Muhammed Zahid Kotku Hocamızdan Hatırda Kalanlar
Hocamız ilim yolcularını, âlimleri sever, nerede ilmî bir faaliyet görse, duysa çok memnun olurdu. Ayrıca hiçbir Müslümanın hele de bir ilim adamının aleyhinde konuşulmasından hoşlanmazdı. Kendi hareketleriyle de çevresindekilere örnek olmaya çalışır, onları ilim ve sanata teşvik ederdi.
Ahmet Turan Arslan
Prof. Dr., FSMVÜ İslami İlimler Fakültesi

Hocamıza rahmet okuyarak başlayayım sözlerime. Onunla ilgili olarak aklımda kalanları siz değerli okuyucularıma arz edeyim de onları siz değerlendirin. Böylesi daha münasip, zira “Dinleyen söyleyenden ârif gerek!” denmiştir. Onun için ben az söyleyeyim, siz çok anlayın!
Size önce Muhammed Zahid Kotku Hocamızı ilk ziyaretimizi anlatayım: İsmailağa Camii yanındaki medresede, Dâru’l-Kur’an diye adlandırılan Kur’ân kursunda okuyorduk. Burada Kur’ân ve Tecvid dersleri yanında çoğunlukla Osmanlı’dan kalma medrese usûlüyle Arapçayı öğreten kitapları ve yine Arapça yazılmış İslâmî ilimlerin çeşitli dallarına dair eserleri, diğer bir ifadeyle Akâid, Tefsir, Hadis, Fıkıh’a ait çeşitli ders kitaplarını okuyorduk. 1966 yılının ilkbaharında, o güzel rengârenk çiçeklerin açtığı günlerden biriydi, Allah kendisine hayırlı uzun ömürler versin, bizden bir iki sınıf yukarıdaki ağabeylerden Mahmut Türgenç bize “İskenderpaşa Camii imamı Bursalı Mehmed Efendi’yi tanıyor musunuz?” dedi. (O zamanlar hocamız Mehmed Zahid isminden çok “Bursalı Mehmed Efendi” diye tanınıyordu. Hele “Kotku” soyadını biz çok sonraları duyup öğrenmiş olduk. Hocaefendi’nin böyle Bursalı diye anılmasının nedeninin, Gönenli Mehmed Efendi gibi Mehmed Efendilerden ayrılması için olduğunu sanıyorum. Eskiden aynı ismi taşıyanlar, bir ayırıcı vasıfla anılıyordu. Büyük Hamdi, Küçük Hamdi, Büyük Cemal, Küçük Cemal gibi…) Henüz tanımamıştık. Başka arkadaşlar da vardı, kararlaştırdığımız bir gün, beş altı kişi beraber Mahmut Türgenç Ağabeyin rehberliğinde İskender Paşa Camii’ne gittik. Galiba öğle namazından önceki bir vakitti, caminin sağında minarenin yanında bulunan bahçeden, bir patika yoldan geçip Hocaefendi’nin birkaç basamakla çıkılan tek katlı meşrutasına gittik. Girince koridorun sağında çok büyük olmayan bir odaya girdik, Hocaefendi’nin elini öptük, oturduk. İsimlerimizi sordu, söyledik. Sohbet sırasında bir ara bize ne okuduğumuzu sordu. “Merakı’l-Felâh kitabını okuyoruz” dedik (Bu eser malum olduğu üzere Mısırlı âlim Şürunbilâlî’nin fıkıh ilmine dair bir eseridir). “Merakı’l-Felâh ne demek?” dedi. Hiçbirimiz bilemedik. Bunun üzerine Hocaefendi, karşısındaki dolap üzerinde duran kitapları göstererek:
– Mahmut, şu karşıda Ahter-i Kebir (Arapça-Türkçe Lügat kitabı) var, al da bak bakalım neymiş, dedi. Mahmut Ağabey baktı: “Efendim, basamak, merdiven manasına gelen ‘mirkât’ kelimesinin cem’i (çoğulu) imiş” dedi. Böylece kitabın ismini oluşturan terkibin “kurtuluş merdivenleri/basamakları” anlamına geldiğini anlamış olduk. Âdetâ kendimize gelmiştik; demek biz kurtuluş basamaklarındaymışız da haberimiz yokmuş!.. Bu kısa ve görünüşte basit gibi duran konuşmayı sonraları pedagojik bilgilerimiz ışığında düşününce şu fikirler geldi aklıma: Hocaefendi’nin bize yönelttiği soru, yine cevabını bulmamız için bizi yönlendiriş biçimi, çok yerinde idi. Eğitimde tam da aktif metodun uygulanmasıydı. Şöyle ki; önce sorduğu soruyla bizi düşünmeye sevk etti, ardından sorunun cevabını kısa yoldan kendisi verip işi bitirmedi. Böyle bir durum ve soru karşısında, nasıl davranmamız gerektiğini uygulamalı olarak göstermek için sözlüğe bakmamızı söyledi. O kısa zaman içinde, âdetâ bir laboratuvar uygulamasının örneğini göstermiş ve öğretmiş oldu. Hâsılı, bir ilim yolcusunun nasıl bir tavır içinde olması gerektiğini o kısa zamana sığdırabilmişti.
