Ahmet Akın Çığman Hocanın Gözünden Zahid Efendi

Ahmet Akın Çığman, 1945 Kayseri doğumludur. Ailesi itibariyle Çankırılıdır. Çığman, her ne kadar Ankara İmam Hatip Lisesi’ne başlasa da buradaki eğitimden memnun kalmaz ve okuldan ayrılır. Bu ayrılık ile Konya, Siirt, Tillo, Van, Medine, Şam gibi yerlere giderek ilmi hayatını buralarda zenginleştirdi. Medreselerde İslâmî ilimler okudu. Askerlik sonrası Ankara’da Cemal Öğüt ve Bitlisli Tahir Silahtaroğlu hocalardan da bir süre ilmi dersler aldı. 1968’de yirmi üç yaşındayken, Mehmed Zahid Kotku Hocaefendi’ye intisap etti. Sonraki yıllarda İslâmî İlimler Araştırma Enstitüsü bünyesindeki Hadis Enstitüsü’nde 8 yıl ders verdi. Son yıllarda yaşadığı sağlık sorunlarından dolayı tedristen uzak kaldı. Hocamıza Cenâb-ı Hak’tan tedris günlerine dönmesini niyaz ediyoruz.

İNSİCAM

Hocamızla nerede, nasıl tanıştınız?

Ben Ankara’da oturuyordum, İstanbul’a hafta sonu derslerine gidiyordum. Bu sırada da kısa süreliğine amcamda kalıyordum. Hocaefendi Hazretleri’nden 1968 gibi ders almaya başladım. Yani, öyle hep yanında ders alıyor değildim tabii ama gidebildiğim kadar yanında olmaya, dinlemeye gayret ediyordum. Daha çok pazar sohbetlerine gidiyordum. Bu şekilde ders almaya başlamıştım.

İlk intibaınız nasıl oldu, hatırlıyor musunuz hocam?

Zahid Efendi hakkında duyduğum şeylerden ötürü hüsnü zannım vardı. Tabii kendisiyle görüştükten sonra ders almaya başladım. O zamanlar Ankara’da, Ankara vaizi Tahir Silahtaroğlu’ndan dersler okuyordum. Arada da İstanbul’a gelip pazar sohbetlerine katılıyordum.

Hocam daha öncesinde tasavvufla bir bağlantınız var mıydı?

Daha önceleri, onbeşli yaşlarımda falan, Risale-i Nur ile uğraştım. Ankara’da Yazıcılar’a katıldım. Bir müddet yazdım. Sonra da Aksaray’a gittim ve orada Kadirî tarikatına, İzzet Efendi’ye intisap ettim. Mehmed Zahid Efendi’den sonra Kadirî’den Nakşî’ye döndük. Hocamız da bana sormadı zaten daha önce nereye intisap ettin, diye. Çünkü onu tanımıyordum daha önce. Kendisi teklif etti katılmamızı. Tekkeler kapalı olduğundan kendisi kabiliyetli gördüğü kimselere teklif ediyordu. Çünkü kendisi bize, sen de gel, dedi ve o halde dizüstü oturur hâldeyken bize tarikat dersi verdi. Sonradan birkaç kez daha dersleri tazelemeler oldu. Ben devamlı yanında kalamadım, Ankara’dan gelip gidiyordum.

Sizin İstanbul’da sık bulunduğunuz zamanlar ne zamandı?

Çok da sık bulunmadım. İstanbul’da Bostancı’ya gelirdim. Almanya’da bir süre imamlık vazifesi yaptığım için oradan git-gel yapıyordum çoğunlukla. Neyse, Bostancı’da kiralık ev tuttuk. Ben Almanya dönüşünde 1978’de bu eve geldim. İskenderpaşa uzak kalıyordu evime. Bu süreçte Bostancı’da ders okutuyordum. O zamanlar İslâm Enstitüsü vardı biliyorsunuz, oranın talebelerine muhtelif dersler veriyordum. Arada bir cumaları tatil olduğundan dolayı orada bir dernek başkanlığı verdiler. Daha çok buradaydım yani. Mehmed Zahid Hoca’nın yanına çok gidemiyordum. Almanya’ya gideceğimi söyledim. Bana “Orada tarikat dersi almak isteyenlere ders ver!” dedi. Bana böyle bir icazet izni verdi. İşte “Sakal bırakmak isteyenler olursa sakal bıraktır!” dedi bana. Kendisinden izin alarak, elini öperek gittim Almanya’ya.

Zahid Hocaefendi’den bizzat ders aldınız mı? Hadis dersi gibi mesela?

