ve iç harp çıkıp iki milyondan fazla insan hayatını kaybedince taşlar yerine iyice oturdu. Vahîdüddin Han geniş anlamda aile büyükleri ile birlikte daha 22 yaşında iken Hindistan’ı tercih etmek durumunda kaldı. Aslında kendi ifadelerine bakılacak olursa o da ülkenin bölünmemesi yönünde bir fikre sahip idi. Ne var ki ülke bölündü ve kendisi hicret etmeyerek Hindistan’da kaldı. Hocası Emin Ahsen Islâhî ve Ebü’l-A’lâ Mevdûdî Pakistan’a gitme yönünde görüş ortaya koydular ve göç ederek Lahor’a yerleştiler. Kendisi bu tarihte mevcut alternatifler içerisinde en iyisi olarak gördüğü Hindistan Cemaat-i İslâmî hareketine girdi, dini-siyasi mücadele içinde bu şekilde yer almaya başladı. Ne var ki anlaşmada durumları kendi içlerinde yapılacak bir referandum ile belirlenecek olan Keşmir’i ve Haydarabad Nizamlığı’nı bu haklarını daha kullanamadan yutarak içine alan yeni Hindistan’ın İslâm ve müslümanlar ile ilgili tavrı iyice belli olmaya başlamıştı. Üstelik o zaman ılımlı biri olarak kabul edilen Mahatma Gandi ve Cevâhir Lâl Nehru iş başında idi. Güçlü Hindu nüfusunun yanında aslı ve doğal lideri Pakistan’da olan İslâmî bir partinin (Cemaat-i İslâmî) ne hükmü ve etkisi olabilirdi? Kaldı ki müslümanlar için bir devlet kurulmuş ve bu ülkeye büyük bir göç olmuşken bir müslüman olarak kendisinin Hindistan’da kalması Hindu çoğunluk içinde yaşamayı ve onların kurallarına uymayı kabul ettiği anlamına geliyordu. 15 yıl Cemaat-i İslâmî içinde kaldıktan sonra müstakil olmanın kendisi için daha avantajlı olacağını ve daha rahat çalışabileceğini düşünmüş olması, son derece normal bir davranıştır. Üstelik kitapları da dikkat çekmeye başlamıştı. Ayrıca bazı konularda Cemaat-i İslâmî’nin kurucusu Mevdûdî ile fikri ayrılığa da düşmüştü. Kendisi hem kitabında hem de bir röportajında bu fikir ayrılığına temas eder. Üstelik hocası Emin Ahsen Islâhî ve bazı başka ilim adamları da 1960 öncesinde Cemaat-i İslâmî’den ayrılmışlardı. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi sonunda o da Cemaat-i İslâmî’den istifa ederek kendisine yeni bir yol çizmeye başladı. Bu yol Seyyid Ahmed Han gibi otorite ile çelişmeden hatta onların hoşuna gidecek davranışlar ortaya koyarak faaliyet yapmaktı. Konuya bu açıdan baktığımızda Vahîdüddin Han’ın siyasi ve toplumsal faaliyetleri ile eserlerini birbirinden ayırmak gerekir. Her ne kadar eserlerinin bazısında onun siyasi duruşunun bir yansıması olsa da çoğunlukla eserlerinde bir ilim ve fikir adamı profili çizmektedir. Zaten eserleri derinlikli ilmî eserler tarzında olmayıp daha çok genel okuyucu kitlesini bilgilendirici retoriği yüksek kitaplardı. Tezkîrü’l-Kur’ân adlı tefsiri bile açıklamalı bir Kur’ân meali gibi iki cilt halinde hazırlanmıştı. Ben kendisine 1993 yılında tefsirinin bu durumundan bahsettiğimde konunun farkında olduğunu ve aslında genişletmek gerektiğini söylemiş olmasına rağmen hiçbir zaman üzerine düşüp genişletmedi. Zira o muhatap kitlesine koca koca ciltler yazan klasik bir İslâm alimi profili göstermek istemiyordu. Onun yerine bilim, insan, medeniyet, birlikte yaşama, global barış, dostluk, sevgi gibi kavramlar üzerinde mesajlar vermek arzusunda idi. Bu sebeple de ağır ilmi kitaplar yazmak yerine 1960 sonrasında okunması kolay, sindirmesi kolay, bu temel kavramlar ve yaklaşımlar dışında akılda çok fazla bir tesiri kalmayan eserler kaleme almıştır. Aslında bu tarz, Hindistan’da bulunan birçok müslüman ilim ve fikir adamı tarafından da takip edilmiştir. Ebü’l-Hasan Ali Nedvî’nin bazı kapsamlı çalışmaları olsa da 10 ciltlik tefsir, 15 ciltlik hadis, çok ciltli fıkıh kitabı türünden eserleri olmamıştır. Târîh-i Davet ve Azîmet kitabı ise daha çok bir dini-siyasi tarih kitabı türündendir. Ama Nedvî’nin eserlerinde daha yoğun bir İslâm dini ve düşüncesi olduğunu da inkâr etmemek gerekir.[1]

