GAZÂLÎ’NİN ZÜHD ANLAYIŞI

Hayat aslında büyük ölçüde tercihlerden ibarettir. Hatta işi biraz daha insani boyutuyla ifade ederek muşahhaslaştırmak gerekirse, kişiliğimiz veya kimliğimiz tercihlerimizdir desek, yine sınırları zorlamış olmayız kanaatindeyim. Dolayısıyla tercihlerimiz aynı zamanda bizim kimliğimiz ve hayat felsefemiz demektir.

Mülayim Sadık KUL

Bismillahirrahmanirrahim

Hamdele ve salveleden sonra.

Gazâlî’de zühd kavramının ne anlama geldiğine geçmeden önce kendi hayatımda bu kavramla ilgili bir hatırama temas ederek söze başlamak istiyorum. Zahid kelimesini zannediyorum ilk defa Türkiye’nin manevi mimarlarından biri olan Muhammed Zahid Kotku Hazretlerinin dâr-ı bekâya irtihali ile duymuş oldum. Elbette bunu duyduğumda dikkatimi çeken, kelimenin manasından ziyade şimdiye kadar duymamış olduğum bir isim olmasıydı. Zira bizim yörelerde Zühdü ismi vardır ama Zahid ismini ne akraba ve köylülerim, ne de o güne kadar tanıdıklarım arasında duymamıştım. Dolayısıyla da ne zaman bir Zahid ismini duysam ya da zühd kelimesi bir münasebetle geçse hep bu ismi duyduğum ilk hatıram yeniden canlanır.

Sümbül Efendi Kur’an Kursu’nda hafızlık yapan çelimsiz bir çocuğun dünyasında unutamadığı garip bir hatıra. Hayatımın sonraki dönemlerinde de bu ilk defa ölümüyle gündemime giren güzel insanın yakınında bulunmuş ve onu görmeden sevmemize vesile olmuş Ahmet Akın Çığman Hoca Efendi gibi daha nicelerinden hep aynı ismi duymaya devam edecektim. Bu güzel insanların ismini bilmek veya hatırasını yaşatabilmek, elbette zahid olmak için yetmez. Ama bu güzel insanları tanımadan da kitaplarda sayfalar dolusu anlatılan bu kavramların hayata ve insana dönük olan gerçek yönünü anlamak zannımca hiç mümkün değildir. Peygamberlerin varisleri olan bu âlimler kendi yaşadıkları dönemde nebilerin yüklendikleri misyonun bir benzerini bizim çağımıza taşıyarak bu kavramların sahip oldukları ruhu ete kemiğe yani hayata ve kimliğe dönüştürerek bizlere üsve-i hasene olarak aktarırlar.

Güzel insanların hayatlarına dair okuduğum her kitap, düşünce değeri paha biçilmez pek çok fikri eserden daha fazla gönül dünyama huzur ve ışık getirdiğini burada itiraf etmek durumundayım. Bu, bazılarınca naiflik gibi görülse de bu fakirdeki karşılığı bugün de budur. Geydim Hırkayı kitabını bana hatırlatarak bu zevki yeniden tatmama vesile olan Mustafa Özel kardeşime şükran ve dualarımı arz ederim.

***

Diaspora‘da Gazâlî’nin tasavvuf anlayışı üzerine doktora çalışmasına niyetlendiğimde -bugün itibariyle Çanakkale İlahiyat Dekanı olan- adıyla müsemma Nimetullah dostumla konuyu nasıl netleştirelim, acaba sadece zühd kavramı ile mi sınırlandıralım diye saatlerce fikir teatisinde bulunduğumuzu bugün gibi hatırlarım. Dolayısıyla bu kavramla tanışıklığımın üzerinden uzun yıllar geçtikten sonra tekrar bu kavram önüme çıkıvermiş ve bu sefer konuyla akademik anlamda meşgul olmak durumunda kalmıştım.