Yok, öyle dersler almadım. O zamanlarda zaten kendisi öyle dersler vermiyordu. Tarikat dersi veriyordu daha çok. Pazar günleri Râmûzü‘l-Ehâdis okutulurdu. Esad Coşan, bu dersleri okuturdu. Bana da bir on sene kadar okutturdu. Kendisi ilahiyatta hoca idi “Ben gelene kadar sen yap!” dedi. Ben de yaptım. Bunu icazetsiz okuttum. Bizde bir icazet âdeti yok idi. Biz Hazret’ten sadece tarikat dersi aldık. Zaten ders okutma yoktu. Çünkü gelen giden çoktu o dönemde. Bir ara bir koalisyon hükümeti falan kurulacaktı. Haliyle bakanlar, Erbakan Hoca falan herkes devamlı Hazret’in yanındaydı. Geliyorlar, ondan akıl alıyorlar, istişare yapıyorlardı. Bu sebeple ders okutmuyordu artık. Tarikat dersi aldım sadece kendisinden.

Siyasetçiler geliyordu dediniz. Başka böyle gelenler oluyor muydu Hocaefendi’ye?

Çok bilmiyorum ama Alparslan Türkeş’in geldiğini duydum. Duydum sadece.

Hocaefendi’nin cenazesinde burada mıydınız hocam?

Cenazede bulundum. İhtilal olduğu için askerlerin silahlarla tepelerde durduğunu hatırlıyorum. Bir cuma günüydü. Süleymaniye Camii’nde kılındı namazı. Ali Rıza Demircan cumayı kıldırdı ve bir hutbe verdi. Çok kalabalıktı.

Hocaefendi’nin gençlerle, bilhassa üniversite talebeleriyle çok ilgilendiğini görüyoruz. Öyle ki kendisi üniversiteli talebelerle ilgilendiği dönemlerde altmışlı yaşların üstündeydi. Gençlere bu kadar ehemmiyet vermesinin sebebi ne olabilir sizce?

Türkiye’nin istikbalini ve idaresini gençlerin elinde görüyordu. Erbakan, Korkut Özal, Recai Kutan, Recep Tayyip Erdoğan gibi isimler, o dönemde ona bağlı hep. Onlar, Hazret’in etrafına toplanırlardı. Mehmed Efendi’nin ilme müthiş bir iştiyakı vardı. Bu konuda benim de başımdan geçen birçok hadise var.

Mesela, çok güler yüzlü bir zattı, pek heyecanlanmaz, sakin kalırdı. Ancak, hutbelerde heyecanlanırdı. Diğer zamanlar sakin bir zat olduğu halde, ben Şam’dan bir ay kadar erken gelip İskenderpaşa’da elini öptüğümde “Ne yapıyorsun?” dedi. “Hocam bir ay kadar izinliyim,” dedim. Bir telaşlandı ki onu hiç öyle görmemiştim. “Okumuyor musun şimdi?” diye sordu. “Hocam izinli geldim, hemen döneceğim zaten.” cevabını verdim. Bu kez “Sana hemen bir hoca bulalım!” dedi. Mesela bunu, hiç unutmam. O kadar sakin bir zatın, o telaşını, hiç unutmam. “Ha, öyle mi? İzinlisin tamam.” değil, “Sana hemen hoca bulalım!” telaşı. Bir hoca ile okumamı istiyor tabii, kendi halimde değil.

Ben Şam’da okurken oraya geldi, hacca giderken uğramıştı. O zaman kara yolundan gidiliyor tabii. Kendisini gördüm, zaten müridiyim hemen gidip elini öptüm. Osman Çataklı falan da vardı yanında. Onlar da ziyaretler yapa yapa karadan gidiyorlardı. 1975-76 yıllarıydı. Elini öptüm. “Biz, yarın Mevlânâ Halid Bağdâdî’ye gideceğiz Şam’da,” dedi. Müritlerle oraya gittik. Benim koluma girdi, orada Halid Hazretleri’ni ziyaret ettik. Biz de Halidî koluyuz ya, oradaki bir tekkeyi açtırıp bize bir hatme yaptırdı. Ondan sonra ertesi gün, benim hocam Hanefi imamıydı, Abdurrezzak Halebî, “Mehmed Zahid Efendi gelmiş. Onu kahvaltıya davet ediyorum.” dedi. Hocaefendi’ye gittim, kahvaltı davetini bildirdim. Dedi ki: “Biz elli kişiyiz.” Hocama döndüm, tekrar anlattım. O da “Kaç kişi olursa olsunlar,” dedi. Gidip bu durumu Hazret’e söyledim. Ertesi sabah, sabah namazını Emevi Camii’nde kıldık.  Hocaefendi ve Şeyh Salih Farfur, kendisi Halebî’nin şeyhidir, kol kola girip Halebî’nin evine gittik. Evinin bahçesinde upuzun bir kütüphanesi vardı. Evin bahçesine sofra serdirmişti ve orada bir kahvaltı yaptık. Kahvaltı sonrası hatm-i hâcegân yaptırdı. Sonrasında onlar Mekke’ye yola çıktılar. Hocaefendi ilim aşığıydı. Benim hatıralarımda onun hep bu yönü ağır basıyordu.