Mevlânâ Vahîdüddin Han’ın bu çizgisi hem ulusal hem de uluslararası arenada kendisine yeni bir takipçi kitlesi oluşturdu. Kalemi güçlü, üslûbu akıcı, konuları zengin olduğu için Urduca eserleri iyi bir okuyucu kitlesine ulaştı. Ama o daha çok eserlerinin İngilizce çevirileri ile dikkat çekti. Uzun yıllar orta seviyede bir güç ve etkiye ulaşmış iken özellikle 1980’lerden sonra daha fazla dikkat çekti. Zira tüm dünyada bir diyalog rüzgârı esiyordu ve adına global peace (evrensel barış) denilen kavram ağızlarda tatlı bir sakız gibi dolaşıyordu. O da kendisine bu yolu seçmiş, bu sebeple Vatikan merkezli diyalog çalışmaları onu da etkisi içine almıştı. Zaten kendisi Hindistan’da da Hindu ve Budist din adamları ile oldukça iyi ilişkiler içerisinde idi. Nepalli Budist lider Dalay Lama bile onun hayranlarından biri olmuştu. Ülkemizdeki Gülen hareketi için de bulunmaz bir figür olmuştu. Bu sebeple Türkiye’de yapılan bir toplantıya onlar tarafından çağırılmıştı. İlginç olan şu ki Mevlânâ Vahîdüddin Han’ın Türkiye’ye ilk defa, bu vesile ile geldiğini toplantıda onun ağzından duyuyoruz. Hâlbuki bir İslamcı için 1980 sonrası Türkiye oldukça cazip idi. 2000 sonrasında ise ülkemiz tüm dünyadaki müslüman ilim ve fikir adamlarının uğrak yeri haline gelmişti. Ancak o buradaki herhangi bir toplantıya gelmemiş ve buradaki İslamcı hareketler ile diyalog kurma arzusunda bulunmamıştır. Bunun bilinçli bir tercih olduğu gözden ırak tutulmamalıdır.

İslam Meydan Okuyor gibi birkaç kitabı hariç tutulursa, eserlerinin gerçek anlamda ne kadar geniş bir kitle tarafından ciddi olarak okunup takip edildiğini iyice araştırmak gerekir. Zannımızca Mevdûdî, Seyyid Kutup, Said Havva, Ebü’l-Hasan Nedvî gibi ilim ve fikir adamlarının kitaplarına nispetle çok az bir sirkülasyona sahip olduğunu söylemek mümkündür.

Mevlânâ Vahîdüddin Han bir röportajında kendisine Mevdûdî sorulduğunda onun ile arasındaki temel farkın, Kur’ân’a bakıştan kaynaklandığını ifade ediyordu. Vahîdüddin Han’a göre Mevdûdî Kur’ân’dan önce topluma ve siyasete bakıyordu ve Kur’ân’ı buna göre yorumluyordu. Böyle olunca Mevdûdî’nin bakışında her şey siyaset ve yönetim şeklinde kendisini gösteriyordu. Halbuki kendisi toplumdan ve siyasetten önce bizzat Kur’ân’ın kendisine bakıyordu ve onun rehberliği ile yoluna devam ediyordu. Kur’ân ise insanları sevgiye, dostluğa ve barışa davet ediyordu. Ona göre Mevdûdî dini bütünüyle siyasallaştırmış ve böylece toplumsal bir ayrışmanın zeminini hazırlamıştır. Halbuki kendisi için birlikte yaşama, daha önemli idi ve Kur’ân da bu imkânı veriyordu.

Vahîdüddin Han Keşmir cihadını ve buradaki mücahitlerin yönetim hakkı elde etmek için devlete karşı mücadele vermeyi boş bir çaba olarak görüyor, görmekle kalmayıp açık açık söylüyordu. Bunun yerine müslümanlar pozitif bir bakış ile ülkede yaşamanın tadını çıkarmalılardı. Zira ona göre müslümanlar en huzurlu zamanlarını ve en geniş haklarını Hindistan Devleti kurulduktan sonra elde etmişlerdi. Zahiren gözüken bazı olumsuzluklar ise başka sebeplere dayanıyordu. Bir zaman Hindistan’da büyük olayların çıkmasına sebebiyet veren Ayodha’daki Bâburî Mescid’in (yapılışı 1528–29) yıkılması (1992) olayında da müslümanlar hatalı idi. Zira İslâm’a göre eskiden mabed olan bir yerin üzerine başka bir mabed yapmak doğru değildi. Bir mabed yapılacak ise bunun en az bir taş atımı uzaklıkta olması gerekirdi. Sultan Babür zamanında câminin yapıldığı yerde Hindu inancına göre tanrı Ram’ın doğum yeri üzerine yapılmış bir Hindu tapınağı varken Bâbürlü valisi buraya bu camiyi yaptırmıştı. O vakit Hindular bunu tolere etmişler veya etmek durumunda kalmışlardı. Şimdi ise durum değişmiş ve Hindular bunu kabul etmiyorlardı. İşi aslına çevirmek için de sonradan yapılan mescidi yıkarak yerine tekrar bir tapınak yapma arzuları vardı. Vahîdüddin Han’a göre aslında böyle bir şey yapılmasa daha iyi olurdu ama bu durumu Hinduların bir hakkı olarak da görmek gerekirdi. Her ne kadar konunun başka boyutları ve tarihi gerçeklik bakımından başka yönleri var idiyse de Vahîdüddin Han, bunlara hiç değinmemekte ve konuyu Hinduların bir hakkı olarak görmektedir. Zaten Hindistan anayasa mahkemesi burasını resmi olarak müslümanlardan alıp Hindulara teslim etmiş ve müslümanlara da 18 km. ileride bir cami yapmaları için bir arsa temin edilmiş, biraz da para verilmişti.