Dolayısıyla Gazâlî’nin bu konuda tespit ettiklerini böyle bir yazı çerçevesinde ele almanın kolay bir iş olmadığının âcizane farkındayım. Bu sebeple burada hem Gazâlî’nin hem de diğer âlimlerin söylediklerinden bilgi dağarcığımda kalan kırıntıları kendimce özetleyerek konuya giriş yapmak istiyorum. Bu değerlendirmelerin daha çok benim zühd kelimesinden anladıklarımla yakın alakalı olduğunu söylemeye hacet olmasa gerek. Zira hem Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi hem de bu konuda yazılmış yüzlerce kitap, konu hakkında daha kapsamlı bilgi edinmek isteyenleri beklemektedir.

Hayat aslında büyük ölçüde tercihlerden ibarettir. Hatta işi biraz daha insani boyutuyla ifade ederek muşahhaslaştırmak gerekirse, kişiliğimiz veya kimliğimiz tercihlerimizdir desek, yine sınırları zorlamış olmayız kanaatindeyim. Dolayısıyla tercihlerimiz aynı zamanda bizim kimliğimiz ve hayat felsefemiz demektir. Zira bizim kişiliğimizi oluşturan en temel öğeler aslında gerek günlük hayatımızda ve gerekse daha uzun vadede yaptığımız tercihlerden oluşmaktadır.

Bu durum sadece kendimiz ve inananlar için geçerli olmayıp aynı zamanda tüm insanlık için de söyleyebileceğimiz külli bir kaide gibidir. Bir insanı faziletli kılan ya da tam tersi şerli ve sefih kılan da yine yaptığı tercihler değil midir?

Elbette burada, acaba bu tercihler ne kadar bilinçli ve farkında olarak yapılmıştır ve dolayısıyla da ne kadar tercih sahibi ile ilişkilidir, sorusu gündeme gelir ki aslında bu da yine kişinin tercihleriyle alakalı önemli bir veridir. Tercihlerimizin gerçekten de ne kadar farkındayız. Şayet farkında olsak gerçekten bugün yaşadığımız pişmanlıklar yine de olur muydu? Bir insan bilinçli olarak sonrasında pişman olacağı ya da diğer bir ifadeyle mutluluğuna gölge düşürecek bir kararı nasıl alır?

Biz tercihlerimizde ne kadar hürüz? Yoksa bir şeylerin tesiri altında mı hareket ediyoruz? Farkında olmadan birileri ve bir şeyler bizim irademizi ipotek altına almış olabilirler mi? Bu sorular da yine varoluşumuzla alakalı, mutlaka üzerinde düşünülmesi gereken önemli hayatî sorulardır. Bunlara vereceğimiz cevaplar da bizim hayat ve varlıkla ilgili parametrelerimizin ne olduğunu ve dolayısıyla hassasiyetlerimizi bize ifşa edecek önemli ölçülerdir.

Bu söylediklerimizin konu başlığımızla ne alakası olduğu haklı olarak sorulabilir. Zira zühd deyince ilk aklımıza gelen şey dünyadan el etek çekmek ve daha sade, tırnak içinde “dindar” bir hayat yaşamak olarak düşünülebilir. Sözlükte zühd‘ün “bir şeye değer vermemek, ona karşı ilgisiz kalmak, ondan yüz çevirmek” gibi anlamlara geldiği bilinmektedir. Bunların hepsinin temelinde var olan saik ise işte bizim bilerek ya da bilmeyerek yaptığımız tercihlerimizdir. Neden başkaları gibi değil de biz, biz veya ben dediğimiz farklı bir kişiliğe veya hayat tarzına sahibiz?  Birileri istediği gibi haram helal demeden zevkinin ve egosunun peşinde bir hayat yaşarken, siz neden onlar gibi tercihlerde bulunamıyorsunuz? Onlar gibi olmanıza engel olan nedir?

