Neredeyse bütün bir divan edebiyatı, buna tasavvufi edebiyatı da dâhil edebiliriz, kurban kavramını metaforik anlam çerçevesi içerisinde ele almıştır. Kurban, mâşuk uğruna canından vazgeçen âşığı temsil eder klasik edebiyatımızda.
Ali Öztürk
Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi

Sezai Karakoç’un “Hızırla Kırk Saat” isimli şiir kitabının 16. saati “Kurban Bayramı”na ayrılmıştır.[1] Karakoç, bu şiirinde, görüntüsüyle kanlı canlı bir dinî ritüelin derin ve metafizik anlamı üzerine dikkatleri çeker. Kurban, semavi ve gayri semavi inançların en önemli ritüellerinden biri olarak kabul edilir. İslam geleneğinde Hz. Âdem’in iki oğluna kadar uzanan kurban ibadeti İbrahim ve İsmail peygamberlerin teslimiyet sınavı ile birlikte hakiki veçhesine bürünmüş ve bu şekilde günümüze kadar gelmiştir. Ancak seküler düşünce biçiminin dayattığı hayat modeli içerisinde kurbana yer yoktur. Çünkü bu zihin yapısı kurbanı, insanların tabii afet, kıtlık, savaş vb. yıkımlar karşısında inandıkları gücün öfkesini dindirmek için ifa ettikleri bir tür iptidai tapınma biçimi olarak kabul eder. Başına gelen her türlü felaketin rasyonel sebebini bilen modern insanın böylesi irrasyonel tutumlara ihtiyacı kalmayacağı varsayılmıştır. Karakoç’un şiiri, modernitenin itibarsızlaştırmaya çalıştığı İbrahimî geleneği, “en derin” anlamıyla yeniden gündemimize sokarak modernizme bir nevi meydan okumaktadır.
Karakoç’un şiirine eğilmeden önce klasik şiirimizin kurban karşısındaki tavrını hatırlatmakta fayda vardır. Neredeyse bütün bir divan edebiyatı, buna tasavvufi edebiyatı da dâhil edebiliriz, kurban kavramını metaforik anlam çerçevesi içerisinde ele almıştır. Kurban, mâşuk uğruna canından vazgeçen âşığı temsil eder klasik edebiyatımızda. Kurban bayramı iyd-i visal, kavuşma bayramı, veya kavuşma günü olarak nitelendirilmiştir:
Cânımı kurbân edip pay etdiler meh-pâreler
Ol ala gözlüm benim gelmez mi kurbân payına
(Ahi)
Tavf-ı kûy-ı yârda ‘Âşık fedâ kıl cânunı
Hacda kurbân etmenün gâyet sevâbı var imiş
(Âşık Çelebi)
Rûz-ı vaslında şehâ gamzelerin cân aparır
Mevsim-i ‘îd olucak her kişi kurbân aparır
(Hamdî)
Bilirem iyd-i visâlin bana câvid olmaz
Eyle kurbân beni kim böyle güzel iyd olmaz
(Fehim-i Kadim)
Klasik divan şiirindeki durum, üç aşağı beş yukarı bu minvaldedir. Tasavvuf edebiyatındaki kurban motifi de âşık-mâşuk ilişkisi bakımından benzerlik arz eder; ancak mâşuk, divan şiirindeki mâşuktan farklı olarak çoğunlukla Cenab-ı Hakk’a işarettir:
Ten nedir dostun yolunda ben anı terk etmeyem
Dost cemâlin görmeğe gel cânı kurbân edelim
(Yunus Emre)
Ḳıyıncaḳ câna İsmâ‘îl ana gönderdi ḳoç Allâh
Men ettim cânımı ḳurbân gerekmez gayrı ḳurbânı
(Elmalılı Ümmi Sinan)
Hızırla Kırk Saat, kimi zaman bir kısas-ı enbiya, kimi zaman bir siyer ya da mevlid özelliği gösterir. Hızır, şiirin başkahramanıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de doğrudan adı geçmemekle birlikte İslam kültüründe, Hz. Musa döneminde yaşayan, kendisine ilâhi bilgi ve hikmet verilen kimse olarak bilinir. Kitabın 16. şiiri yani 16. saat, Hızır’ın nasihatleri ile başlar[2]:
“Şekere alışmış akrebi öldürmezsen
Şekerden zehir yapacaktır
Çocukların için bunu iyi bil
Bu öldürdüğüm çocuk için bir örnektir
Her yaz bahçelerde binlerce akrep öldürülecektir
Geziye çıkan çocuklar için
Gün görmemiş menekşeler derilecektir
Baharı gecikmiş kentler için”
Ağza tat verici bir yiyecek ile ısırdığı zaman zehriyle öldürücü bir böceğin oluşturduğu zıtlık Hızır’ın nasihatine zemin oluşturur. Hızır olduğu kabul edilen kişi ile Musa (as) arasındaki diyaloğun görünüşte tezatlar üzerinden gerçekleştiği dikkate alınırsa, Karakoç’un seçtiği akrep ve şeker kelimelerinin bu zıtlıklarla paralellik oluşturduğu söylenebilir. Akrep imgesi, büyük ihtimalle şairin çocukluğunu geçirdiği Ergani ve çevresinde çok yaygın olduğu için tercih edilmiş olmalıdır. Bu yörenin çocukları akrebin nasıl etkisiz hale getirilebileceğini çok iyi bilmektedirler.[3] “Ötesini Söylemeyeceğim” şiirinde, şehirleri Fransızlar tarafından işgal edilen Tunuslu küçük kızın işgalcileri mahallelerinden kaçırtmak için bulduğu çare, uyurken matmazelin üzerine akrep atmaktır. Matmazel, akrebin karnının beyaz şeridinden tutulacağını bilemeyeceği için kuyruğundan tutarak zehirlenecek, ölürse de bay yabancı onu bir daha göremeyecektir.
Nasıl arının tezgâhından geçen gıdalar bala dönüşebiliyorsa akrebin tezgâhından geçen de şeker bile olsa zehre dönüşebiliyor. “Çocukların için bunu iyi bil /Bu öldürdüğüm çocuk için bir örnektir” mısraları Kur’ân-ı Kerim’deki Hızır ile Musa (as) arasında geçen kıssayı işaret etmektedir. Hızır’ın bir çocuk öldürdüğü vakit Musa (as)’nın tepkisi ayet-i kerimede şöyle dile getirilmiştir:
Yine yola koyuldular. Nihayet bir gence rastladıklarında o kul hemen onu öldürdü. Musa dedi ki: “Mâsum bir insanı, bir cana karşılık olmaksızın katlettin ha! Gerçekten sen fena bir şey yaptın!” (Kehf Suresi, 18/72).
Musa (as) ile yolları ayırmaya karar verdikten sonra icraatlarının gerçek sebeplerini bir bir sıralayan ledünni ilme sahip kulun çocuğu niçin öldürdüğü de şöyle açıklanır:
Gence gelince, onun anne babası mümin kimselerdi; gencin onları sonunda azgınlık ve nankörlüğe düşürmesinden korktuk. (Kehf Suresi, 18/80)
Karakoç “Hızırla Kırk Saat”i 1967 yılının Mayıs-Haziran aylarında yazmıştır. O günleri şöyle anlatır:
“Hızırla Kırk Saat adlı, kırk bölümlü şiirimi 1967 yılı mayıs ve haziran aylarında, Yenikapı’da, deniz kenarında, kayalıklar arasındaki bir kır kahvesinde yazdım. Aşağı yukarı, kırk gün, akşam üzeri, bir iki saat, orda, deniz dalgalarının kıyıya çarpma seslerini dinleyerek ve her seferinde şiirin bir bölümünü yazarak kitabı tamamladım. Zaten, bu yüzdendir ki, şiire Hızırla Kırk Saat ismini verdim: Sanki orada Hızır’a randevu vermiştim de, her gidişimde, bu randevunun verimi ve armağanı olarak bir bölümle döndüm.”[4]
1967 yılının kurban bayramı Mart aylarının son günlerine denk gelmektedir. Bu şiiri yazarken üzerinden henüz çok geçmemiş kurban bayramının bir tesiri olmuş mudur, bilinmez. Ancak, çocukluğunda yaşadığı kurban bayramlarına dair hatıraların şairin belleğinde tazeliğini koruduğunda kuşku yoktur.
