O HEP 10 YAŞINDA; NACİ EL-ALİ

Evet, Hanzala’nın gerçekte Naci el-Ali’nin kendisi olduğunu, Hanzala’yı çizerek bize 10 yaşındaki bir çocuğun gözlerini ödünç verdiğini ve dünyaya bu gözlerle bakmamızı istediğini hepimiz biliyorduk.  Ancak onun hikayenin içerisinde, tanıyan herkesi kendisine hayran bırakan ve bizler için de çok ilham verici olabilecek bir kuvvet gizliydi.  

Peren Birsaygılı

Naci el-Ali’nin yakın dostlarının onu tarif ederken sürekli söylediği bir şey var: “Naci’nin çalışmalarının bu denli yüreklere dokunmasının en önemli sebebi samimiyetiydi” diyor ve ekliyorlar: “Çünkü hayatı boyunca yürekten inanmadığı hiçbir işin altına imzasını atmamıştı. 10 yaşında mülteci durumuna düştükten sonra oradan oraya sürüklenirken yanında taşımayı bir an olsun bırakmadığı şey samimiyetiydi.”

Naci el-Ali üzerine çalışırken defalarca karşıma çıkmıştı bu sözler. Kuzey Filistin’in Şecere köyünde dünyaya gelmesinin ardından başına gelenleri, en ufak bir rüzgarda dahi yerinden oynayan derme çatma çadırlarda geçen çocukluk günlerini, ailesine para göndermek için tarla işçiliği ve araba tamirciliği yaptığı o gençlik yıllarını, sonra Beyrut’ta mülteci kampında arkadaşlarıyla birlikte çıkardıkları ilk dergiyi, sabahlara değin çalışarak çizgisini nasıl güçlendirdiğini, 1969 senesinde Kuveyt’te Hanzala’yı tüm dünyaya takdim edişini, çizdiği Fatima ya da Zalama gibi tüm o diğer karakterleri, oluşturduğu 40.000 karikatürlük büyük hazineyi, Kuveyt, Beyrut ve Londra günlerini yani 49 senelik hayatı boyunca aşmak zorunda kaldığı bütün engelleri biliyorduk artık. Ancak hikayesine tanıklık ettikçe karşımıza çıkan ve bizi derinden etkileyen bir başka gerçek de, Naci el-Ali’nin sahip olduğu güçlü şahsiyetti.

O nedenle, 22 Temmuz 1987 günü çalıştığı gazete binasına giderken uğradığı silahlı saldırı sonucunda şehit edilen bu büyük yeteneği sadece çizimleriyle tanımak yeterli değildi. Eksik kalan birşeyler oluyordu böyle olduğunda. Yeterince tanıyamıyor ve anlayamıyorduk sanki O’nu. Evet, Hanzala’nın gerçekte Naci el-Ali’nin kendisi olduğunu, Hanzala’yı çizerek bize 10 yaşındaki bir çocuğun gözlerini ödünç verdiğini ve dünyaya bu gözlerle bakmamızı istediğini hepimiz biliyorduk.  Ancak onun hikayenin içerisinde, tanıyan herkesi kendisine hayran bırakan ve bizler için de çok ilham verici olabilecek bir kuvvet gizliydi.  

Onu tanımaya başladıkça, bizi en çok etkileyen taraflarından birisi muazzam inatçılığı olmuştu. Henüz küçük bir çocukken de böyle inatçıydı, Naci el-Ali. Çocukken kaldıkları kampta  çadırlarına bir kova su getirmek için çamurlara bata çıka dakikalarca yürürken, hiç öyle mağlup edilmiş bir milletin evladı gibi değil de, dimdikti omuzları. Onu gören herşeye sahip, müreffeh bir hayat yaşayan bir çocuk sanırdı. Başlarına gelenleri tevekkülle karşılama ve sıkıntısını göstermeme konusunda büyük bir inadı vardı. Gençliğinde arkadaşlarıyla kampta ilk kez dergi çıkarmaya başladıklarında, ki bu derginin adı Çığlık’tı, ne kadar çalışırsa çalışsın yorulmama gibi bir inadı vardı. Elbette bir baskı makinaları olmadığı için, elle çoğaltıyorlardı bu dergiyi ve çoğu kez sabaha kadar bununla uğraştığı oluyordu. Sabah olduğunda kendisini görenler ise yorgunluğunu hiç anlamaz, adeta bütün gece deliksiz bir uyku çektiğini düşünürlerdi. Çizimleri, artık dergilerde yayınlanmaya ve ismi duyulmaya başladıktan sonra da aynı çalışma temposunu sürdürmüş ve inatla yorgunluğunu gizlemişti.