Melekler Allah’ın “Adem’e secde edin” emrine ittiba ederken İblis tercihini neden başka yönde kullandı? Hz. İbrahim, “Doğrusu ben rüyamda seni boğazladığımı görüyorum” diyerek oğlunu kurban etmesi gerektiğini söylediğinde oğlu Hz. İsmail, “Ey babacığım! Sen emrolunduğunu yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın.” teslimiyetini hangi tercihe bağlı kalarak nasıl gösterdi? Bütün bu teslimiyet veya isyan etme durumlarında hep bir tercihin söz konusu olduğu ortadadır. Dolayısıyla peygamberlerin hayatlarında örneklik olarak yansıyan davranışlar da olduğu gibi İblis’in, Firavun ve Haman’ın şahsında ete kemiğe bürünen isyan ve sapkınlıklar da yine bir tercihin neticesidir.

Meseleye böyle baktığımızda zühdün temelinde bilinçli bir tercih olduğu aşikârdır. Bu tercihler ise hayatın tamamına şamil olan kimliğimizin ve varlıkla ilişkimizin bir neticesidir. Zühd bazılarının dar anlamda zannettiği gibi sadece dünyadan daha az faydalanmak, az yemek, az uyumak anlamında alınırsa, İslam ilim ve irfan geleneği açısından doğru bir yaklaşım olmaz. Fakir ve mahrum olmak kişiyi zahid yapmadığı gibi varlıklı ve zengin olmakta birinin zahid olmasına engel değildir. Dolayısıyla da İslam düşüncesinde ve özellikle de kelam ve tasavvufun bir konusu olarak kalbin ameli olan niyet, bedenin amelinden önce gelir ve daha değerlidir. Bu manada şuursuzluk anlamında gaflet, her hâlükârda korunulması gereken en büyük tehlikelerden biridir. Tercihlerimiz de niyetimiz ve şuurumuz nispetince kıymetlidir.

Bu tercihlerin dayandığı niyet ve gayenin de sahih ve İslam’ın ruhuna uygun olması gerekir. Diğer bir ifadeyle bizlere örnek olarak gönderilen nebevî tercihlere muvafık oldukları takdirde bizim tercihlerimizin gerçek manada bir kıymet-i harbiyesi olabilir. Bundan dolayı meseleye böyle yaklaşıldığında zühdün aslında sünnete uymak anlamında olduğu anlaşılır. Zühdün gerçek manası da budur. Peygamberin sünnetine muvafık olmayan dindarlık, velev ki sonuç itibariyle iyi niyet üzerine bina edilmiş olsa bile şeytanın oyununa gelmek anlamına gelir. İslam İlahiyatı’nın niyet ve sünnete yüklediği değer de bu iki değerin birlikte olmasına matuftur. Birisi yoksa diğerinin olması tek başına bir mana ifade etmez. Niyetin halis olması tek başına yetmediği gibi hal ve hareketimizin zahiren sünnete uygun olması da niyet doğru olmadığı takdirde yine yeterli ve geçerli değildir.

Bu açıdan bakıldığında çok zengin bir zahid ya da çok fakir bir dünya tamahkârı, imkân dâhilindedir. Yani maddi refah ve yokluk, zühdün mutlak ölçüsü değildir. Zira zühd Gazâlî’de olduğu gibi aslında gönül dünyamızda olup biten bir haldir. Cebinde olanın kalbinde olmaması anlamındadır. Cebinde yok ama kalbinde varsa sen zahid değil mütezahidsin. Bu da eğer samimi bir gayretin neticesi değilse kendini ve bazı gafilleri kandırmaktan öte bir anlam taşımaz.

***

Bu girizgâhtan sonra Gazâlî’nin konuyla alakalı görüşlerine geçebiliriz. Daha önceki yazımızda Gazâlî’nin eleştiri yönteminden bahsetmeye çalışmıştık. Son olarak da Bâtınilik eleştirisinin aktüel iz düşümlerinden hareketle bugün müslümanların maruz kaldıkları bazı tehlikelere işaret etmeye gayret etmiştik. Gazâlî’nin eleştirilerinden nasibi olanların başında kaba softa ham yobaz tabiriyle dilimizde ifadesini bulan bu yalancı zahidler anlamındaki mütezahidler/zahidimsiler gelir. Bunları anlamak içinde sadece kâl ilmi yetmez mutlaka hâl ilmini de bilme zarureti vardır. Gazâlî gibi âlimlerin bugün açısından önemi de burada yatmaktadır.

