Mehmed Zahid Kotku Hocaefendi

1980 Kenan Evren darbesinde Erzurum’da öğrenciydim ve birkaç yıldan beri Vahdet adında bir dergi çıkarıyorduk. Darbe olunca dergimiz kapatıldı, yazı işleri müdürümüz rahmetli Ahmet Kara hapse atıldı, dergi sahibi Fuat Sağıroğlu çok sıkıntılar yaşadı, yayın yönetmeni ben ve diğer arkadaşlarımız -rahmetli Kınyas Tanı, Cevdet Bulut- hepimiz takibata uğradık ve kaçak olduk.

Ferman Karaçam

SUS

“Pamuktan yapılmış sıradağlar gibiydi

Bir özgürlük sancağı vardı beyaz ellerinde

Süleymaniye ikindisi, sessizlik

Beline yüzlerce kez dolanmış harlı bir urgan

Bedenimde gelip son bulan

Parmakları öteden çağıran platin ışıklı bir yelpaze

Kucağı sonsuz bir rüya

Kucağında gün huzmelerinden damlayan bir aydınlık

Ve göğsümde bir mahşer

Göğsümde bir kıyamet

Topuzlar, balyozlar, gürzlerle döven pamuk darbeler

Kaburgalarımın altından göz kapaklarıma yayılan ıslak lahuti bir ses

Sus sus sus …”

Kasım, 1980 Erzurum.

Not defterime düştüğüm satırlar bu kadar… Bunların dışında yıllarca ne bir harf ne de bir kelime yazmışım, ta ki bir ay kadar önce İnsicam dergisi genel yayın yönetmeni, Mustafa Özel Bey beni arayıp, Mehmed Zahid Kotku Hocaefendi’nin vefat yıldönümü için bir yazı kaleme almamı rica edinceye kadar. Bu isteği kabul ettikten sonra araştırmaya başladım. Gördüm ki Hocaefendi birçok insan tarafından hatırlanmış, hakkında birçok şey yazılmış. Onlarca makale, hatırat, biyografi ve belgesel. Hepsi de son derece kıymetli yalnız bir şey fark ettim. Mehmed Zahid Kotku Hocaefendi’nin eserleri çok fazla insan ve kurum için ilham verici olup yeni hizmetlerin doğmasına vesile olurken bunların detaylarına pek inilmemiş.  Oysa benim de bizzat yaşayarak tanık olduğum, hatta bir kısmının içinde olduğum bu hizmet ve eserler hep onun bir işareti, teşviki ve en önemlisi de hayali veya emeği ile ortaya çıkmıştır. Peki, bu hayalin veya emeğin sahibi olan Mehmed Zahid Kotku Hocaefendi kimdir? O, esas itibarı ile Allah’ın emir ve yasaklarına, Hz. Peygamber’in yapıp-ettiklerine harfiyen uyarak, insanları da bunlara uymaya davet ederek seksen üç yıl hayat sürmüş ve üstad Sezai Karakoç’un tarif ettiği gibi, bir mümin olarak iki dünyayı bir arada yaşamıştır. Haliyle bu düsturda olan ve yaşayan bir şahsiyetin ölümü sonrasında da en az ömürleri kadar bir bereket oluyor. Ne yazık ki ben, dünya gözüyle onu göremedim, ona dokunamadım, onunla konuşamadım, ondan nasiplenemedim…

1980 Kenan Evren darbesinde Erzurum’da öğrenciydim ve birkaç yıldan beri Vahdet adında bir dergi çıkarıyorduk. Darbe olunca dergimiz kapatıldı, yazı işleri müdürümüz rahmetli Ahmet Kara hapse atıldı, dergi sahibi Fuat Sağıroğlu çok sıkıntılar yaşadı, yayın yönetmeni ben ve diğer arkadaşlarımız -rahmetli Kınyas Tanı, Cevdet Bulut- hepimiz takibata uğradık ve kaçak olduk. Aradan tam bir ay geçmişti, yavaş yavaş başımızı bulunduğumuz deliklerden çıkarmaya çalışıyorduk ki, 14 Kasım 1980’de İstanbul’da kendi cemaatinin çokluğu ile Türkiye’yi sallayan büyük bir zatın cenazesi oldu. Adını hayal meyal duymuş gibiydim. Gazetelerde fotoğrafını gördüğümde: “Evet o! Mehmed Zahid Kotku Hocaefendi.” dedim.