Her zaman kendinden önce başkalarını düşünür, ne kadar zor durumda olursa olsun, kendinden daha muhtaç durumda olanlara yardım etmeye çalışırdı. Ailesiyle kampta kaldığı günlerden birinde, Filistinli bir adamın yarı çıplak halde, sokaklarda dolaştığını görmüştü. Herkes dehşet içerisinde bu adama bakıyordu. Hemen eşi Vidad hanıma koşarak, bir gömlek ve pantolon vermesini istedi. Adama giydirecekti. Zaten kendisinin de o an üstünde olan dışında sadece bir gömleği vardı ama bunun hiçbir önemi yoktu. Adam ondan iriydi, gömlek ve pantolonun kollarıyla paçaları kısa gelmişti üzerine ancak artık yarı çıplak değildi en azından.Daha sonra bu misafirin, Sayda’dan geldiğini öğrendiler. Sayda’da da tıpkı Beyrut’ta olduğu gibi büyük bir mülteci kampı vardı. Ve zavallı adam, kaldıkları kampın bombalanmasından birkaç gün sonra, ailesine yiyecek bir şeyler bulmak için dışarı çıkmıştı. Bombalamadan kurtulmuşlardı kurtulmasına ama bir şeyler yemezlerse, bu kez hepsi de açlıktan öleceklerdi. Açık bir dükkân bulmak üzere, uzun süre Sayda’nın ara sokaklarında dolaşmış ve maalesef çabaları sonuçsuz kalmıştı. Her yer kapalıydı. Üzgün halde eve döndüğünde ise, yiyecek aramak için evden çıktıktan sonra, İsrail askerlerinin buraya tekrar baskın yaptığını öğrenmişti. Evi yıkılmıştı, eşi ve yedi çocuğu enkaz altında kalarak can vermişlerdi. Üstelik günlerdir açtılar, yiyecek bir şey yetiştirememişti onlara. Bir süre sessizce enkaza bakmış, sonra sinir krizi geçirerek üstünde başında ne varsa parçalayarak, amaçsızca yollara düşmüştü.  

Başka bir tarafı da, ki bunu eşi Vidad Hanım da özellikle vurgulamıştı, asla tesir altına alınamayacak yapıya sahip oluşuydu. Herkesi sabırla dinler, ancak sonunda mutlaka kendi aklı ve vicdanına yatanı yapardı. En yakınlarının dahi onun üzerinde baskı kurması, düşüncelerini etkilemesi imkansızdı.  Sevdiklerinin görüşlerine değer verir, onlarla uzun uzun konuşurdu. Asla sabit fikirli değildi, düşüncelerini değiştirebilirdi de fakat konu her neyse buna önce kendisinin inanması ve içine sindirmesi gerekirdi. Başkaları öyle söyledi diye, sorgusuzca bunu kabul edecek en son insanlardan birisiydi Naci el-Ali. Kendine has bir bakış açısına ve karar alma özgürlüğüne sahipti. İşte tam da bu duruşu, onun Filistin’de hatta bütün bir Arap dünyasında partiler ve siyasetler üstü bir konum kazanmasını sağlamıştı. Sadece belli bir grubun değil herkesin Naci’siydi. Onu herkes bu şekilde kabul etmiş ve sevmişti. Biliyorlardı ki, Naci’nin kendi doğruları ve ilkeleri vardı.

