Gerçek-İyi-Doğru-Güzel

İnsan, düşüncenin namusuna önem verdikçe kelimelere olan vukufiyeti artıyor. Renklerin her tonunun diğeriyle benzeştiğini ama aynı olmadığını bilen ressam misali, değerlendirmelerinde ince bir işçilik yapıyor. Siyah-beyaz kısırlığından kurtulup, renklerin dünyasındaki çeşitliliğe benzer bir ölçeklendirmeye kendini mecbur hissediyor. Ya- ya da yerine; hem- hem de demeye alışıyor.

Mustafa ESER

Derinleşen zihin, ölçmede ve ölçeklendirmede daha yetkin hâle geliyor. Kesin ve keskin yargılardan ziyade daha temkinli ve ihtimalli cümleler kurmaya başlıyor. Sanat ile bakışı incelmiş, bilim ile anlamı genişlemiş insan, meseleleri değerlendirirken artık sayısız seçeneği görmezden gelemiyor. İnsan, düşüncenin namusuna önem verdikçe kelimelere olan vukufiyeti artıyor. Renklerin her tonunun diğeriyle benzeştiğini ama aynı olmadığını bilen ressam misali, değerlendirmelerinde ince bir işçilik yapıyor. Siyah-beyaz kısırlığından kurtulup, renklerin dünyasındaki çeşitliliğe benzer bir ölçeklendirmeye kendini mecbur hissediyor. Ya- ya da yerine; hem- hem de demeye alışıyor.

Bütün bu cümbüşün varlığını kabul edince, var olan gerçekliğe temas edebilme ihtimali güçlenmiş oluyor. Varlığın akışının gerçekliğe doğru olduğunu anlayınca, gerçeklik karşısında hürmetle nazar ediyor insan. Bütün işarâtın kıblesi olan gerçekliğe… Mutlak durağanlığın olmadığını bilince, eşyanın seyrinin ya kemâle ya da zevale doğru olduğuna kani oluyor. Ardından gelen hâl ya teslimiyet -dolayısıyla tabiiyet- ya da isyan hâli oluyor. Teslim olursa ‘silm’e yani selamete ve selama ulaşıyor. Ve sahici seyr-i sulük işte burada başlıyor. Teslimiyet derken, zillet içeren bir çaresizlikten değil; bütün kalbiyle, emniyet içindeki boyun büküşten bahsediyorum elbette. İyi ya da güzel olanı değil; öncelikle doğru olanı tercih eder oluyor. Doğruluğun iyiliği inşa edeceğini, güzelliğin de ancak iyilik marifetiyle görülebileceğini anlar oluyor. O halde, bütün çaba doğruya doğru olmalıdır. Gerçeğin, gerçekliğin aracı olan doğruya…

Doğruya olan sadâkat, doğru uğruna ödenmesi göze alınan bedelde görülebilir. Bir şey’in doğru olabilmesi için hem yakın hem uzak anlamın hem usulün hem de üslubun aynı zamanda sürecin ve neticesinin de doğru olması gerekir.  Her birisi ise ancak, niyetteki doğruluk ile mümkündür. Bu durumun, alaylısından mekteplisine; cahilinden âlimine her bir kesim tarafından tasdik edilmiş olması gerekir. Tasdik etmek, Arapça s-d-k kökünden gelmiş olup Türkçe’ye de yerleşmiş bir kelimedir. Sıddîk, malumdur, Hz. Ebu Bekir’in sıfatıdır. Çünkü o, kendisine gelen haberi, “O dediyse, doğrudur!” eminliği ile doğrulamış olandır. Dikkat edilirse buradaki doğrulama, öncesinde bir emniyet barındırır. O halde, bu emniyet inşası doğruya ve doğrulayabilmeye imkân tanımıştır. Madem öyle, şu iddiayı dillendirmeye cüret edebilirim: “Ben Müslümanım” diyen bir insanın bu iddiası, kendini tanıyanlar nazarında “emin” olmasının ispatıdır. Emin olunmayanın, tasdik edilmesi söz konusu değildir.

Doğrunun muhtevası da mahiyeti de berraktır. Bulandırılması mümkün olan bir berraklıktan bahsediyorum. Ama bulanan er ya da geç durulur. Durulması için teenni ve sabır lazımdır. Tıpkı her canlının kendisinden yaratıldığı su gibi. (Enbiyâ 21/112) Aziz olan su gibi… Su, doğası gereği arındırır, doğası gereği can verir.

Gerçeğin bastırılması zor, bazen rahatsız eden bazen de derin bir nefesle ciğerlerimize çekmek istediğimiz bir kokusu vardır. Baskındır ve nettir. Madem bu kadar ortadadır ama neden görülmez? Kimilerince anlatılan bu gerçeklik nedir? Görülemez oluşu, kendisinden ziyade görmeyen gözün sahibi ile alakalıdır. Tıpkı suyun varlığını reddeden hercai balık misali, gerçeği reddeden hercai insanlar da vardır. Bakarlar ama görmezler; duyarlar ama işitmezler. Belki de bilirler ama anlamazlar.  “Bil ki sen ölülere işittiremezsin, arkalarını dönüp giderlerken sağırlara da…” (Neml 27/80) İşittiremezsin zira arkasını dönüp gitmiştir. Hamdolsun ki mesuliyetin de sınırları vardır.

Gerçeğin izini takip edenler, yorulacaklarını, bedel ödeyeceklerini ve mutsuz olacaklarını bilmeye başlarlar. Ya makyajlı sentetik bir yaşamı ya da can yakan ama hikmet ile kuşanmış bir hayatı seçerek ilerleyebilirler. Gerçekten gayrısının, kendisini ikna etmeyeceğini anlayanların dertleri de nasırları da bitmeyecek ama kalpleri tatmin olacaktır. Kalbinin tatmin olmasını isteyen atamız Hz. İbrahim gibi.

Kalpleri gerçeklik ile tatmin olsun diye karanlığın gözünün içine bakan, bir sabah kardan aydınlığın geleceğine itimatları tam olan ve dolayısıyla huzurundan taviz veren erlere selam olsun!