İslam ilim ve düşünce tarihi boyunca âlimlerin üzerinde titizlikle durdukları en önemli konulardan biri, zühd konusudur. Bu konuda hiç bir kültür ve din havzasının sahip olmadığı sayısız bir literatür mirasına sahibiz. Bu konuda henüz gün yüzüne çıkmış, üzerinde ciddi çalışma yapılmış olanlar aysbergin görünen kısmı kadardır. Maalesef pek çok eser de ciddi bir tahkik ameliyesinden geçirilmeden hızlı bir yayınlanma furyasına kurban edilmiştir diyebiliriz. Gerçi bu durum, İslam ilim mirasının her alanı için söylenebilecek genel bir vakıadır.

Hz. Peygamber’in hayatına baktığımızda onun sahip olduğu tüm imkânlara rağmen dünya ve nimetlerine iltifat etmediğini görüyoruz. Gazâlî ve bu konuda eser veren âlimlerin tamamı ilk zahid olarak Peygamber Efendimizin hayat tarzını örnek gösterirler. İlk müslümanların hayat tarzı Peygamber Efendimizin izinde azla yetinmenin ve zahidane yaşamın örnekleriyle doludur. Bunların hadis literatürü çerçevesinde toplanmasıyla “kitâbü’z-zühd”ler tedvin edilmiştir. Zühdiyyât olarak da isimlendirilen bu tür eserlerde Peygamber Efendimiz ve ashabının örnek hayatıyla ilgili rivayetler toplanmıştır. Abdullah b. Mübârek‘in (ö. 181/797) Kitâbü’z-Zühd ve’r-Rekāʾik adlı eseri, bu manada yazılan ilk ve en önemli eserdir.

Gazâlî de bu konuyu ele aldığı tasavvufi eserlerinde, özellikle de zühd konusuna geniş yer verdiği İhyâ’sında bu eserlerden çokça rivayette bulunmuştur. Özellikle bu manadaki ayetlere ve hadislere atıfta bulunarak zühd hayatının zannedildiği gibi başka dinlerden esinlenerek ortaya çıkmış bir konu olmadığını ve özünde İslamî ve nebevî bir hayat felsefesini yansıttığını ortaya koymaya çalışmıştır. Gazâlî’ye göre zühd, ancak dinin sınırları içerisinde ve sünnete uygun olarak yaşandığı takdirde kıymetlidir. Dolayısıyla asıl olan, Allah’ın rızası ve kulluktur. Buna hizmet etmeyen dindarlık, hiç bir şekilde meşru ve makbul değildir.

Dünya hayatının ahiret hayatına nispetle değersiz olduğu, ebedi ahiret yurdu yerine geçici olan dünya hayatını (Taha 20/131; el-A‘la 87/16-17; el-Mü’min 40/39) tercih edenlerin ne tür bir gaflet içerisinde oldukları Kur’an’ı Kerim’de pek çok defa dile getirmiştir. Kur’an’ın öngördüğü örnek İslam hayatının zâhidâne bir hayat tarzı olduğuna diğer âlimler gibi Gazali de işaret etmektedir. Mademki Kur’an’ın da ifadesiyle bu dünya bir imtihan meydanı ve fanidir; öyleyse mümin olan bunun farkında olarak ebedi olanı terk ederek neden geçici olan dünya hayatını tercih etsin?

Şibli’ye sormuşlar, zühd nedir diye. O bu soruya, “Kalplerin eşyadan yüz çevirip eşyanın sahibine yönelmesidir” şeklinde cevap vermiştir. Gazâlî’nin de zühden anladığı yaklaşık bu anlayıştır. Allah’ın hatırı, her şeyin üzerinde tutulduğu takdirde bir şeyi yapmanın ya da terk etmenin bir kıymeti vardır. Aksi takdirde Allah’tan uzaklaştıran hiç bir tercih, makbul değildir.