Bir süre sonra okuldan mezun olup, askerliğimi de tamamladım. 1985 yılının mayıs ayında, İstanbul Fatih’te, Vefa yayıncılıkta işe başladım. İlim ve Sanat dergisinde muhabirlik sonra yayın yönetmenliği, ardından Gül Çocuk dergisinin kurucu ve yayın yönetmenliğini yaptım. Ve sonrasında İslâm, İlim ve Sanat, Kadın ve Aile, Gül Çocuk gibi dergilerin yayınından sorumlu oldum. O zamanlar dergilerin başyazıları arasında, Ankara İlahiyat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olan ve sonraları Hocaefendi’nin hizmetlerini Türkiye sınırları dışına taşıyan, merhum Şehit Mahmut Esad Coşan Hoca da vardı. Ankara’dan gelip yayın toplantılarımıza katılıyordu.

Fakat, vefatının üzerinden beş yıl geçmesine rağmen hem dergilerde hem de Hak Yol Vakfı’nda, Seha kitabevinde ve çalıştığımız bütün ortamlarda Mehmed Zahid Kotku Hocaefendi’nin adı, hizmetleri, eserleri, iyilikleri, merhameti ve mütevazılığı konuşuluyordu. İslâm Dergisi başta olmak üzere diğer dergiler de Hocaefendi’nin işareti ile kurulmuştu.

Başta Yıldız Teknik Üniversitesi olmak üzere, İstanbul Teknik Üniversitesi ve diğer üniversitelerden mezun olup yetişen öğrencilerin hepsi çeşitli kurum ve kuruluşlarda harıl harıl hizmet veriyorlardı. Bunların arasında Necmettin Erbakan hocanın Almanya’daki bilimsel çalışmaları ile TOBB ’deki bilimsel ve teknik çalışmaları yine sanayi alanında Türkiye’de ilk olan gümüş motor hizmetini sayabiliriz. Bunlarla birlikte siyasette başbakanlığa kadar yükselerek, medeniyetimizin son temsilcisi Osmanlı’dan sonra, “ümmet” anlayışını Türkiye ve dünya Müslümanlarına güçlü bir şekilde algılatan, Erbakan öncülüğüyle yetiştirilen Recep Tayyip Erdoğan’ın yirmi yıllık iktidarının ve devrim niteliğinde onlarca hizmetinin arkasında Kotku Hocaefendi yaşamaya devam ediyordur. Ayrıca devlet adamı olarak iktidar olduğu süreçte, kendi deyimi ile “Türkiye’ye yüz elli yıl atlatan” Başbakan ve Cumhurbaşkanlığı yapmış olan Turgut Özal, vaaz ve irşadlarıyla büyük hizmetlere imza atmış, şu anda Türkiye’nin savunma sanayisindeki yükünün hafifletmiş bir bilim insanına baba olan Cevat Akşit, eğitimci, devlet adamı, akademisyen, hizmet adamı Raşit Küçük, din, bilim ve devlet adamları: Lütfi Doğan, Fehim Adak, Mazhar Özman, Nihat Ongun, Cafer Tatlıal, Yaşar Karayel, Ali Oğuz, ayrıca Devlet Planlama Teşkilatında (DPT) onlarca hizmete imza atan, devlet adamı, teknokrat, siyasetçi Recai Kutan, merhum Muammer Dolmacı, Halit İlhan, Cevat Ayhan, Kemal Unakıtan ve yıllardan beridir Konya’nın eğitim ve yardımlaşma hizmetlerini omuzlayan Mehmet İncili ve birçok önemli şahsiyetin kendilerini inşa etmelerinin ve hizmette bulunmalarının arka planında Hocaefendi’nin katkısı büyüktür.