Orada bulunan arkadaşların çoğu hayatlarında eğitim ve öğretimle meşgul oldular; kim bilir bu dersten ne kadar çok faydalanmışlardır…
Hocamız ilim yolcularını, âlimleri sever, nerede ilmî bir faaliyet görse, duysa çok memnun olurdu. Ayrıca hiçbir Müslümanın hele de bir ilim adamının aleyhinde konuşulmasından hoşlanmazdı. Kendi hareketleriyle de çevresindekilere örnek olmaya çalışır, onları ilim ve sanata teşvik ederdi. Onun için de ilerlemiş yaşına rağmen bizzat kendisi, hat dersi almaya başlamıştı. İskenderpaşa Camii civarına yapılmış olan yurtta kalan üniversiteli arkadaşların isteği üzerine, kendilerine Arapça öğretmeye Emsile-Bina’dan başlamıştım. Bir gün o arkadaşlarla Hocaefendi’yi ziyarete gitmiştik. Arkadaşlardan biri, bir münasebetle: “Efendim, bu arkadaş bize Arapça öğretiyor” deyince bu fakire hitâben: “Aman himmetinizi âlî tutun da, bu arkadaşlar zü’l-cenâheyn (iki kanatlı; maddi ve manevi ilimlere sahip) olsunlar!” demişti. Hocamızın o günkü sevinci görülmeye değerdi. Unutulacak gibi değildi…
Peygamber (s.a.v)’in tavsiyesi olan ve esasen her Müslümanda bulunması gereken tevâzu vasfı, hocamızda kemâliyle mevcuttu. Bunun sözle ifadesi olarak da zaman zaman derslerinde merhum babasının, şu sözü çok tekrarladığını söylerdi:
“Herkes buğday ben saman, herkes yahşi ben yaman!”
Bir hatırayı da 1977 yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde asistan olduğumuz arkadaşımız Prof. Dr. Sadrettin Gümüş’ten nakledeyim. Adı geçen enstitüde okurken, çoğumuz İstanbul ve taşrada müezzin, imam-hatip ve vâiz olarak hademe-i hayrat içinde vazife yapardık. Böylece hem meslekî tecrübe kazanır hem de maişetimizi elde etmiş olurduk. Sadrettin Bey arkadaşımız da talebeliği sırasında icra ettiği imamlık görevi münasebetiyle Fatih Din Görevlileri Derneği’nde bulunması sebebiyle bir heyetle bir gün Hocaefendi’yi ziyarete gitmişler. Sohbet sırasında Hocaefendi’ye “Râbıta nedir efendim?” diye sormuşlar. Bu sorunun cevabını asıl ehlinden almak istemişler. O sıralarda biraz da Vehhâbîliğin tesiriyle bazı tarikatlerde bir prensip olarak yer alan râbıta aleyhine dedikodular yaygındı. Ağzından çıkanı kulağı duymayanlar, râbıtanın muhtevâsını kavramadan konuşanlar, bunu şeyhe tapınma sanıyor ve şirk sayıyorlardı. Hocaefendi bu soruya kızmadan, tartışmadan, tereyağından kıl çekercesine, az ve öz kısaca şu cevabı vermiş:
“Râbıta sevgiden ibarettir!”
