Dr. Fahri Solak ile “İstiklâliyetlerinin 30. Yılında Türk Cumhuriyetleri” Üzerine

Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarının 30. yılı hasebiyle Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Fahri Solak ile bir görüşme gerçekleştirdik. Kendisine Orta Asya’nın tarihi, kültürel ve siyasi geçmişinden günümüzdeki durumuna kadar pek çok soru sorduk.

Kıymetli Hocamız ile Orta Asya Türk Cumhuriyetleri hakkında merak edilenleri konuştuğumuz söyleşimizin istifadeli olmasını umuyoruz.

İNSİCAM

Dr. Fahri Solak:

1965 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezunudur. Yüksek lisans ve doktora eğitimini, Marmara Üniversitesi’nde tamamladı. Hali hazırda bu kurumda öğretim üyesidir. Türk dünyasını gezen, projeler gerçekleştiren ve önemli idari görevlerde bulunan Solak, alanında yetkin ve uzman bir isimdir.

Kıymetli Hocam, öncelikle bizlere bu fırsatı verdiğiniz ve sorularımızı cevapladığınız için çok teşekkür ederiz.

Soru: Bağımsız Türk Cumhuriyetlerinin kurulduğu 1991 yılından bu güne Orta Asya’da neler değişti? Köklü değişimlerden söz edebilir miyiz?

Bağımsızlıklarının üzerinden geçen 30 yıl, Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleri için birtakım riskleri de barındırdı. Zira bağımsızlıkla kuruluyorsunuz ve bir devlet sistemi kurmanız gerekiyor. Egemen bir yapı oluşturmanız ve bu bağımsızlığı yerleşik/kalıcı hale getirmeniz lazım. Bağımsız bir devlet olarak yani uluslararası sistemin bağımsız bir aktörü olarak kendinizi kabul ettirmeniz lazım. Dolayısıyla bunun somut yansımaları olarak da Birleşmiş Milletler dâhil birçok kuruluşla iyi olmanız ve onlar arasında bağımsız bir aktör olarak kabul görmeniz lazım. Bu cumhuriyetlerin bu süreci bir şekilde atlattıklarını söyleyebiliriz. Bardağın dolu tarafından baktığımızda Türk Cumhuriyetleri bu geçen 30 yıllık süre içerisinde bağımsız aktörler olarak kendilerini uluslararası camiaya kabul ettirmiş durumdalar. Uluslararası sistemin birçok örgütünde de temsil edilir hale gelmiş durumdalar. Bu açıdan olumlu bir 30 yıl geride bırakıldığı söylenebilir.

İkinci bir önemli husus, yeni bağımsızlığını kazanan ya da yeni oluşturulan devletlerde önemli risk alanlarından bir tanesi, kurucu yönetimin sorunsuz bir şekilde el değiştirmesi meselesidir. Bu cumhuriyetlerin hemen hemen tamamında Sovyetler döneminden devralınan bir yönetim kadrosu yani bir yönetim eliti söz konusuydu. Bu cumhuriyetlerde kurucu devlet başkanının yerine yeni bir devlet başkanının seçilmesi, aşılması gereken önemli bir aşamaydı. Tabii, büyük oranda bunu da hallettiklerini söyleyebiliriz. Özbekistan ve Türkmenistan’da kurucu devlet başkanının vefatı dolayısıyla yeni devlet başkanı seçildi. Bir iç karışıklığa yol açmadan seçildi, bunu tespit edebiliriz. Kazakistan’da kurucu devlet başkanı hayattayken bu geçiş sağlıklı bir şekilde sağlandı. Bu bağlamda Kazakistan iyi bir örneklik teşkil eder. Çünkü Kazakistan’ın kurucu devlet başkanı henüz hayattayken görevini bıraktı. Kırgızistan’da da kurucu devlet başkanı görevi devrederken hayattaydı ancak biraz daha sancılı bir geçiş oldu. Orada biraz daha açık toplum, demokratik bir sistem denemek istediler. Fakat bazı çatışmalar ve iç karışıklıklar oldu. Ancak iç karışıklıklar dediğimiz şey de, bir iç savaşa yol açmadan yahut kalıcı, uzun vadede bir çatışmaya yol açmadan kontrol altına alınabildi. Demek ki birinci mesele egemenliklerini kabul ettirmeleri ve uluslararası sisteme dâhil olabilmeleri meselesiydi ve bunu büyük oranda halletmiş oldular. İkincisi olarak da bu kurucu devlet başkanlarının yerine sürdürülebilir olarak yeni devlet başkanlarının seçilmesini sağladılar. Bu da bardağın dolu tarafı tabii ki.

Soru: Sovyet sonrası bağımsızlık mücadelesi verildiği halde ekonomik ve demokratik bağlamda Türki cumhuriyetler neden kalkınamadı?

Türk Cumhuriyetleri Sovyetlerden sonraki süreçte sosyal ve ekonomik problemlerle mücadele halinde oldular. Sovyetler yıkıldıktan sonra bunlar bağımsız birer devlet olmakla beraber bir kısım Sovyet sisteminden miras olarak devralınan birtakım sosyal gerilim alanlarıyla mücadele etmek zorunda kaldılar. Önemli bir kısmı da ekonomik kalkınma problemini çözememiş olmanın veya ülkelerindeki yer altı ve yer üstü zenginliklerinin adil bir gelir dağılımıyla paylaşılamamış olmasının beraberinde getirdiği birtakım problemlerle halen mücadele etmeye devam ediyorlar. Ana hatlarıyla daha doğrusu makro bir bakışla bunlar söylenebilir. Orta Asya cumhuriyetlerinin yaşadığı bir takım sosyal, siyasal, hatta bölge içi devletlerle olan sorunlarının arkasında Orta Asya devletlerinin sınırlarının doğal olmaması belirleyici bir etkendir.