Yine Merhum şair Sedat Yenigün, ilim ve iş insanları: Mustafa Köseoğlu, Mehmet Bilge, Mehmet Akkuş, A. Turan Arslan, Ali Rıza Temel, Bekir Sobacı, Rifat Tandoğan, Kazım Bilge… Dergilerde hasbelkader içinde bulunarak yakından tanıdığım ve 28 Şubat zorbalığının ve baskılarının hemen hemen tek başına ödünsüz direnişini sergileyen Kanal 7 grubunun yönetiminde bulunan iş insanı, iletişimci, yönetici Zekeriya Karaman, yönetici, şair, Mustafa Çelik, iletişimci, bürokrat, 2005-2009 yıllarında RTÜK başkanlığı yapmış olan Zahit Akman, iş insanı, iletişimci, İsmail Karahan… Ve grubun diğer mecraları olan: Ülke TV, Radyo 7, Haber 7.com, Yasemin.com, İzle 7 ve Kanal 7 Avrupa gibi büyük bir medya grubu.

Yine dergilerin, yayınevinin ve vakfın yayın, yönetim ve teknik kadrolarından tanıdığım: Abdullah Eren, İrfan Gündüz, Ersin Nazif Gürdoğan, Yusuf Yazar, Osman Sarı, Mehmet Emre, Selçuk Yurtseven, Mustafa Karataş, Hasan Aycın, Tahir Yaren, İsmail Kıllıoğlu, A. Emre Bilgili, Kemal Kahraman, Özkul Eren, Yılmaz Bayat, Hasan Hüseyin Ceylan, M. Hilmi Güler, H. Ahmet Özdemir, Hüseyin Karakaya, Fahrettin Koca, Mahmut Akbal, Osman Acun, Engin Yılmaz, M. Bahadır Güven, Celil Güngör, Veli Kara, Tahsin Kahraman, merhum Akif Emre, İbrahim Altan, M. Ahmet Varol, Mehmet Sarı, Mevlut Koca, Necati Sungur, Zülfikar Güngör, Yusuf Atalay, Kemal Kaptaner, merhum H. Volkan Cengiz, Coşkun Yılmaz, Hasan Durmuş, M. Ali Cantürk, Mustafa Sancar, Recep Koçak, Serdar Yakar, Sebahattin Kara… Başbağlar katliamında şehit düşen merhum Ali Taşdelen ve daha isimlerini yazamadığım işlerinde başarılı birçok insan ya direkt olarak Mehmed Zahid Kotku Hocaefendi’nin rahle-i tedrisinden geçmiş veya onun riyasetiyle hayat bulmuş kurum ve kuruluşlarda önemli hizmetler yapmış ve yapmaya devam ediyorlardır. Bu kadar çok ismi zikretmenin tek sebebi şudur: Hocaefendi’nin en çok değer verdiği eser, insandır. Bundan dolayı; dini ilimlerden ekonomiye, iletişimden eğitim-öğretime, iş hayatından sanat ve edebiyata, yardım kuruluşlarından siyasete, vakıf derneklerden bilim ve kültüre kadar her alanda pek çok değerli insan yetiştirmiştir. Bu sebeple Nazif Gürdoğan Ağabey, çok haklı olarak onun için: “Görünmeyen Üniversite” demiş ve bu isimle kitabını yayınlamıştır.

Hocaefendi’nin hayatına değinecek olursak eğer, kendisi Kafkas kökenli İbrahim Efendi’nin 1897 yılında Bursa’da dünyaya gelen oğlu Mehmet Zahid Efendi, annesi Sabire Hanımı daha üç yaşında iken kaybetmiştir. Henüz on yedi yaşında genç bir öğrenci olduğu sırada ise, Bursa Sanat Mektebini yarıda bırakarak Suriye cephesinde savaşa katılmış, altı yıl süren askerliği sonucunda Osmanlı devleti Suriye’den çekilince kendisi büyük meşakkatlerle İstanbul’a gelmiştir. Burada askerliğinin geri kalan kısmını yazıcı olarak tamamlayıp, sonrasında İstanbul Cağaloğlu’nda bulunan Gümüşhânevi Tekkesi’nde Şeyh Ömer Ziyâeddin Efendi’ye intisap etmiştir. Bir gün hocasının kendisini “Hafız Mehmed” diye çağırmasından hareketle, “Hocam benim hafız olmamı ister.” diye düşünüp bir yandan da hafızlığa başlamıştır. Hocasının vefatı üzerine Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi’nin yanında eğitimini yürüterek hafızlığını tamamlamıştır. Yine hocası Feyzi Efendi’nin isteği üzerine bazı köy ve kasabalarda ayrıca Fatih, Ayasofya, Beyazıt Camii ve medreselerinde hizmette bulunmuştur. Tekke ve Zaviyelerin kapatılması üzerine Bursa’ya dönmüş sonrasında ise İstanbul’un çeşitli cami ve mescitlerinde görev yapmıştır. 1958 yılında ise tayin edildiği Fatih İskenderpaşa Camii’nde göreve başlamış ve seksen üç yaşında vefat etmiştir.  