Gerçekten de eğitim ve öğretimde sevgi ve hürmet, vazgeçilmez bir motivasyon unsurudur. Şöyle ki, hocasını sevmeyen ve onu saymayan bir öğrenci ondan bir şey öğrenebilir mi? Öyleyse bir şeyhten mânen feyz almak isteyen mürîd de onu her şeyden önce sevecek ve hürmet edecek. Râbıta sözünün Arapça bir söz olduğunu düşünerek ve bu cevabın ışığında insanlar arasında çok kullanılması sebebiyle mevsuf hazfedilmiş sıfat (râbıta) kullanılır olmuş. İfadenin tamamının aslında şöyle olduğunu düşündüm: el-Mehabbetü’r-râbıta beynel-mürîdi ve’ş-şeyh, şeyhle müridi birbirine bağlayan sevgi!
Tahminen 1972 yaz günlerinden biriydi. Dünyamızdan ayrılışıyla (19 Şubat 2021) yüreğimiz dağlanmış bulunan merhum Emin Saraç hocamın dersinde Fatih Camii müezzin mahfilinde idik. Zaman zaman gördüğümüz gibi, o gün Afganistan tarafından adının Müceddidî olduğunu hatırladığım bir zat geldi. Kendisinin İmam Rabbânî soyundan olduğunu söylemişti. Aynı gün aynı derste bir de Senegal’den Muhammed isminde bir zat geldi. Bu zat da Dakar’ın büyük camisinde, üç yüz yıldan beri Hadis okutan bir aileden olduğunu söyledi. Arkadaşlarından, cemaatinden Paris’te çalışanları ziyaret için Fransa’ya gelmiş; oradan da vaktiyle Müslümanların hilâfet merkezi olan İstanbul’u görmeye ve buradaki Müslümanlarla tanışmaya gelmişti. Senegalli bu zat ayrılırken Emin Hocamıza “Ben burada tasavvuf ehli ile de tanışmak istiyorum, bana delâlet eder misiniz?” dedi. Hocam da bana “Sen bu şahsı İskenderpaşa’da Hocaefendi’ye götür” dedi. Saat yaklaşık öğleden önce on bir gibi idi. Gittik ki Hocaefendi önünde bir hadis kitabıyla meşgul… Oturduk, tanıştılar. Misafir olan zat 100 dolar çıkardı, bana uzattı Hocaefendi’ye vereyim diye. Bu durum bana çok şaşırtıcı geldi, Hocaefendi’ye hiç para verilir mi diye. Hocaefendi engin tecrübesiyle benim toyluğumu gördü ve dedi ki: “Al, al da şu kitabın yanına koy; herhalde hediyelik bir şey almaya vakit bulamadığı için böyle yapıyor!” Ben bu cevaptan rahatlamış ve parayı alıp masadaki kitabın yanına koymuştum. Senegalli Şeyh Muhammed, Hocaefendi’ye: “Ben Kadirî tarikatindenim; sizden de ders almak istiyorum” dedi. Ben o zamana kadar Hocaefendi’yi sadece Nakşî bilirdim. Hocaefendi konuşma sırasında buyurdu ki: “Biz de beş tarik var: Nakşibendiyye, Kadiriyye, Kübreviyye, Sühreverdiyye, Ceştiyye.” Yirmi sene kadar önce Hâlid-i Bağdâdî (k.s.) Hazretleri’nin Amasya’da medfun olan Halifesi İsmâil-i Şirvânî’ye verdiği hilâfetnâmeyi bulmuş ve gerçekten mühründe bu beş tarikin isminin yazılı olduğunu görmüştüm. Daha sonra bu belgeyi tercüme edip bir dergide yayınladım.
Bir saat kadar sonra kapıdan Hocaefendi’ye hizmet etmekte olan merhum Vahdettin ağabey içeri girdi. Her zamanki telaşlı haliyle: “Hocaefendi, araba hazır, gidiyoruz!” dedi. Hocamız her zamanki halim selim haliyle: “Biz İzmit’e gidiyoruz; vaktiniz varsa siz de buyurun, beraber gidelim” dedi. Şeyh Muhammed bana dedi ki: “Ben bu zatı çok sevdim; sen de gelirsen Hocaefendi ile gitmek isterim.” Misafirin bu samimi isteği karşısında merhum anneme öğleden sonra dönerim diye verdiğim sözü unutarak, “Peki gidelim” dedim. Şeyh Muhammed, konakladığı Hilton Oteli’nden gezmek için Chevrolet bir taksiyle anlaşmıştı. Hocaefendiler bir arabada biz de bir arabada yola revan olduk. İzmit’e varınca misafir yemek yemek istedi, zira henüz gideceğimiz Değirmendere’ye varmamıştık. Asya Oteli’nde yemek yedik. Hocaefendiler durmadılar. Meğer Değirmendere’de bir ağabeyin çocuğun sünnet merasimine gidiyormuşuz. Gittiğimiz evde sofra kuruldu; yemek sırasında evde “Efendim, bu zat benden ‘ürz yemeği’ istedi, bilemedim” denildi. “El-ürz ne demek?” diye sormuştum. “Pirinç pilavı” diye cevap vermişti. Böylece bu kelimenin manası, benim zihnimde Hocaefendi’den tatlı bir hatıra olarak kaldı.