Soru: Sayın Hocam, bu durumda Orta Asya Türk Devletlerinde bağımsızlık sonrası istikrara yönelik ortak, milli bir kimlik inşa edilemedi mi? Burada da Sovyetler Birliği’nin müdahaleleri mi oldu?

Sovyet İmparatorluğu, Orta Asya’da adeta yeni uluslar inşa etti. Yani her bir millete, her bir etnik yapıya, ya da şöyle söylemek daha doğru olur aynı milletin değişik kollarına, Türkçe’nin farklı lehçelerini konuşan halkların her birine yeni bir tarih, yeni bir dil, yeni bir devlet yani yeni bir ulus inşa ettiler. 19. yüzyılın başında beraber yaşayan bu halklar 20. yüzyılın başına gelindiğinde sanki yüzyıllardır birbirinden farklı milletlermiş gibi formüle edildi. Bunların alfabeleri farklılaştırıldı. Her birine tarihsel bir geçmiş inşa edildi. Her birine bir devlet kurduruldu. Sınırlar doğal olmayınca ve tarihsel bir takım değerlere dayanmayınca Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra bölgede devam eden tansiyon, sorun alanlarından biri de mevcut sınır ihtilafları olarak kaldı. Bunu da halen çözebilmiş değiller. Hatta zaman zaman haber bültenlerine yansıdığını da görebiliyoruz. En son bu sene başlarında Tacikistan ile Kırgızistan arasında bir sınır çatışmasının olduğunu biliyoruz. Yine son üç dört yıldır, özellikle 2016 yılında Özbekistan’da başkanın değişmesiyle beraber Özbekistan ile Kırgızistan arasında sayısı binlerle ifade edilen sınır ihtilafına yönelik yoğun çalışmalar yapıldığını biliyoruz. Umuyoruz ve diliyoruz ki bu sorunlar zaman içerisinde barışçıl bir şekilde çözülsün. Bizim bu dost, kardeş halklarımız hem ekonomik hem siyasi sorunlarını hem de uluslararası camiaya etki eden problemlerini ortadan kaldırarak barış içerisinde ilişkilerini sürdürebilsinler.

Burada şunu ifade etmekte fayda var: Kazak kimliği yüzyıllardır kendini sürdürmüş bir Kazak boyu kimliğidir. Türkçe konuşan halkların Kazak boyu hep vardır. Yüzlerce yıllık geçmişten bildiğimiz Kazak Hanlığı var mesela. Taciklerin de yüzlerce yıl geriye giden bir Tacik kimliği var. Kırgız kimliğinin, eski Çin kaynaklarında 2000 yıl geriye gittiğini yazanlar var. Yani Kırgız kimliğinin de geçmişi var. Özbek kimliği en azından Timurlara kadar 5-6 yüzyıllık bir geçmişe dayandırılabilir. Tarihsel olarak Türkçe konuşan halklar içerisindeki bu kimliklerin varlığını biliyoruz. Fakat bu coğrafyayı Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Özbekistan diye farklı ülkelere bölüp her birini farklı bir alfabe, tarih ve dil ile farklılaştırılması veya bunlar sanki yüzyıllardır farklı devletlermiş gibi lanse edilmesi, tarihsel gerçeklikle örtüşmediğinden birtakım sıkıntıları da beraberinde getiriyor. Bir de Sovyet İmparatorluğu bilinçli olarak o günkü şartlara bakarak birtakım problem alanları inşa etmiş. Yani şöyle söylenebilir, Özbekistan’ın Semerkant şehri nüfusu, ağırlıklı olarak Taciklerden oluşur ama Özbekistan’a bağlıdır. Diğer taraftan Kırgızistan’ın Oş ve Batken vilayetleri vardır ve ağırlıklı olarak Özbek’tir bunlar. Örnekler artırılabilir. Yani sınırlar belirlenirken doğal sınırlar, yani dağlar-dereler olmadığı gibi etnik durumlara da bakılmamış veya zaten bilerek karıştırılmış ki Moskova’dan bağımsız hareket edebilme şansları olmasın. Ya da bölgede bir ihtilaf olduğunda Moskova’nın hakemliğine, ara buluculuğuna, yatıştırıcılığına muhtaç olsunlar. İmparatorluklar bu tür enstrümanları tarih boyunca kullanmışlardır. Sovyetlerin de bunları bu şekilde kullandığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla başta söylediğim Özbekistan ile Kırgızistan arasındaki yedi binden fazla sınır ihtilafının olması işi tesadüfi değildir. Bu sınır geçişkenliği, problemli olarak bırakılmıştır. Bağımsızlıktan sonra bugüne değin de çözülmesi kolay değildir. İnsanların yerleştikleri köyler var, kullandıkları sular var, ektikleri tarlalar var… Bazen bu heyetler arası görüşmelerle çözülemiyor ve dolayısıyla ufak tefek çatışmalar yaşanıyor. Dışardan bakıldığında “aa bak etnik unsurlar çatışıyor” deniliyor ama esasen öyle değil. Ekmek davası var burada, ihtilaflı bırakılmış noktalar var. Yani kimse kimsenin etnik kimliğiyle uğraşmıyor. Orada bir su kaynağı var ve bölgede su yetersizliği olduğundan o suyu kimin kullanacağı kavgası bu. Dolayısıyla bu bölgenin etnik ve kültürel açıdan zannedildiğinden daha zengin olduğu söylenebilir.

Soru: Kültürel ve etnik çeşitlilik bağlamında yahut mezhebi farklılıklar dolayısıyla bölgede bir sorun olduğunu söylemek ne kadar doğrudur?