Bir gün Dr. Emin Acar, “Gel Mehmed Efendi gelmiş, ona gidelim,” dedi. Dikmen’deydi Hocaefendi’nin kaldığı yer. Gittik, kalabalık bir ortam var. Geniş bir salon olmasına rağmen yer yok. Recai Kutan geldi, elini öptü. Hocaefendi eliyle yan tarafa geçmesini işaret etti. Korkut Özal geldi, gene aynı işaret. Lütfü Doğan geldiğinde onu yanına oturttu. O zamanlar o da senatördü. Ben arkada duruyordum. Elini öpmeye gelince, “Bakın bu kimdir biliyor musunuz? Bu Şam’da ilim okuyor, ilimle uğraşıyor.” dedi. Ben utandım, onca milletvekili falan var odada. Herkes bana böyle alaka gösterince, utandım. Aslında söylemek istediğim şu: Elini öpen bakanlara, şöyle elinin ucuyla işaret ediyor ama ilim adamını yanına alıyor ve benim gibi daha genç bir talebeyi de böyle tanıtıyor. İlme çok değer verdiğini anlıyoruz. Bana derdi ki: “Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne gidersen orada benim damadım Mahmud Esad Coşan var. Git onu ziyaret et.”

Hocaefendi pazar sohbetlerini ve diğer dersleri nasıl bir üslupla veriyordu?

Bantlardan biliyorsunuzdur az çok. Bize Râmûzü’l-Ehâdîs kitabını, harf sırasına göre yani alfabetik olarak okuturdu. Bir biter, bir daha başlardı. O hadisleri okur, kendisine göre de bazı açıklamalar yapardı. Halk diliyle konuşurdu. Edebiyat yapmayı sevmezdi. Abartmaz, sade, avama hitap edercesine konuşurdu. Köylü dayı gibi konuşurdu, diyenler bile olurdu.

Hocaefendi’nin yazdığı kitaplar var. Siz hiç denk geldiniz mi yazdığına? Size hiç bahsetti mi bunlardan?

Yok, biz de sonradan alıyor okuyorduk. Yazıyordu, basılıyordu.

Hocaefendi’nin diğer hocalarla irtibatı nasıldı?

Gelir giderlerdi birbirlerine. Mahmud Efendi gelirdi, Sami Efendi gelirdi, Gönenli Mehmed Efendi gelirdi. Aralarında bir ülfet vardı, birbirleriyle görüşürlerdi. Hazret, bir ramazan vakti, Suadiye’de bir boya fabrikası sahibi bir zatın evinde kalıyordu. Bu zat, Zahid Efendi’nin müridiydi. Epey zengindi ve evinin yanına denize sıfır bir cami yaptırmıştı. Hadi oraya gidelim, Hazret’i dinleyelim dedik. Oraya sohbet ve teravih için gittik. Diz üstü oturmuştu ve yanında Esad Coşan Hoca vardı. Esad hoca Risale-i Halidiye okuyordu, o da bazı yerleri açıklıyordu. Duyan gelmişti. Kalabalıktı epey. Namaz kılındı, sohbet yapıldı. Millet ayağa kalktı, gidecek. Ben gittim elini öpmeye, hemen “Durun!” dedi. Kendisi, hemen beni anlatmaya başladı. Gidecek insanları durdurdu ve beni anlattı gene. İlme, âlime verdiği önem buydu.

Yine bir gün, evinde kaldığım amcama gelmiştim. Önce onu ziyaret edip sonra Mehmed Efendi’ye gideceğim. Neyse, amcam pek dindar bir adam değildi. Emekli albaydı, bazen de namazı bırakırdı. Eve girer girmez “Amca, namaz kılmıyor musun? Şayet kılmıyorsan elini öpmeyeceğim!” dedim. Amcam telaşlandı, heyecanlandı. “Hem de öpme elimi,” diyerek üç kez, elini göğsüne vurdu. Ağlamaklı oldu. “Senin babanın tek bir kazası bile yoktu!” dedim. Babam da dedem de Osmanlı liselerinde okumuştu. Muallimdi dedem; idadide fizik ve kimya hocasıydı. Babam da dâhiliye doktoruydu ve bir dönem de milletvekilliği yapmıştı. Neyse, amcamdan çıktım gittim. Mehmed Efendi’nin yanına girdik. “Demin bir radyo dinledim ben. Birisi hastasını azarladı.” dedi Hazret. Ben de içimden “Şimdi bunu niye durduk yere anlatıyor?” dedim. “Yahu doktora yakışır mı hastasını azarlamak?” dedi. “İnsan yavaş anlatır, kızmaya ne lüzum var, cahillik” dedi. Kapıdan çıkarken benim jeton düştü.