“Kurban bayramında ortalık ışımadan uyanılır lâmbalar yakılır
koyunlar üstüne bir ışık düşer dağ ışığından önce
Kurban bıçak sesini duyar horoz sesinden önce
Saatlarını çabuk tüket ey ulu gece
Kurban bayramıdır en derin bayram bence
Bu ne uslu yumuşak yaratıklardır ki
Kilometrelerce
Günlerce
Yolu aşarlar sabah kuşluk öğle
İkindi ve çöldedirler akşamları
Ve sonra yorgun doldururlar çarşıları
Ve top patlamadan önce
Her biri başları gün doğusuna dönük
Bir evin önündedir”[5]
Şiirde, kurban bayramı sabahına kadar uzanan hazırlık aşamaları adeta bir tiyatro sahnesi gibi gözümüzün önüne serilir. Kurban bayramı, Ramazan bayramından farklı olarak “telaşlı” bir bayramdır. İkinci, üçüncü hatta kimi mezheplere göre dördüncü günü de kurban kesimine müsaade edilmiş olmasına rağmen bayram namazının hemen akabinde kurbanlar kesilmeye başlanır. Dolayısıyla sabahın erken saatinde hazırlıkların tamamlanmış olması gerekir. Anadolu’da kurban bayramını idrak etmiş olanların bildiği gibi, bayram sabahı erkenden kalkılır. Henüz horozlar ötmemiş, ezan okunmamıştır. Lâmbalar yakılır. Şairane bir tespitle dağın başından yükselecek olan gün ışığından önce lâmbaların ışığı düşer koyunların üzerine. Kurban kesimi için bıçağın keskin olması gerekir. Bu yüzden kesim âletleri günler öncesinden hazır hâle getirilir. Dolayısıyla bayram sabahı koyunun kulağına ilişen ilk sesin bıçak sesi oluşu tesadüfi değildir. Şair bir an önce bayrama ulaşmak için geceye seslenir ve saatlerini çabuk tüketmesini ister. Akabinde kurban bayramına bir değer atfederek, Türk şiirinde görülmedik biçimde “en derin bayram” nitelemesinde bulunur.
Koyun, kurban ibadetinin sembol hayvanıdır. Yumuşak başlılığı ve munisliği ile çocukların da gözdesi bir hayvandır. Şaire göre de öyle uslu, öyle yumuşak yaratıklardır ki sabah, kuşluk, öğle, ikindi demeden günlerce yürüyerek, çöllerde geceleyerek kilometrelerce yolu aşarak şehre ulaşmışlardır. Uzun ve meşakkatli yolun yorgunluğu kurban satılan çarşıları dolduran koyunların gözlerinden okunmaktadır. Ve nihayet gün sona ermeden önce kurban olacakları evlerin önüne getirilmişlerdir. Bayramlarda top atılması, arife günü ikindi vaktinden başlayarak Ramazan bayramının üçüncü, kurban bayramının dördüncü günü akşamına kadar devam eden eski bir Osmanlı geleneğidir. Dolayısıyla şairin top patlamadan önce sözüyle kastettiği, günün ikindi vaktine kadar olan kısmıdır.
“Çocukların önündedir
Çocuk ellerinden alırlar son dünya yeşilliğini
Bir bengisu gibi içerler
Son sularını”[6]
Kurban bayramının en meraklıları çocuklardır tabiatıyla. Evin önüne getirilen kurbanlığın etrafını çevirir ve ellerine geçirdikleri yeşillikleri ağızlarına tutarak bu bitkin hayvanları harekete geçirmeye çalışırlar. Kurbanlıkları beslemek ve sulamak, onların sâfiyane duygularla edindikleri ödevleridir sanki.
“Saatlarını çabuk tüket ey ulu gece
Kurban bayramıdır en derin bayram bence
Kur’an dinlemiş ve ondan boyun eğmişlerdir sanki
Yaşamın sırrına bizden önce ermişlerdir sanki
Kendilerini bir ses uğruna kurban vermişlerdir sanki
Ölmeden önce ölümden sonrasını görmüşlerdir sanki
Dağlarda yankılanmışlar derelerde ağarmışlardır sanki
Düşlerinde Mekke’ye varmışlardır sanki
Saatlerini çabuk tüket ayını ve yıldızlarını yak ey gece
Bizim kalbimizdeki kurbanlar kesilmeden önce”[7]
Şair tekrar geceye döner ve saatlerini çabuk tüketmesi için ulu geceye seslenir. Kendince en derin bayramın kurban bayramı olduğunu ısrarla yineler.