Bölgede mezhebi bağlamda bir homojenlik olduğu söylenebilir. Yani Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin tamamı Sünni’dir. Türkiye’de bu zaman zaman bir yanılsamaya sebep oluyor. Çünkü Tacikler Farsça’nın bir lehçesini konuştukları için Taciklerin Şii olduğu düşünülüyor. Ancak Tacikler belirgin bir şekilde Sünni’dirler. Konuştukları dil Farsça’nın bir versiyonu olmakla beraber, Tacikler, Orta Asya kültür havzasının doğal bir parçasıdır. Türkiye’de zaman zaman yapılan bazı değerlendirmelerde sanki Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nden biri olarak sayılmama eğilimi görülmektedir. Bazı yazarlarda ciddi şekilde bu eğilim olsa da ben bu duruma katılmıyorum. Orta Asya kültürü neyse Tacikistan da bu kültürün parçasıdır. Orta Asya’da yüze yakın etnik unsur birlikte yaşamaktadır. Sadece Kırgızistan’da 60’a yakın etnik unsurun birlikte yaşadığı söylenmektedir. Bu sayıyı Kazakistan’da 90’a çıkaranlar vardır. Fakat din farklılığını bir kenara koyarsak ki buralarda Slav milletleri de yaşıyor, Almanlar yaşıyor, dolayısıyla bunu bir kenara koyarsak, Orta Asya halklarının tamamına yakınının Sünni Müslüman olduğunu, mezhep ayrışması-çatışması veya ihtilafı olmadığını söyleyebiliriz. Bu halkların aynı zamanda çoğunluğu Hanefi’dir de. Çünkü Orta Asya’nın İslamlaşma sürecinde Hoca Ahmed Yesevi felsefesi çok belirleyicidir. Yine Türklerin coğrafyasında oldukça etkili olan Nakşibendi tarikatının merkezi, Buhara’dadır. Nakşibendi Hazretlerinin mezarı da Buhara’dadır ve bu iki ismin etkisi, Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar bir din felsefesinin yerleşmesinde büyük oranda belirleyici olmuştur. Onun için bir mezhep çatışmasından söz etmek zordur. Ancak kültürel çeşitlilik hem bu bölgenin zenginliğini oluşturmaktadır hem de bazı tansiyon noktalarını beraberinde getirmektedir. Zaman zaman dâhili dinamikler ya da bölge dışı dinamiklerin bu kültürel çeşitliliği kaşıdıklarını ve tansiyonu tırmandırdıklarını görebiliyoruz. Bunun bir kısmı kültürel ve etnik farklılıktan kaynaklanıyor gibi gözükse de çoğunun temelinde ekonomik problemler söz konusudur. Kırgızistan’ın Fergana bölgesinde Özbekler ve Kırgızlar çatıştığı zaman, farklı iki unsur çatışıyor gibi görünse de temelde ya su kaynakları ya da bölgedeki verimli toprakların kullanımına dönük paylaşım ya da işsizlik oranının getirmiş olduğu ticaret ihtilafları olduğu görülmektedir. Yoksa insanların tarihsel yani yüzlerce yıl öncesinden getirdikleri bir etnik kin ya da anlaşmazlık söz konusu değildir. Daha günlük hayatın üretimine dönük sorunlar ve bölge dışı aktörlerinin bu durumları tahrik eden tavırları söz konusu olunca burada bir etnik çatışmaya dönüştürülme amacı ortaya çıkmaktadır.

Soru: Sovyetler döneminde ekonomik bağlamda nispeten daha rahat olan Orta Asya devletleri, neden bağımsızlık sonrasında istikrarsızlaştı?

İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyet yönetiminin, başta Kazakistan bozkırları olmak üzere Orta Asya’ya bir nüfus transfer ettiği bilinmektedir. Bunun için Kazakistan’da en çok Rus nüfus bulunmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlar Rusya’ya yönelince, Rusya’dan birtakım kritik sanayi bölgelerinin işçileri Kazakistan’a gönderildi. Bunların bir kısmı Kazakistan’da kalmıştır. Yine Kazakistan, Kırgızistan ve diğer cumhuriyetlerde, Bolşevik Devrimi’yle hızlanmış olmakla beraber, Çarlık Rusya’sından itibaren bir nüfus iskânı politikası uygulanmaktadır. 1860’lardan itibaren Çarlık Rusya’sı, Orta Asya’daki toprakları işletmek üzere Rus köylüsünü bölgeye göndermiştir. Özellikle Sovyet rejimi bu milletler arasında bir tür iş bölümü yaparak Özbekistan’ı Sovyetler Birliği’nin pamuk deposuna dönüştürmüştür. Özbek toplumunu pamuk üreten bir topluma dönüştürmüştür. Bu hem Rus köylüsünün Orta Asya’da çoğalmasına yol açmıştır hem de bu verimli toprakların yerel halkın elinden alınmasına yol açmıştır. Gelen Rus köylüsü bölgedeki toprakları Sovyet devletinin baskısıyla işlemeye başlamıştır. Böylece örneğin Kırgızlar tarımdan uzak tutulmuştur. Topraklar zaten az miktarda olduğundan ve bu da Rus köylüsüne verildiğinden Kırgızlara hayvancılık yapmak kalmıştır. Onlar da yüksek rakımlı yaylalarda hayvancılık yaparak Sovyetler Birliği’nin et ihtiyacını karşılamaya yöneltilmiştir. Bölgedeki büyük nehirlerin yatakları dahi değiştirilmiştir. Bu kaynakların kullanımı beraberinde çevre sorunları getirmiş ve Aral Denizi kurumaya yüz tutmuştur. Nehir yataklarının değiştirilmesi ve pamuk üretimi dolayısıyla değiştirilen bu nehirlerin yatakları Aral Denizi’ne ulaşamayınca Aral Denizi kurumaya başlamıştır. Burada hastalıklar ve kirlilik söz konusu olmuştur. Şu anda da Aral Denizi için uluslararası bir komisyon kurulmuştur. Yani diyeceğimiz o ki birbirini tetikleyen bir dizi problem meydana gelmiştir. Bunların bir kısmıyla halen bizim bu kardeş cumhuriyetler uğraşmaktadır. 30 yıl içerisinde bardağın dolu kısmında birçok olumlu gelişme yaşanırken diğer taraftan halen çözmekle yüz yüze oldukları problemler vardır.