Hocaefendi’nin hayatını kısanın kısası olarak ele aldım, zira onun hayatı ciltlerce sürecek bir çile, hizmet ve alın teriyle doludur. Hocaefendi’nin yaşadığı dönemde bizzat şahit olduğu gibi Türkiye rayından çıkarılmış bir tren gibi uçuruma doğru sürükleniyordu, ömrünü bu hatayı düzeltecek insanları yetiştirmeye ve bu kurumları oluşturmaya adadı. Türkiye’de ilk kez bir motor üretilmesine ve yukarıda ifade ettiklerimden başka Milsan gibi, Vefa yayıncılık gibi, Asfa, Akra gibi birçok kurumun kurulmasına öncülük etmiştir. Hizmetleri Türkiye’yi kuzeyden güneye, doğudan batıya kuşattığı gibi; yetiştirdiği bilim, ilim ve eğitim insanları ise yardım kuruluşları vasıtasıyla Afrika’dan Ortadoğu’ya, Amerika’dan, Avustralya’ya, Avrupa’dan Balkanlar’a kadar dünyanın birçok yerine ulaştı ve ulaşmaya devam ediyor.

Bizâtihi kendisinin dünya ve dünya nimetleri ile olan irtibatı ise bir serçe parmağı ucunun irtibatı kadardır. Bunun bir örneğini Raşit Küçük Hoca ile yaptığım bir konuşmada ondan dinlemiştim. Raşit Hoca şöyle anlatmıştı: “Hocaefendi’nin imamlık yaptığı İskenderpaşa Camii’sinde onun hizmetlerine bakıyor, onunla ilgileniyordum. Bir gün Hocaefendi’yi birisi ziyarete geldi, kendisinin iş adamı olduğunu söyledi, bir müddet oturup el öpüp işlerinden bahsetti. Sonra, çantasından, içinde epeyce bir miktar para olduğu belli olan bir zarf çıkardı ve bunun ihtiyaç sahiplerine verilmesini rica etti. Hocaefendi zarfı eline almadı, oturduğu kilimin ucunu işaret etti, ‘şu kilimi kaldır, onun altına koy evladım’ dedi ve adam zarfı oraya koyup, vedalaşıp gitti. Ben, bu olup biteni görüyordum, sesimi çıkarmadan gelip giden misafirlere ve Hocaefendi’ye hizmetlerimi sürdürüyordum. Aradan birkaç saat geçmişti, her hallerinden çok üzgün ve bitkin oldukları anlaşılan iki kişi geldi, yanlış hatırlamıyorsam Tokat’tan geldiklerini söylediler. Kendilerini tanıttıktan sonra biri dedi ki, ‘Efendim ben bu şahsın komşusuyum, bir süre önce komşumun evi, içindeki eşyaları ile birlikte tamamen yandı, ev halkı canlarını zor kurtardı. Şimdi bu evi yeniden yapmak istiyoruz, yardımınıza ihtiyacımız var.’ Hocaefendi evi yanan şahsı da dinleyip, tasdik ettirdikten sonra sessizce başını önüne eğdi ve beş on saniye öylece durdu, ardından önünde bağdaş oturan kişilerden evi yanana kilimin altındaki zarfı işaret ederek, ‘şunun altında bir zarf olacak, onu alın ve ihtiyacınızı görün evladım,’ dedi. Orada kaç para vardı? Ne baktı ne saydı ne de dokundu. O zarf birilerinden geldi, başka birilerine gitti.” şeklinde anlatmıştı.