Yemekten sonra Hocaefendi biraz istirahat etmek istedi. Ev sahibi de bizleri sahilde biraz gezinelim diye götürdü. Derken ikindi okundu. Namazı kıldık. Namazı kıldıran müezzin namazdan sonra aşır okudu, sonra selamlaştık. Ayrılırken Şeyh Muhammed bu defa 20 dolar çıkardı, müezzine uzattı. Fakat müezzin efendi almak istemedi. Ben de sabahki aldığım dersin verdiği cesaretle “Al, al, bu arkadaş size bir hediye vermek istiyor. Nitekim hadis-i şerifte “İstemeden sana bir şey verilirse onu al, ye (kullan), ihtiyacın yoksa başkasına ver” buyurulmuş, dedim. Müezzin efendi, “Bu zat nereli?” diye sordu. Ben de Afrikalı bir misafir dedim. Müezzin şu cevabı vermişti: “Allah Allah, bu gece rüyamda uzun boylu siyahi bir zat bana para veriyor; ben de bu kim diye sorunca, ‘Bu Afrika’nın kralı’ diyorlar! Ben de demiştim ki, ‘Evet, işte bu zat da Afrika’nın manevî kralı!’
Yüksek İslam Enstitüsü’nde asistan iken öğretim üyeliği tezi adıyla bir tez hazırlıyorduk. Enstitüler YÖK’ten sonra fakülte olarak üniversitelere bağlanınca Edebiyat Fakültesi Doktora tezi yönetmeliğine uygun olarak hazırladığımız bu çalışmalar, doktora tezi olarak kabul edildi. Bu çalışmayı hazırlarken danışman hocam Prof. Dr. Mehmet Maksudoğlu’nun teklifi üzerine İmam Malik’in el-Muvatta’ını esas alan bir çalışma planı sunmuştuk. Fakat o zaman Enstitü Yönetim Kurulu’nda kabul edilmemişti. Buna çok üzülmüş ve bir vakit namazından sonra Hocaefendi’ye durumu arz etmiştim. Her zamanki mütevekkil haliyle teselli eden sözler söylemiş, dualar etmişti. Bir müddet sonra ise “İmam Birgivî ve Arapça Tedrisatındaki Yeri” başlığıyla bir plan sunduk. Bu sefer kabul edildi. Buna ben de çok sevinmiştim. İmam-ı Birgivî’nin kim olduğunu henüz bilmiyordum ama Arapçayı onun kitaplarından okumuştuk. Bu haberi de bir öğle namazından çıkışta haber verince hocamız da çok sevinmiş, elimden tutup evine götürmüştü. Başka ziyaretçiler de vardı. Hocaefendi İmam Birgivî’yi övmeye ve ondan nakiller yapmaya başladı. Belki yarım saatten fazla konuşma sürünce Hocaefendi’yi daha fazla yormayayım diye izin alıp çıktım. Daha sonra mecliste bulunanlardan Mehmet Arar: “Hocam, neden toplantıdan çıktın? Hocaefendi ziyaretçilere belki bir saate yakın İmam-ı Birgivî’den bahsetti” demişti. İmam Birgivî tasavvufa karşıymış diyenlerin kulakları çınlasın!