Soru: Orta Asya halklarının beklediği gibi bir bağımsız devlet modeli ortaya çıkabildi mi peki?

1991 yılı esasında Orta Asya açısından bakıldığında savaşmadan, yani herhangi bir sıcak çatışma yaşanmadan bağımsızlığın elde edildiği bir bağımsızlık örneğidir. Halkların hiçbiri merkezle savaşarak ya da sömürgeci bir güçle savaşarak bağımsızlığını elde etmiş değildir. O günkü siyasi şartlar, uluslararası ilişkiler ve Sovyet rejiminin tutumu dolayısıyla Orta Asya’daki bütün cumhuriyetler bağımsızlıklarını bir nevi barış yoluyla elde etmiştir. Bağımsızlık kendilerine bahşedilmiştir, aslında. Dolayısıyla bir çatışma ve bağımsızlık talebi yaşanmadı. Ancak Kazakistan’da birkaç gösteri olduğu bilinmektedir. O da 1986 yılında “Aralık Olayları” olarak bilinir. Bağımsızlık ise 1991’de kazanılacaktır. Sovyetlerin çözülmesiyle beraber 15 cumhuriyet uluslararası sisteme yeni devletler olarak katılmıştır. Bu açıdan bağımsızlık hevesi coşkuyla karşılanmıştır. 1991 yılından sonra 1998’e kadar Orta Asya’da yaşanan temel açmaz ekmek mi özgürlük mü açmazıdır. Yani bağımsızlığımızı elde ettik özgürüz, güzel bunun tadının çıkaralım fakat sistem birden bire çözüldüğü için artan enflasyon ve işsizlik ve bunun beraberinde getirdiği kırsaldan kentlere büyük iç göç ve iç göçün beraberinde getirdiği sosyal sorunlar; konut yetersizliği, şehirlerin etrafında yaşanan gecekondulaşma ve içerdeki nüfus hareketleri gibi sorunlar baş göstermiştir. Bunlar da yeterli olmayınca dış göç başlamıştır. Bir milyona yakın Kırgız vatandaşının başta Rusya olmak üzere çeşitli ülkelerde çalıştığı bilinmektedir. Bu veri Özbekistan için beş milyona yakındır.

Soru: Türkiye-Orta Asya Cumhuriyetleri ilişkilerinden söz açılmışken, geçmişte bu coğrafya ile ne gibi temaslar oldu?

Anadolu Türkleri ile Türkistan Türklerinin -ki bu bölgenin tarihî kadim adı Türkistan’dır- ilişkileri, yüzyıllarca geriye götürülebilir. Hep retorik olarak tekrarlanan “biz oradan göçmüşüz, ata topraklarımız” söyleminde olduğu gibidir yani.  Bunun da ötesinde Türkistan’da bulunan siyasi yönetimlerle Osmanlı Devleti arasındaki ilişkilerin varlığını biliyoruz. Özellikle Buhara Hanlığı ile Osmanlı Devleti arasında yakın bir ilişki mevcuttu. Hatta bölgedeki hanlıklar arasında çıkan ihtilaflarda hanlıklardan İstanbul’a gelinmektedir. Zira İstanbul hilafet merkezidir ve bu ihtilaflarda Osmanlı’nın arabuluculuk yapması talep edilmiştir. Yazışmalardan ve arşiv belgelerinden de anlıyoruz ki Osmanlı, bu bölgede daha çok Buhara Hanlığı’nı muhatap almaktadır. Çünkü en büyüğü budur. Diğer hanlıklarla ise Buhara Hanlığı üzerinden yatıştırıcı bir rol üstlenilmiştir. Fakat tarih boyunca şöyle bir hususu da tespit etmek durumundayız: Osmanlı Devleti ile Türkistan hanlıkları arasındaki ilişkiler biraz bağımlı değişken gibi yürümektedir. Mesela Osmanlı-İran ilişkilerinin düzeyi, Osmanlı-Türkistan hanlıkları arasındaki ilişkileri etkilemektedir. Yani Osmanlı-İran arasındaki ilişkiler iyiyse, Türkistan hanlıkları ile ilişkiler çok da ön plana çıkarılmamaktadır. Eğer Osmanlı-İran ilişkilerinde bir kriz söz konusuysa hemen Türkistan hanlıkları hatırlanmaktadır. Doğrudan, sürdürülebilir ve sağlıklı bir ilişki kurmak yerine belki de o günkü ulaşım, haberleşme ve diğer siyasi imkânlar da dikkate alınarak bir bağımlı ilişki kurulduğunu söyleyebiliriz. Fakat hemen her durumda bir kültürel-dini ilişki vardır. Buhara medreselerine kitap ve öğrenci göndermek gibi… Eğitim için Türkistan’a ulemanın gitmesi ve oradan gelmeleri gibi aktiviteler hep vardır. Dini-kültürel ilişkiler canlı bir şekilde varlığını sürdürmüştür. Öyle ki Buharalı bir âlimin bir kitabı çıktığında “vay efendim bizim bu kitaptan İstanbul’da ancak 4 ay sonra haberimiz oldu, bu böyle olmaz” diye serzenişler dahi yaşanmıştır. O derece sıkı sıkıya ve aktif bir kültürel etkileşim söz konusudur. Ancak siyasi ilişkiler bölgedeki diğer aktörlere bağımlıdır. Birbirlerini etkilemektedir. 1991 sonrasına baktığımızda durum nasıldır? Doğrusu sanki tarihsel süreç devam ediyor gibi bir algı bırakmaktadır bende. Yine Türkiye-bağımsız Orta Asya devletleri ile ilişkiler, bölgesel güçlere ve başka devletlerin ilişkilerine bağlıdır. Türkiye-Rusya ilişkileri, Türkiye- Orta Asya cumhuriyetleri ilişkilerini doğrudan ya da dolayı olarak etkilemektedir.