Şair, tekrar koyunlara dikkatlerimizi çeker ve onların uysallıktan (belki de yorgunluktan) başlarını önlerine eğmiş hâlini, huşû ile başlarını öne eğerek Kur’an dinleyen müminlere benzetir. Sanki dinledikleri kutlu Kur’an sesi uğruna kurban olmayı istemektedirler. Öyle ya! “Rabbin için namaz kıl ve kurban kes!” (Kevser Sûresi, 108/2) emrinin öznesi insansa nesnesi de emre boyun eğmiş bu itaatkâr hayvanlardır. Şair, söz konusu uslu ve yumuşak yaratıkların itaatkârlığını Kur’an sesine kulak vermeleri gibi güzel bir sebebe bağlıyor. Eski tabirle hüsn-i talil yapmış oluyor şair burada. Hayvanlar ebette teklife muhatap değiller ama güzel sesten, nağmeden etkilenmeyen hayvan var mıdır? Ölmeden önce ölmek, tasavvufta kabul gören bir anlayıştır. “Ölmeden önce ölünüz.” mealindeki sözün hadis olduğu söylense de kaynaklarda yer almaz; ancak mana itibariyle hikmetli bir söz olduğu belirtilmiştir. Bu sözle anlatılmak istenen husus, kestirmeden söyleyecek olursak ölüme hazırlıklı olmaktır. Şairin gözünde kurbanlıklar da işte tam böyledir. Bu yönüyle de dünyanın çekiciliğine meyletmeyen, geçici nimetlere aldanmayan dervişler ile bir ilgi kurulmuştur. Koyunların dağlarda yankılanmış ve derelerde ağarmış olmalarından bahseder. Dağlarda yankılanan koyunların meleşmeleri yani bir nevi zikirleridir. Kâbe’yi düşlerinde görmüş olacaklarına göre, bu yankılanmalar “Lebbeyk Allahümme lebbeyk…” nidalarıdır. Çünkü Kâbe, hem Hac ibadetini hem de hac için kesilen kurbanı çağrıştırmaktadır. Derelerde ağarmış olmalarıyla ise maddi temizlikleri kastediliyor olmalıdır. Koyunların yünleri ekseriyetle beyaz renklidir. Zaman içerisinde toz toprak ile kirlenen yünler derelerden geçerken temizlenmekte ve beyazlıkları ortaya çıkmaktadır
Saatlerini tüketmesi için geceye üçüncü kez seslenir şair. Ayın ve yıldızların yakılması, mecazi olarak gecenin hükmünü kaybetmesi anlamında olmalıdır. Bir an evvel sabahın olması ve beklenen vaktin gelmesidir.
Son mısraında şairane bir ifade ile Karakoç, bu sefer başka bir vakitten söz eder. O vakit gelmeden önce ayın ve yıldızların, geceye ait unsurların kaybolmasını temenni eder ve yukarıdan beri anlattığı kurban sahnesinin sonuna gelir. Ancak buradan itibaren fizikî olarak koyun yoktur. Zaten şair bundan sonraki kurban seremonisine hiç mi hiç girmemektedir. Başka bir kurbana sözü getirmiştir lafı dolandırmadan. Kalbimizdeki kurbandan bahsetmektedir artık. Kalbimizdeki kurbanlar kesilmeden önce gecenin ayını ve yıldızını toplayarak çekilmesini istemektedir. Kalpteki kurban ne olabilir? Öyle anlaşılıyor ki kalpteki kurban niyettir. Yani Allah’a sunulmak istenen takvadır. Çünkü O’na ulaşacak olan sadece odur:
“Onların ne etleri Allah’a ulaşır ne de kanları; O’na ulaşacak olan sadece sizin takvanızdır. İşte Allah onları sizin istifadenize verdi ki size doğru yolu göstermesinden ötürü O’nu tâzimle anasınız. İyilik yolunu tutanları müjdele!” (Hac Sûresi, 22/37)
.
[1] Cahit Zarifoğlu, Bugün Gazetesinin 22 Kasım 1967 tarihli nüshasında “Müjde ve Ziyafet” başlığıyla A. Cahit Zarifgil imzasıyla yayımlanan tanıtım yazısında Hızırla Kırk Saat için “Wagner operası” benzetmesinde bulunur. Wagner müziğinde notaların birbirinden ayrı düşmediğine, her notanın, sonrakilere işaretler yollayıp öncekilerin hatırasını belli ettiğine dikkat çeker. Aynı özelliği kitapta görmek için seçtiği şiir ise bu şiirdir.
[2] Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, Şubat 2012 (11. baskı), syf. 205
[3] Metin Önal Mengüşoğlu, Felsefe Sıfır Din Bir’di Sezai Karakoç, s.172.
[4] Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları III (Eğik Ehramlar), İstanbul 2015, (5. baskı), s. 22.
[5] Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, syf. 205
[6] Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, syf. 205-206.
[7] Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, syf. 205-206.