Üstelik artık belli bir üne kavuştuktan sonra dahi asla şımarmamış ve kendisini ayrıcalıklı görmemişti. Arap ulusal hareketinin en üst organı olan Filistin Milli Meclisi, zaman zaman Tunus ve Cezayir gibi ülkelerde toplantılar düzenlerdi. Kimi zaman ise Arap ülkelerinde çeşitli kitap fuarları olurdu. Buralara farklı yerlerden pek çok basın mensubu da gelirdi. Bizzat o günleri yaşamış bütün arkadaşlarının gülümseyerek anlattıkları bir şey vardı. O da tüm bu toplantılar ve fuarlar esnasında bütün gazetecilerin öncelikle Naci el-Ali’yi soruyor oluşuydu. Hepsi de, O’nun hakkında bilgi sahibi olmak istiyor, O’nunla nasıl tanışabileceklerini ve ne şekilde irtibata geçebileceklerini merak ediyorlardı. Sonradan bunu arkadaşları Naci’ye anlattıklarında ise, karşılarında yüzünde en ufak bir kibir ifadesi olmayan aksine bu ilgiden mahcup olmuş bir adam görüyorlardı.

Naci el-Ali, gerçek bir dava sahibi olmak, inançlarından ve değerlerinden vazgeçmemek, kalemin haysiyetine sahip çıkmak nedir göstermişti herkese. Ve sadece sahip olduğu muazzam yetenek ile değil, aynı zamanda şahsiyetiyle de öne çıkmış bu Filistinli kişiliğinden nefret ediyordu Siyonistler. Çünkü insanoğlunun o saf haliyle, aslında ne kadar büyük bir güce sahip olduğunu kanıtlıyordu. 20’li, 30’lu ve 40’lı yaşlarına varmış olsa da, daima 10 yaşında kalmış bir çocuğun en gelişmiş silahlar karşısında koruduğu direnme gücünü ve asaletini temsil ediyordu. Hanzala’nın şimdiye kadar gelmiş geçmiş en güçlü sembollerden birisi olduğunu söylerler. Onu anlamak için Arapça bilmenize gerek yoktur. Nerede olursanız olun, ister Türkiye’de isterseniz Meksika’da ya da başka bir yerde. Sadece bakarak, adeta yüzlerce sayfa kitap okumuş gibi, Filistin’de olup biten herşeyi öğrenebilirsiniz. Dünyaca ünlü, Müslüman dostu Fransız bir karikatürist gözleri dolarak anlatmıştı bize Hanzala’nın üzerinde bıraktığı etkiyi. Naci el-Ali, giderken kendinden büyük bir parça emanet etmiş hepimize. Öylesine yüreklere dokunan bir hal ki bu. İnşallah, bir gün Hanzala bizlere yüzünü döndüğünde, yani Filistin özgür olduğunda, tutabileceğiz 10 yaşındaki bu çocuğun ellerinden ancak.

Sevgili Naci el-Ali, temmuz ayında uğradığı bir silahlı saldırı sonucu ayrıldı aramızdan. Tesadüf odur ki, Hanzala da bir temmuz günü dünyaya takdim edilmişti. Naci’nin şehit edildiği, Hanzala’nın ise doğduğu ay diyebilir miyiz temmuz için? Emin olamadım zira ikisini ayrı ayrı düşünmek imkansız. Şimdiye kadar yüzden fazla ölüm tehdidi almıştı ancak yakın çevresine korktuğuna ya da korkmadığına dair hiçbir şey söylemezdi. Hislerinden bahsetmekten hoşlanmazdı. Sadece bir keresinde eşine “Eğer korksam çizmeyi bırakırdım, bırakmadığıma göre demek ki korkmuyorum.” demişti. Naci el-Ali onlardan korkmuyordu ancak onlar Naci’den korkuyorlardı. Ve korktukları sadece kaleminden çıkan çizgiler değil şahsiyetiydi. Çizdiklerini yırtıp atabilir, kitaplarını toplatabilir ve imha edebilirlerdi ancak karşılarında duran çok başka birşeydi. Şahsiyeti asla yenemeyeceklerini ve teslim alamayacaklarını biliyorlardı.