1991 sonrası Sovyetler Birliği dağıldığında hep bilinen ve söylenen bir şey vardı: Türkiye Sovyetlerin dağılmasına hazırlıksız yakalandı diye. Yani Sovyetlerin dağılacağı öngörülmüyordu, pat diyen dağıldı ve Türkiye bu duruma hazırlıksız yakalandı diye. Tabii, olabilir. Gerçi 1985 yılında birtakım Amerikan raporları yayımlanmıştı Sovyetler dağılacak diye ama…

Soru: Yakın geçmişte “Adriyatik’ten Çin Seddine” söylemlerimiz vardı sanki?

Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in bir sözüdür ancak bir Macar Türkolog’un sözünden bir alıntıdır bu söylem. Bu Macar Türkolog, Adriyatik Denizi’nden Çin Seddi’ne kadar Türkçe’nin lehçelerini konuşarak gezebilirsiniz, diyor. Demirel de bunu siyasi bir söyleme dönüştürüyor o dönemde. Ama aynı Demirel, 90’lı yılların başlarında bu “Adriyatik’ten Çin Seddine” ufkunu koyan bir cumhurbaşkanı ama bir yönüyle de “biz batının değerlerini Orta Asya’ya taşıyacağız” diyen bir cumhurbaşkanı. Yani az evvel konuştuğumuz yine o bağımlı değişken, yine Türkiye’nin kendi değerleriyle kendi tarihsel birikimiyle değil de bir başkasının değerlerini taşıma rolü söz konusuydu. En üst düzeyde bir devlet başkanının ağzından bile durum buydu. Tarih tekerrürden ibaret aslında, Osmanlı-Türkistan hanlıkları ilişkileri nasıl yürüyorsa, Türkiye-Orta Asya ülkelerinin de ilişkilerinin benzer formatta yürüdüğünü söyleyebiliriz. Bu iyi bir şey mi? İyi bir şey değil ama bir gerçek. Bunda birçok faktör etkili olabilir. Birincisi coğrafi uzaklık, ikincisi doğrudan sınır olmaması. Bugün uçakla bile en aşağı 4-5 saatte gidiyorsunuz. Sınır da yok bu ülkelere. İran, Gürcistan ve Ermenistan üzerinden kara ulaşımı var. Üçüncü faktör ise bölge devletlerinin denize kıyısının olmaması sorunudur ki bu ulaşım ve ticareti zorlaştırıyor. Gözden uzak olan gönülden de uzak olur hesabı, temas olmayınca ilişkiler sorunlu oluyor. Aradaki ülkeler örneğin ticaret tırlarını gönderdiğimizde işleri ağırdan alıyor ve yavaşlatıyorsa, bir haftada gidecek ürünler üç haftada gidiyor. Devletlerin yaklaşımları bunu belirliyor. Bir diğer mesele ise Türkiye’nin toplam dış ticaret hacmi içerisinde Türk Cumhuriyetleri, hiçbir zaman %3’ü geçmedi. Dolayısıyla belki siyaset yapıcılar, yüksek bürokrasi ve iş dünyası, Türkiye’nin toplam dış ticaretindeki oranlara bakarak örneğin AB’nin %40, OECD ülkelerinin %45 ve ABD’nin de bir o kadar yüksek oranlarını görünce bunu Orta Asya ile kıyaslayarak karar alıyordur. Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nin tamamını toplayınca %2,5-3 gibi bir veri çıkınca bu ihmal edilebilir bir algı yaratıyor. Dolayısıyla ihracatı yapsak evet iyi olur ama yapmasak da kıyamet kopmaz diye düşünülüyordur. Ancak meselenin sadece ticaret hacmiyle sınırlı olmadığını ve başka önceliklerin olması gerektiğini, bu coğrafya ile Türkiye’nin ilişkilerinin yalnızca ekonomik saiklerle sınırlı olmaması gerektiğini anlamamız lazım. Siyaset yapıcılarımızın ve akademik, bürokratik çevrelerin bu durumu hissetmeleri gerekir. Bu da zaman gerektiriyor. ABD’nin yaklaşık bir ay evvel kadar Afganistan’dan çekilmesi söz konusu idi. Aynı günlerde eş zamanlı olarak Türk savunma bakanı bölgeyi gezdi. Yani gelişmeleri devlet yakından takip etti. Dış işleri bakanları temasları da oldu. Gönül isterdi ki bir dış değişken olmadan doğrudan o bölgede bir temas söz konusu olsun.  

Soru: Orta Asya’da Rusya ve Çin’in varlığı gözle görülür şekilde yoğun. Türkiye bu coğrafyada ne kadar varlık gösterebiliyor? Bölgeyi neler bekliyor?