Bu durum Kotku Hocaefendi’nin dünya ile bağının sadece uzaktan bir işaretlemeden ibaret olduğunu, bu sebeple de insanı ve ülkesinin tarihini yoğururken zühd ve takva ehli kâmil bir mümin olarak gayrette bulunduğunu göstermektedir. Hayatı boyunca bıkmadan, yorulmadan öğrendiği Kur’ân ilmini ve Peygamber Efendimiz’ in hayatını insanlara sevgiyle, muhabbetle, nazik bir üslupla, incitmeden, hikmetle ve aşkla anlatmıştır. Öğrenmek ve öğretmek aşkı, onun için hem bir yaşama biçimi hem de bir hayat tarzı olmuştur. Bu düstûrla ülkemizin kalkınmasında ve yükselmesinde, emeği geçen ve hâlâ geçmekte olan on binlerce insan yetiştirmiştir. Bu emek ve gayretini sadece kendi bulunduğu camia ile sınırlandırmamış, ulaşabildiği bütün kesimlerin ihtiyaçlarına yardımcı olmayı istemiştir. Hakkı ve hakikati söylediği için de bu emekleri her alanda sonuca ulaşmıştır. Bulunduğu her ortamı sevgi ve aşk medeniyetinin boyasıyla boyayarak yaşamayı şiar edinmiştir. Bu sebepledir ki, her kesimden insanın saygınlığını kazanmıştır. Bunun bir örneğine de bizzat ben şahit olmuştum. 1980’lerde Güneş gazetesi çıkıyordu. Gazetenin yayın yönetmeni İsmail Cem İpekçi Bey’di. Kendisiyle İlim ve Sanat dergisinde çalıştığım sırada tanışmıştım. İsmail bey, Güneş gazetesinin Laleli’de bulunan bürosunda çalışırdı, ben de zaman zaman yolumu o tarafa düşürür, kendisine uğrar, selam verir çayını içerdim. Bir zaman sonra dikkat ettim ki her seferinde İsmail Bey beni dış kapıya kadar uğurluyor. Bunu fark edince çok utandım zira Cem İpekçi benden yaşça epeyce büyüktü. Bir gün dayanamayıp, “Ağabey, siz eğer her geldiğimde böyle zahmet edip beni kapıya kadar geçirecekseniz, ben artık gelmeyeyim.” dedim. Elini omzuma attı, gülümsedi ve şöyle dedi: “Bak genç adam, bu saygım senin için değil, bir gün havaalanında vip salonunda senin rahmetli hocan Mehmet Zahid Hoca ile karşılaştık ve sohbet ettik. Hocanın o kısa sohbeti beni çok etkiledi, hiç unutamadım. Sana olan bu saygım ondandır, sen üzerine alınma, gelip gitmeye devam et.” demişti. Sosyal Demokrat camianın önde gelen isimlerinden hem bakanlık hem parti başkanlığı yapmış hem de Türkiye’nin geri kalmışlığına iki ciltlik kitabı ile önemli notlar düşmüş olan biri, Hocaefendi’nin sadece birkaç dakikalık konuşmasıyla, beni her seferinde dış kapıya kadar uğurlayacak denli etkilenmiş olması ve bunu Hocaefendi’nin vefatından yıllar sonra yapıyor olması, sizce de manidar değil mi?

Eserleri ve hizmetleri ile seksen üç yıl sonra hâlâ ülkesine ve insanlığa hizmet etmeyi sürdüren ve bu sadaka-i cariye sayısı her geçen gün katlanarak çoğalan Mehmet Zahid Kotku Hocaefendi’yi, onun gibi hizmet ehli merhum büyüklerimizi saygıyla, minnetle ve hürmetle anıyorum.

Kendisini anlatmaktan fersah fersah uzak kalan bu biçare satırlarımla -başlangıçtaki şiirimizin son satırlarıyla- yazımı noktalıyorum:

 …

Ve göğsümde bir mahşer

Göğsümde bir kıyamet

Topuzlar, balyozlar, gürzlerle döven pamuk darbeler

Kaburgalarımın altından göz kapaklarıma yayılan ıslak lahuti bir ses

Sus sus sus…