1980 Şubat tatilinde, Yüksek İslam Enstitüsü Müdürü Ali Özek, yardımcısı Hasan Küçük, asistanlardan Yakup Çiçek’le ikimiz ve son sınıf talebelerinden seksen kişi ile iki otobüs halinde umreye gittik. Bir akşam namazında Erzurumlu Mustafa Necati Efendi’yi ziyaret ettik. Hocaefendi -hatırımda kaldığına göre- o gün talebelerine Kudûrî kitabını okutuyordu. Çıkarken uzun zamandan beri Medine’de mücâvir olan Arnavutluk’tan bir zat, bizim İstanbul’a döneceğimizi öğrenince bana dedi ki: “İstanbul’da yaşayan kardeşime bir şey göndereceğim, götürür müsün?” Nefsime uydum, işlerimin çokluğunu bahane ettim. Adam yaşlı ve tekerlekli sandalyeyle camiye gelmişti. Bir iki adım attık; adamın hali aklıma geldi, içimden bir ses, “Bu durumda olan bir adamın isteği geri çevrilir mi, hem de Medine-i Münevvere’de?” dedi. Hemen adamın yanına koştum. “Ağabey, neydi sizin göndereceğiniz, belki yapabileceğim bir iştir”, dedim. “Bir kg kahve” dedi. “Uzun zamandır görüşemediğim kardeşime götüreceksin, adresini size vereceğim.” Tamam, olur alayım, dedim. Adam, yakında bulunan Beşirağa Medresesi’nde kalıyormuş. Gittik, aldım. Ama oradan, Erzurum Ribatı denilen binada kalan Muhammed Zahid Kotku Hocamızı ziyarete giden arkadaş grubundan, geri kalmış oldum. Tarif edilen yere gittim. Ben de Hocaefendi’nin elini öpüp oturdum. Kendisi karyolasında oturuyordu. Benden evvel giden arkadaşlar sorular sormuş, cevaplar almışlardı. Merak içinde arkadaşlara, “Neler sordunuz, ne cevap aldınız” diye sordum. Bir arkadaş belki o zaman Suud hükümetinin verdiği, adeta Türkiye’de bir memurun maaşı kadar olan talebe burslarını duyunca, “Hocam biz de Mekke’ye, Medine’ye okumaya gelmek istiyoruz, ne dersiniz?” diye sormuş, Hocamız çok önemli bulduğum şu cevabı vermiş: “Gelin, okuyun ama burada kalmayın; bizim memleketimize dönün. Hizmet bizim memleketimizde!” O zamandan sonraki gelişen durumları düşününce ne kadar da isabetli bir söz, ne kadar ileri görüşlülük!
Çevresinde bulunanlara yapabilecekleri hayırlı hizmetleri yapmaları için teşvik ederdi. Mesela maddi imkânları ölçüsünde kendi memleketi Zonguldak/Bartın taraflarında bir Kur’ân Kursu açmasını Necdet Nalbant ağabeye tavsiyede bulunmuştu. Asker arkadaşım merhum Mustafa Gazel’den (2021, Kütahya)duymuştum. Hocamız bir gün Konya’da Yüksek İslam Enstitüsü talebelerine konuşma yapmış, demiş ki:
“Kardeşler, siz yakında mezun olacak ve her biriniz bir yerde vazife alacaksınız. O zaman ben şurası olursa gitmem, falan yerde vazife almak istiyorum gibi isteklerde bulunmayın. Bilseniz ki şu dağın başında bir tek adam var, o bir tek adam için oraya gidin ve onu irşad edin.” Mustafa Gazel demişti ki: “Ben de mezun olunca Kars’ın bir ilçesi olan Susuz’a müftü olarak tayinim çıktı. Birçok arkadaş becayiş yapmak için çok uğraştılar. Ben öyle bir yola başvurmadım. Mademki, Hocaefendi öyle söylemişti, ben de gittim, işe başladım. Orada bir Kur’ân Kursu yapmak nasip oldu. Genç, yaşlı birçok insana Kur’ân ve dini bilgiler öğretmek nasip oldu.”
Hocamızın vefatından sonra birkaç defterini getirdiler. Okunaklı bir yazısı vardı. Ben okunuşunu yazdım. Kardeşim Şeref Emrah Arslan da daktilo etti. O yazılardan Ehl-i Sünnet Akâidi, Ana Baba Hakları ve Hadislerle Nasihatler kitapları neşredildi.
O yazılardan aklımda kalan önemli hususları arz etmek isterim.
- Tarikat, mezhep ve kavmiyet gibi durumları bahane ederek biz Müslümanları bölmek istiyorlar; buna çok dikkat etmeli.
- Herkes ne iş yapıyorsa onu en iyi şekilde yapmalı, nasıl en iyi şekilde yapılacağını öğrenmek için her gün bilgisini artırmalı.