Türkistan bölgesi tarih boyunca Asya’nın kalbidir. Tarihsel bir merkezdir ve Türk yurdudur. Birtakım strateji kitaplarında bu bölgeye hâkim olamayanlar, küresel güç olamaz analizleri mevcuttur. Burayı kontrol eden dünyaya hâkim olur, analizleri mevcuttur. Bizim topraklarımız diye köpürtüyor değiliz, bu tarihsel bir vakadır. Gerçekten de Moğolların gözü bu bölgede olmuştur ve Çinlilerin de gözü hep burada olmuştur. Çin Seddi dahi tarihsel bağlamda bu bölgedeki akınlara karşı bir tavırdır. Batılı güçler de bu bölgede sürekli kontrol sağlamak istemişlerdir. Yakın döneme geldiğimizde Çarlık Rusyası ve İngiltere’nin gözü aynı anda bu bölgede olmuştur. Çarlık Rusya’ya Orta Asya bölgesi bırakılmış, İngiltere’ye Hindistan bırakılmıştır ve Afganistan da tampon devlet olarak kalmıştır. Afganistan’ı sürekli kimin işgal edeceği kavgası da Türkistan bölgesi ile alt kıta arasındaki tampon olması dolayısıyladır. Hiçbiri de ele geçirememiştir. Afganların kahramanlığı ve coğrafyanın katkısı elbette önemlidir fakat tarihin hangi döneminde bir büyük güç Afganistan’ı işgal etmek istediyse, bir diğer büyük güç işgale engel olmak için direnişçilere yardım etmiştir. Dolayısıyla işgal edilemeyen topraklara dönüşmüştür. İngilizler işgal etmek isteyince Çarlık Rusya direnenlere yardım etmiştir, Çarlık Rusya işgale yeltenince İngilizler; şimdi Amerika işgal etmek isteyince bir Rusya ve Çin müdahalesi olmuştur. Bu bölgenin tek bir küresel gücün elinde olması istenmiyor. Dolayısıyla diğer rakip büyük güçler oradaki direnişçilere yardım ediyor ve toprakların ele geçirilmesini önlüyor. Dolayısıyla Türkistan bölgesi günümüzde sadece petrol, pamuk ve gaz var diye değil tarihsel olarak çok önemli bir alandır. İpek Yolu’nun ana güzergâhı burasıdır. Dolayısıyla Orta Çağ’da stratejik yol olan bu güzergâh, yine günümüzde de önemlidir. Türk bürokrasisine buradaki Semerkant, Buhara şehirleri hatırlatıldığında “gidip gezmek lazım” söylemleri duyuyoruz ancak aklımıza buradaki tarihsel zenginlik ve coğrafyanın ehemmiyeti gelmiyor. Aklımıza başka şeyler de gelmeli buralardan bahsedilince. Yani Semerkant’ı gezelim meselesi bu kadar basit değildir. Demek ki Türkistan havzası ve Maveraünnehir, tarihsel bağlamda kültürel ve ticari etkinlikler sebebiyle çok önemlidir. Modern döneme geldiğimizde de önemini kaybetmemiştir. Günümüzde de Orta Asya bölgesi, bütün sorun alanlarının yakınındadır. Afganistan çatışma alanıdır ve Orta Asya ile sınırdır, Çin’in dünya sisteminde lider olma hedefi dolayısıyla önemine binaen sadece Kırgızistan’ın Çin ile 900 km sınırı vardır. Kazakistan’ın da 2 km kadar sınırı vardır. Çin dediğimiz devlet, Orta Asya’nın içindedir. İçindedir diyorum, çünkü Çin sınırları içindeki Doğu Türkistan Orta Asya’nın bir parçasıdır zaten. Neden Doğu Türkistan deniliyor buraya? Çünkü bunun bir de batısı var. Batı Türkistan da işte bugünkü Orta Asya’dır. Kavramlar üzerinde çok durmadığımız için birçok meseleyi kaçırıyoruz. Afgan Türkistan’ı da vardır ve biz Afganistan denilince dünyanın başka tarafı sanıyoruz. Ama Taşkent ile Kabil arası 750 km’dir. İstanbul-Trabzon arasından bile daha yakın belki de.  Coğrafyalar işte böyle birbirine entegredir. Afganistan’ın kuzey bölgesi, olduğu gibi Türk bölgesidir. Özbekler ve Kırgızlar yaşar orada. Nasıl ki bizim Suriye sınırımız yapay bir sınırsa ve Halep ile Antep’i birbirinden ayıran doğal bir engel yoksa Kabil ile Orta Asya’yı da birbirinden ayıran doğal bir sınır yoktur. Ama zihnimiz sınırlarla formatlandığı için “Abi Orta Asya nere Afganistan nere” diyoruz. Öyle değil işte. Coğrafyayı birlikte düşünmek lazım. Afganistan’ın kuzey bölgelerine bugün de Afgan Türkistan’ı denir. Bir yaşlı amca Kabil’den Türkistan’a gideceği zaman ben Türkistan tarafına gidiyorum üç dört güne gelirim dermiş, halen bugün de. İran Türkistan’ı da vardır. Dolayısıyla bugün de önemlidir bu bölge. Bu yeni çatışma alanları ve yeni küresel sistem, Orta Asya cumhuriyetlerinin önemini artıracaktır. Çin’in yeni ipek yolu diye bilinen “Bir Kuşak Bir Yol” projesinin olduğu güzergâhlar olduğu gibi Orta Asya’yı ilgilendiriyor. Dolayısıyla Çin’in bölgeye ilgisi yüksektir. Çin’in bölgeye ilgisi arttıkça, Çin ile rekabet içerisinde olan devletlerin bölgeye ilgisinin artması çok doğaldır. Bu çerçevede Türkiye Cumhuriyeti’nin de bölgede kalması ve ilişkilerinin daha sürdürülebilir hale getirmesi beklenir.

Soru: Türkiye’ye olan göçü nasıl değerlendiriyorsunuz bu durumda? Bavul ticareti yerini e-ticarete bırakmış gibi ama yine de bir hareketlilik var sanki?