Özetle malı ve dünyayı terk etmek Gazâlî’nin anlayışına göre yeterli değildir. Maldan vaz geçmek, bir kimseyi zahid yapmaya yetmez. Zira böyle bir terk Gazâlî’ye göre riya için de yapılabilir. İnsanlar kendisine zahid desinler düşüncesi ve şehveti, böyle bir zahirî zahidliği beraberinde getirebilir. Dolayısıyla Gazâlî’ye göre zühdün kendisi, bizatihi gaye edinilecek önemli bir hedef olamaz.

Daha önce de ifade edildiği gibi dindarlıkta geçerli olan miyar, gönül dünyasındaki hal ve niyettir. Diğer bir ifadeyle kişinin Rabbiyle olan ilişkisidir asıl belirleyici olan. Sonuç itibariyle ona göre mesele, bir şeyi terk etmek veya elde etmek değildir. Önemli olan, bu tercihin kim için ve hangi maksatla yapılıyor olduğudur. Eğer dünyalık sahip olduklarımız bizi Allah’a yaklaştırıyorsa güzel, uzaklaştırıyorsa kötüdür. Ölçü ona göre sadece sonuç itibariyle Allah’la olan ilişki durumudur Gazâlî’ye göre bu sevgi ve ilgimiz ya da nefret ve kızgınlığımız sonuç itibariyle bizi Allah’a mı yaklaştırıyor yoksa uzaklaştırıyor mu? Asıl sorulması gereken soru ve dikkat edilmesi gereken hassasiyet budur.

Ruhbanlığın İslam’da olmadığını ilan eden Resûl-i Ekrem’in (SAV) hayatı tam bir zühd örneğidir. Bu manada rivayet edilen en önemli hadis Peygamber Efendimizin kral peygamber ile kul peygamber olmak arasında muhayyer bırakıldığında yaptığı tercihle alakalıdır:

“Ben melik peygamber veya kul peygamber olma hususunda serbest bırakıldım. Cebrâil bana tevazu göstermemi işaret etti. Ben de ‘Kul peygamber olayım, bir gün doyar, bir gün aç kalırım’ dedim.”

Dolayısıyla her ne kadar Hristiyanlıkta olduğu gibi varlık ve zenginlik İslam anlayışına göre lanetlenmemiş ve hatta dürüst zenginlerin ahirette Peygamber ve sıddıklarla beraber haşrolunacağı müjdelenmiş olsa da nebevî örnek, tercihini zühden yana koymuştur. Sahabenin büyükleri de büyük ölçüde Peygamberin zâhidâne hayat tarzını kendilerine rehber edinmişlerdir. Bu mana da zühd üzerine oluşan zengin literatür de açıkça bu duruma işaret etmektedir.

Tasavvuf tarihi hakkında eser kaleme alan müelliflerin çoğuna göre tasavvuf ilminin başlangıcı zühd hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla tasavvuf tarihini dönemlere ayıranların bazıları, daha çok sahabe ve tâbiîni göz önüne alarak ilk döneme zühd dönemi ismini vermeyi uygun görmüşlerdir. Zira İslam’ın Peygamber ve sahabe örnekliğinde ilk yaşantı şekli de bilindiği gibi daha çok zühd tabiriyle ifade edilebilecek bir hayat tarzıdır.

Kimilerine göre tasavvuf’un diğer adı da zühd’dür. Yani onlara göre tasavvuf nedir diye sorulduğunda zühd hayatı diye cevap vermek doğrudur. Bu anlayışa sahip olanlara göre tasavvuf, zühd temelinde manevi bir dindarlık şeklidir. Genel anlamda tasavvuf ehline göre zahid olmadan sufi olunmaz. Burada önümüze çıkan soru bu kavrama yüklenilen anlamın ne olduğudur. İslam âlimleri ve sufilerin bu kavram hakkında kendi tecrübelerine uygun olarak farklı manalar yükledikleri bilinmektedir.