Mevlânâ Vahîdüddin Han, Şeytan Ayetleri kitabının yazarı Selman Rüşdî’nin Hindistan’da protesto ile karşılanmasını ve konuşturulmamasını da hoş görmez. Ona göre, İslam fikir ve ifade özgürlüğünü desteklediği için müslümanların Selman Rüşdî’ye konuşmak ve kendi düşüncelerini ortaya koymak için izin vermeleri gerekirdi. Ama müslümanlar tahammülsüzlük göstererek buna imkân vermemişlerdir.[2]

Vahîdüddin Han’ın en fazla tepki toplayan görüş ve tutumlarından birisi de İsrail devleti ile ilgili olandır. Ona göre Kur’ân’ın da şahitliği ile Kudüs ve civarı ya da geniş anlamı ile Filistin bölgesi zaten yahudilere Allah tarafından tahsis edilmiş yerlerdi. Yahudilerin gelip buraya yerleşmesi ve buralara sahip çıkmasından daha normal ne olabilirdi ki! Filistinlilerin ülkede problem çıkarmadan sulh içinde yaşaması, en doğru olanıdır. Ama devlete karşı durmaları neticesinde devletin bazı tedbirler alması ve asayişi sağlaması en tabii hakkıdır.

Tüm bu söylemleri ve ilişki içerisinde olduğu çevreler, onun sadece belli kesimler ile ilişki kurmasını sağlamıştır. O çoğu kere müslümanlara göstermesi gereken yakınlık ve müsamahayı gayr-i müslimlere göstermiş ve onların dostluğuna daha fazla önem göstermiştir. Bu da onu daha fazla yalnızlaştırmıştır. Büyük oğlu Zaferü’l-İslâm Han, uzun yıllar Hindistan müslümanlarının haklarını savunan kuruluşlarda yönetici olarak çalışmış, en son olarak da 2017-2020 arasında azınlıklar ile ilgili bir devlet kurumu olan Delhi Minority Commission’un başkanlığını yürütmüş iken kendisinin söylemleri Hindistan müslümanlarını daha pasif bir pozisyona itmiştir. Tarihten gelen en tabii haklarını bile isteyemez ve savunamaz duruma gelmişlerdir. Nitekim yakın zamanda gündeme gelen yeni vatandaşlık yasası müslümanlar aleyhindeki bu haksız girişimlerden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Mevlânâ Vahîdüddin Han’ın söylemi ve çabaları gerek Hindistan hükümeti gerekse bazı diğer uluslararası kuruluşlar tarafından karşılıksız bırakılmamıştır. Sırasıyla şu ödül ve madalyaları almıştır: The National Citizen’s Award (İngiltere 1996); The Communal Harmony Award (Hindistan, 1998); Hindistan devletinin en yüksek üçüncü ödülü Padma Bhushan (2000); Demiurgus Peace International Award (Zug, Switzerland, 2002); The Rajiv Gandhi National Sadbhavna Award (Hindistan 2010); Sayyidina Imam Al Hassan Ibn Ali Peace Award (Abu Dhabi, 2015); Hindistan’ın en yüksek ikinci ödülü Padma Vibhushan (2021). Washington DC’de bulunan Georgetown University tarafından hazırlanan The 500 Most Influential Muslims of 2009 adlı kitapta ona da “Islam’s Spiritual Ambassador to the World.” payesi uygun görülmüştür. Vefat ettiğinde Hindistan’ın BJP destekli Cumhurbaşkanı Ram Nath Kovind ve aşırı Hindu milliyetçisi Başbakan Narendra Modi birer taziye mesajı yayınlayarak Vahîdüddin Han’ın ölümünden duydukları üzüntüyü ifade etmişlerdir.


[1]          Bu konuda bk. Abdulhamit Birışık, “Nedvî, Ebü’l-Hasan” (https://islamansiklopedisi.org.tr/nedvi-ebul-hasan)

[2]          https://india.blogs.nytimes.com/2012/01/27/a-conversation-with-maulana-w-khan/