Ticari olarak Türkiye önemli bir partner. 90’lı yıllarda Türkiye’ye yönelik ciddi bir bavul ticareti vardı, şimdi de var aynı durum, başka şekillerde varlığını sürdürüyor. Eskiden gelip bavulunu doldurup götürüyorlardı şimdi az da olsa örneklerini görüyoruz.  e-ticaret daha yaygın olduğu gibi eski usul de var. Halen alışveriş için İstanbul’a gelen insanlar var. Türkiye’de alışveriş sevilir. Antalya’da bir hafta tatil ödüllü yarışmalar vardır mesela. Türkiye önemlidir bu açıdan, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri için. Türkiye’de turizmin ve ticaretin gelişmiş olması, üretimin başta tekstil olmak üzere gelişmiş olması, Türkiye ile bu ülkeler arasındaki ilişkileri tamamlayıcı niteliktedir. Türk Cumhuriyetleri ile Türkiye arasındaki ikame ürün niteliğindeki ilişkiden ötürü ikili ilişkiler tamamlayıcı konumdadır. Orta Asya Cumhuriyetleri’nde başta petrol ve gaz olmak üzere pamuk ve buğday gibi işlenebilir ürünler de dâhil hammadde vardır. Ticaret noktasında Orta Asya’da büyük potansiyel vardır. Türkiye’de ise o bölgeye göre daha gelişmiş bir sanayi vardır. Orta Asya’nın ihtiyacı, üretilip oraya gönderilmektedir. İthalatın önemli bir kısmı da Türkiye’den sağlanmaktadır. Fiyat avantajı da söz konusudur. Avrupa menşeili ürünler daha pahalı iken Türkiye’nin ürünleri daha caziptir. Çin ürünleri de bölgede hâkimdir ancak “kalitesiz ve ucuz” algısından dolayı Türk mallarına yönelirler. Sadece kardeşlik ve dindaşlık ticarette pek belirgin değildir. İnsanlar ucuz ve kaliteli olan ürünlere tabii olarak yönelirler. 90’lı yıllarda bavul ticareti ile başlayan süreç günümüzde e-ticaret olarak devam ediyor. Türkiye-Orta Asya ülkeleri arasındaki ticareti etkileyen en önemli olumsuz faktör, lojistik sorunudur. Orta Asya Cumhuriyetleri bildiğiniz gibi denize kıyısı olmayan ülkelerdir. Denize kendi kıyısı olmayan ve hatta komşularının hiçbirinin de kıyısı olmayan dünyadaki iki devletten biri Özbekistan’dır. Bu durum Maliyetleri artırıyor. Türkiye ile Orta Asya Cumhuriyetleri arasında bir tren yolu projesi son yıllarda bu lojistik ihtiyaca binaen sık sık dile getirilmektedir. İstanbul’dan kalkan bir yük treninin tüm başkentlere uğrayarak Bişkek’e kadar gidebilmesi, ticareti de kolaylaştıracak bir husustur. Bu durumu bilen rakip ülkeler projeyi geciktirmeye, bizler ise hızlandırmaya çalışıyoruz.

Burada belki de diasporadan söze başlamak lazım. Diaspora yani yurt dışında çalışan insan nüfusu, bir ülkede üretilecek dış politika için önemli, belirleyici bir unsurdur. Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nden insanlar ülkenize geliyorsa ve siz onlara iş veremiyorsanız, bu insanlar Rusya’yı tercih ederler. Bu da ikili ilişkileri belirler. Örneğin Rusya-Özbekistan ilişkilerini belirleyen unsur, Özbek işçilerin Rusya’daki nüfus ve nüfuzudur. Nasıl ki 3,5 milyon Türk çalışan Türk-Alman ilişkilerini belirleyen unsurlardan biri olabilir ve Almanya siyasi bir kararda Türk işçilerini yok sayamaz, burada da durum budur. Birbirlerine kızacakları zaman da birbirleriyle iyi geçinecekleri zaman da bu 3,5 milyon Türkü hesaba katıyorlar. Aynı şekilde mesela Özbekistan da bu bölgede bir politika belirlerken Rusya’daki diasporasını göz önüne alacaktır. Diyelim Rusya’da 4 milyon Özbek çalışıyor ama Türkiye’de 300 bin Özbek çalışıyor. Bire bir dış politikayı etkilemiyordur ama dikkat edilmesine yol açıyordur. Ekonomik hacmi artırırsak ilişkileri güçlendiririz evet, ancak daha dikkate değer bir bölge haline getirmeliyiz bu coğrafyayı.

Bunun örnekleri de var. Türkiye’nin öncülüğüyle kurulan ve Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile Türkiye’nin entegrasyonu sağlamaya yönelik beş tane kurum var. Bunlar Türk Konseyi, TÜRKPA (Türk Dili Konuşan Parlamenter Asamblesi), TÜRKSOY, Türk Kültür ve Miras Vakfı ve Türk Akademisi’dir. Bu beş kurum, resmi olarak doğrudan Türk Cumhuriyetleri arasındaki ilişkileri geliştirmeyi amaçlayan kurumlardır. Bu beş kurumun hiçbirinin başında Türk diplomatı yok. Muhtemelen bu kurumların kuruluşuna öncülük ettiğinden dolayı ayakta durması için mali yükü de Türkiye karşılıyordur. Ama hiçbirinde Türk akademisinden ve diplomasisinden insan yok. Bu Türk diplomasisinin ilgisizliği midir yoksa başka şeyler mi vardır bilmiyoruz. Bir açıklaması vardır mutlaka. Yahut mesele diğer ülkelerin ilgili ve başarılı olması mıdır bilmiyoruz. Biz ve onlar ayrımı yok burada, biz de yönetsek onlar da yönetse fark etmez. Aramızda kardeşlik var neticede. Ancak burada bir kurumsal ihmal mi vardır, sorgulanmalıdır. Dediğimiz gibi ticaret hacmi artırılabilir. Bunda muhatap cumhuriyetlerin de ilgili ve iradeli olması gerekir. Orta Asya cumhuriyetlerinin yönetimlerinin de Türkiye ile ticareti ve ilişkileri geliştirmede ortaya bir irade koyması gerekir. Tek taraflı, yani platonik aşk ile olmaz. Türkiye bu devletlerin uluslararası sisteme dâhil olmasında ciddi rol üstlenmiştir. Birçok uluslararası kuruluşa üyeliklerinde Türkiye’nin aktif rolü olmuştur. Bu anlamda Türkiye üzerine düşeni fazlasıyla yapmıştır. Bardağın boş tarafında ise kat edilmesi gereken çok fazla yol vardır. Türkiye-Orta Asya cumhuriyetleri ilişkileri bağımlı değişken olmaktan çıkarılmalıdır. Doğrudan, devletten devlete ilişki kurulmalı ve sürdürülebilir hale getirilmelidir. Konjonktüre göre ve ihtiyaçlara göre değil, bu bağımsız devletlerle ilişkilerde ölçek ve nüfus farkına bakmadan bağımsız devletler olarak karşılıklı saygı çerçevesinde ilişkilerin sürdürülebilir bir zemine oturtulması lazımdır.