Bu konuda farklı yaklaşımlar olduğu ve zühd kavramının ne anlama geldiği hususunda âlimler arasında bir mutabakatın olmadığı tasavvuf klasiklerinin en önemli eserlerinden biri olan Kuşeyri Risalesi’nin zühd bölümünde de dile getirilmektedir. İmam-ı Kuşeyri, zühd teriminin mahiyetini belirlemede sufilerin ihtilafa düştüğünü açıkça ifade eder. Bu ihtilafın temelinde ilk dönem zahid ve mutasavvıflarının bulundukları mertebeye göre zühd tanımları yer alır. Bazılarına göre zühd sadece haramda olur. Kişi haramlardan uzaklaştıkça daha da zahidleşir. Kimilerine göre ise haram zaten haram olması hasebiyle uzak durulması gereken bir durumdur. Haramı terk etmek, kişiyi zahid kılmaz. Bazılarına göre ise haramda zühd şart, helalde fazilettir. Kimilerine göre ise zühd sadece helallerde olur. Peygamber Efendimizin hayatı da buna en büyük örnektir. Kişi kendine helal olan şeyleri nefsine muhalefet olsun diye terk ederek manevi âlemde yol alır.

Gazâlî, gerek zühd konusunda gerek diğer tasavvuf konularında eskiyle yeni arasında bir köprü vazifesi görmüştür. Geçmişin birikimini zahir ulemasının da anlayacağı bir tarzda yeniden formülize etmiştir. Zühdün hakikatini ve derecelerini fakr teriminden sonra ele alan Gazâlî’ye göre fakr mertebesinin en üstünü, zühd mertebesidir. Zühd, nefsin Allah’ın rızasının dışındaki her şeyden tecerrüd etmesidir. Gazâlî manevi makamlarla alakalı yaklaşımını zühd kavramı içinde devam ettirerek zühd makamının bir bütün olarak ilim, hal ve amelden ibaret bir makam olduğunu söyler.

Gazâlî’ye göre zühd, bir şeye olan rağbeti ondan daha iyisine çevirmektir. Yani sizin yüz çevirdiğiniz şey eğer kıymetli, değer verdiğiniz bir şey değilse, onu terk etmek zühd olmaz. Dolayısıyla zühdün gerçekleşebilmesi için iki şarta ihtiyaç vardır: Yüz çevrilen şeyde iyi yönün bulunması ve rağbet edilen şeyin yüz çevrilenden daha iyi olması. Dolayısıyla zühd hem terki hem muhabbeti barındıran bir kavramdır.

Gazâlî’ye göre zühd en başta kalbin amelidir ve kalple ilgisinin bulunması, onun manevi bir hal olduğuna işaret eder. Ancak bu hal, bilgi temelinde gerçekleşir. Bu bilgi zahidin tercih ederek yaptığının daha iyi ve üstün olduğunu idrak etmesidir. Bu bilgi zühdün netice vermesi için yeterli değildir. Zira ahiretin dünyadan daha hayırlı olduğunu bilip de dünyayı terk etmeye gücü yetmeyenler de vardır. Bu durumda ilim, hale ve akabinde amele dönüşmediği sürece sahibine bir fayda sağlamaz. Bilgi hali, halde ameli getirmelidir. Bu üçü bir arada gerçekleşmediği takdirde, eksik kalır ve makbul olmaz. Hem bilgi gerekli hem bu bilgi üzerine bina edilmiş ve kazanılmış bir hal gereklidir. Bu bilgi ve halin neticesi olarak ortaya çıkmış bir amel zühdün gerçekleşmesi ve meşruiyeti içinde üçüncü şarttır.

Gazâlî’ye göre zühdün üç farklı boyutu vardır: Bunlar terk, sonrasında terk edilenden başka bir şeye karşı oluşan rağbet ve bu rağbeti gerektiren iradedir. Zühd tavrını gösteren zahid, terk ettiği şeyle rağbet ettiği şey arasında bir seçimde bulunan kimsedir. Dolayısıyla rağbet edilerek bir seçimin olmadığı yerde bir terkten ve tercihten bahsedilemez. Bir şey terk edilirken diğer bir şey bilinçli olarak tercih edilecektir. Bu tercih etme isteyerek ve severek olmak durumundadır. Sevgi ve rağbetin olmadığı bir tercih, zühd anlamında geçerli değildir.

İradenin seçme niteliği üzerinde önemle duran Gazâlî’ye göre irade, maksada uygun bulunan şeyin belirlenmesidir. Buna göre iradeye dayanan fiiller bir tercihle gerçekleşir. İradenin meydana gelebilmesi için zorunlu olarak bilgiyi gerektirir. Yani ortada bir irade varsa mutlaka bilgi de vardır. Bu durumda zühd tavrı iradeye dayanan seçimli, bilinçli ve amaçlı bir tavırdır.

Gazâlî tasavvurunda zühd, her şeyden geçip Allah’ı tercih etmektir. Bu Yunus’un dile getirdiği ‘‘Bana seni gerek seni‘‘ dediği makamdır. Bu mana da aslında tüm makamların ve İslam maneviyatının özeti ve zübdesidir. Kullukta Allah’ı her şeye tercih edebilmek, ulaşılabilecek en yüce makamlardan birisidir. Elbette dünya nimetlerini ahirettekileri arzu ederek terk etmek de zühd kavramı içerisindedir. Zira daha değerli olanı, değersiz olana tercih vardır. Ama Allah’ı her şeyin ötesinde tercih etmek ise zühdün en son noktasıdır.

Allah’ı sevmenin gereği de, Gazâlî’ye göre zahidlikten geçer. Allah sevgisi kalbini kaplamış olan kimse, Allah’tan başkasına rağbet edemez. Gazâlî’nin rivayet ettiğine göre sahabenin diğer Müslümanlardan üstünlüğünün bir sebebi ve göstergesi de dünya konusunda daha zahid olmalarıdır.

Gazâlî, zühdün derecelerinden de bahseder. Bu mana da zahidlerde derece derecedir. Mesela günahı veya dünyayı cehennem korkusuyla terk edene nispetle cennet ümidiyle terk eden daha üstündür. Korktuğu için dünyayı terk edenlerin zühdüne korku zühdü, cennet ümidiyle terk edenlerinkine ise ümit zühdü ismini vermektedir. Bunlardan daha üstün olanı ise daha önce zikrettiğimiz Allah’ı her şeye tercih eden Allah âşıklarının zühdüdür. Gazâlî buna, ariflerin ve âşıkların zühdü tabirini kullanmaktadır.

Gazâlî’nin zühd konusu bağlamında ele aldığı diğer bir konu da, zahidlerin sıfat ve özellikleridir. Gerçek zahid, dünyalık sahip olduğu zaman buna sevinmez. Varlık da yokluk da onun için birdir. Diğer bir özelliği de gerçek zahid, kendisinin toplum nezdinde saygıdeğer olup olmamasına aldırmaz ve böyle bir istek ve arzusu da yoktur. Ne yerenin yermesi ne de övenin övmesi onu etkiler.

Sonuç itibariyle zahid olmak, Allah’ı her şeye tercih edebilmektir. Tercihlerimizin diğer bir ifadeyle sadece Allah için olmasıdır. Böyle olmadığı durumlarda elbette cehennem korkusu veya cennet ümidi de işe yarayacak Kur’an ve sünnetin teşvik ettiği çözümler olsa da, İslam Peygamberi örneğinde insan-ı kâmil olmak, hesapsız ve şartsız Allah’ı tercih edebilmekle kaimdir. Kur’an’ın ifadesiyle candan ve canın yongası olan maldan ve evlattan geçebilmektir. En azından zahid olma gayreti içinde kendimizi aldatmadan dünya sürgünümüzü şehadetle taçlandırabileceğimiz bir şuur ve samimiyet duasıyla Allah’a emanet olun.

Gayret bizden tevfik Allah’tan.