Soru: Türkiye’nin Orta Asya politikasına baktığımızda bugün gelinen nokta nedir? İyi bir noktada olduğumuzu söyleyebilir miyiz?

Türkiye-Türk Cumhuriyetleri ilişkilerini değişik dönemlere ayırarak incelemek mümkündür. Birincisi 90’lı yılların ilk dönemi var ki bu dönem her iki tarafta da 150 yıldır akrabasından ayrı kalmış ailelerin kavuşması heyecanı vardır. Esir Türk yurtları ve Türkistan havzasındaki olaylara ilişkin anti-Sovyet yayınların etkisiyle oluşturulan söylemlerden kaynaklı bir duygusallık vardır. 1991 sonrasında zincirler kırılmıştır ve kavuşabilir hale gelinmiştir. Biraz duygusal bir dönem bu, çünkü kaybettiği dostunu, kardeşini bulup kavuşma heyecanıyla doludur. Bunun hemen arkasından ikinci dönem, bir hayal kırıklığı dönemidir. Hayal kırıklığı da şundan kaynaklanıyor: Orta Asya’daki Türk kardeşlerimiz şunu düşünüyorlar, bizim Türkiye ile olan ilişkilerimize izin verselerdi bizim tüm sorunlarımız çözülecekti. Dünyevi ve uhrevi ne varsa, Türkiye sorunlarımızı çözer beklentisi vardı. Tabii realiteden uzak bir beklentiydi bu. Türkiye’den bölgeye gidenler ise şöyle düşündüler: Herhalde onlarca yıllık hasretten dolayı bunlar bizi özlemişlerdir, bizi bağırlarına basarlar. Türk Birliği ve Turan Ülküsü falan… Ama bizimkiler bakıyorlar öyle bir şey yok, adamlar ekmek derdinde. Buradan giden çevrelerin de beklentisi hayal kırıklığına yol açıyor. Hep bilinen bir şey vardır, “yahu bunlar kendilerine Özbek diyorlar, Türk demiyorlar” diye. Adamlar Özbek zaten kendilerine niye Türk desin? Türkçe konuşan bir halk ama niye kendi kimliğini durduk yere bıraksın. Yani neden kendilerine Kazak diyorlar? Yüzlerce yıllık Kazak onlar zaten. Böyle kavramların farklı algılanması ve kavramlara farklı manalar yüklenmesi bir beklenti farklılığı üretti. Buradaki Türkçülük kavramlarıyla oraya gidilince bir hayal kırıklığı yaşandı. Milyonlarca insanı işsiz ve ekonomik sıkıntıda olan bölge ülkeleri, Türkiye’nin öyle zannettikleri gibi problemlerini çözemediğini görünce hayal kırıklığına uğradı. 90’lar, Türkiye’nin kendi dertleriyle uğraştığı bir dönemdi zaten.

2000’li yıllarla birlikte üçüncü dönem başladı. Türkiye kendini toparlamaya başladı ve ilişkiler daha rasyonel zemine oturtulmaya çalışıldı. İkili ilişkiler ve bölgeye karşı daha makul bir politika söylemi üretildi ve yardımlaşma başladı. Türkiye’nin bu süreçte bölgedeki sorun alanlarına odaklanıp buralardaki problemleri tespit ederek birtakım kurumlar kurduğunu ve projeler geliştirdiğini görüyoruz. Bu anlamda önce öğrenci projesi olarak başlayıp şimdilerde Türkiye Bursları şeklinde devam edilen, Türk Cumhuriyetlerinden öğrenci okutma işi, önemli ve büyük bir iştir. Buna katkıda bulunan herkese teşekkür etmek gerekir. Binlerce öğrenci gelip Türkçe öğrenerek Türkiye’de okudu. Ha, istendiği gibi oldu mu olmadı mı kritik edilebilir. Ancak projenin varlığı ve anlamı açısından önemli bir iş yapıldı. Bunun dışında söylediğimiz kurumlar ve TİKA, Yurt Dışı Türkler Başkanlığı,  Yunus Emre Enstitüsü, Türk Dünyası Belediyeler Birliği gibi doğrudan bölgeye dönük ve her biri kendi alanında ilişkileri geliştirmeyi amaçlayan kurumsal yapılar oluşturuldu. Yaparak öğreniyorlar bu kurumlar, hazır bir tecrübeyi devralmış değiller neticede. Bu iç kurumlar dışında uluslararası birtakım kurumlar da hayata geçirildi. Türk Konseyi, Türk Akademisi, TÜRKSOY gibi… Bunlar da zaman içerisinde daha fonksiyonel bir hale gelecektir. Cumhurbaşkanlığının bölgeye özel bir ilgisi söz konusu ki sadece söylem düzeyinde de değil. Doğrudan Cumhurbaşkanının kendi inisiyatifinde başlatılan projeler söz konusu. Her kriz zamanında Türkiye bölgede doğrudan rol alıyor, Tacikistan-Kırgızistan ihtilafında da Türkiye doğrudan aktif rol üstlendi. Bölgedeki gelişmelere duyarlı ve gerektiğinde devreye giren bir Türkiye var. Daha istikrarlı ve sürdürülebilir bir ilişki gözetiliyor. Bizim şimdi bugüne kadar yapılanlara dayanarak önümüze bakmamız gerek.

Artık 30 yaşında gürbüz bir gençtir bu cumhuriyetler ve taraflar artık daha kalıcı, sağlam ve gerçekçi iş birliklerine girişmelidir.