“Sakın kader deme, kaderin üstünde bir kader vardır” sözleriyle, İslâm dünyasının son çağdaki görüntüsünün yanıltıcı olduğunu; “sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır” derken ise Allah’ın engin rahmet kapılarının açılmasının elimizdeki anahtarı görmekle başlayacağını söyledi. Musa’nın elindeki asayı fark etmesi gibi bir farkındalıktı istediği.
Mustafa ÖZKAYA

Sezai Karakoç aramızdan ayrıldı, ancak geride ilmek ilmek dokuduğu muhteşem bir diriliş dinamizmi ve son derece estetik bir entelektüel miras bıraktı. O, her konuşmasının girişinde bize bu yüce dini intikal ettirerek atalarımıza minnettarlığını ifade eder ve onlara da dua ederek sözlerine başlardı. O, silsilesinin çağımızdaki en güçlü halkalarından biri olması nedeniyle ona olan minnettarlığımızı belirterek, en içten dualarımızla onu uğurluyoruz.
Sezai Karakoç, Mevlana’dan sekiz asır sonra tıpkı onun gibi inşa ettiği dev şiir ve edebiyat sütunları arkasında muhteşem tasavvuf hazineleri çoğalttı ve bu esnada aramızda halktan, sıradan, biri gibi yaşadı. O, İslâm’ın eşsiz güzelliklerini ve kutlu anlatılarını, mükemmel bir işçilikle, duygu ve düşüncenin en estetik formunda ele alarak mücevher gibi işledi. Bunu yaparken ise Türkçe’nin çoraklaşan bozkırlarını, çağlayan ırmakların yeniden yeşillendirdiği bereketli ovalara dönüştürdü. Altın dolu sandıklar gibi olan kitaplarını, muazzam parıltılarıyla göz kamaştırıcı hediyeler olarak bıraktı ve arzuladığı o öteler ötesine doğru yolculuğa çıktı.
Sezai Karakoç, adeta peygamber halkasından kopup bugüne bir zaman tünelinden gelmişçesine taptaze bir imanla ve sükunetli bir kararlılıkla dirilişin düşünsel çerçevesini ve eylem planını yazıya döktü. “Sakın kader deme, kaderin üstünde bir kader vardır” sözleriyle, İslâm dünyasının son çağdaki görüntüsünün yanıltıcı olduğunu; “sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır” derken ise Allah’ın engin rahmet kapılarının açılmasının elimizdeki anahtarı görmekle başlayacağını söyledi. Musa’nın elindeki asayı fark etmesi gibi bir farkındalıktı istediği.
Son yüzyılda, insanımızın kültürel kodlarında yaşanan derin kırılmaların ve entelektüel erozyonun çok daha şiddetlisi yine bu topraklarda tam sekiz asır önce de yaşanmıştı. Bugün biz maalesef, Haçlıların püskürtülmesi sonrasında hazırlıksız yakalanılan ve adeta bir virüs gibi hücrelere kadar sızan Moğol istilasının sebep olduğu kültürel yıkımın tam olarak ne olduğunu idrak edecek tarihsel hafızadan mahrumuz. Bir asır süren varoluş mücadelesi ve yaşanılan büyük travmalar, kendi başımızın çaresine bakma telaşıyla kuşatıcı düşünebilme yetilerimizi paralize ettiği gibi aydınlarımızda hafıza boşlukları oluşturarak tarihsel derinliklerini yok etti ve onları düşmanına aşık taklitçilere dönüştürdü.
Anadolu’da 1200’lü yıllar, çözülme ve çaresizliğin hâkim olduğu yıllar olarak, şaşırtıcı derecede 1900′lerin Anadolu’suna benzemektedir. Örülmekte olan kaderin ağları eğer tamamlanırsa, aynı 1300′lerde yaşandığı gibi 2000′lerde de hem dikey hem de yatay alanlarda yeniden diriliş dönüşümlerinin yaşanacağı benzer bir tarihsel döngü, mukadder görülmektedir. Türkleri Asya’nın steplerinden Anadolu’ya sevk eden iradenin, onları Haçlı ve Moğol istilasına adeta kalkan olarak kurgulamış olduğunu görmemek mümkün değil. Aynı iradenin 21. yüzyıldaki Anadolu üzerinde de benzer bir planının olduğunu hissediyoruz ve belki de fiilen tüm dünyanın gözü önünde hep birlikte tanık oluyoruz. Sezai Karakoç tam da bu sürecin başında ortaya çıkmış ve bu karanlık dönemin bittiğini, yepyeni bir dönemin başladığını en güzel söz demetleriyle müjdelemiştir.
Mevlana’nın iman coşkunluğunu elitize ve estetize bir forma dönüştürdüğü Mesnevi ile hedeflediğine benzer şekilde Karakoç da bizleri muhteşem şiiriyle yakalıyor. Onun, şiiri ile meşhur olma ve çok beğenilen bir şair olma niyetiyle yola çıkmadığı çok bellidir. Sanki, kendisine kulak vermemiz için hepimizi büyüleyici şiiri ve şiirsel üslubuyla yakalamak istiyor ve bize müjdelemek istediği diriliş çağını idrak edebilmemiz için var olan en estetik ve elit iletişim aracının o olması nedeniyle, şiiri tercih ediyor. Sezai Karakoç ‘subjektivitesi’ diriliş şiiri ve külliyatı ‘objektivitesi’ ile düşünce ve duygu estetiğinde, bizi kendine yol arkadaşı kılarak varoluşsal çözümlemenin kaynağına ve daha derinlerine inmiştir. Nihayetinde, ‘zaman’ ve ‘mekân’ bir maden gibi eritilerek, okuyucuyu fizikötesine ve zamanın anlamını yitirdiği üst boyutlara doğru taşınıyor.
Sezai Karakoç’un Mevlâna ve mesnevi üzerine yaptığı yorumlarda kullandığı subjektivite ve objektivite kavramlarının izahına tıpatıp benzeyen bir durum bu. Daha da basitleştirecek olursak, mesnevinin geçmişte bu coğrafyadaki etkisine birebir benzeyen bir sonucu, Sezai Karakoç’un eserlerinin yansımasında da görmek mümkün. Bu etkiyi kitlesel yani toplumsal bir etki olarak görmek doğru olmaz. Ne Mevlana’nın ne Gazali’nin ne de Karakoç’un böyle bir iddiası hiç olmadı. Bu etki daha ziyade öncülerde, aydınlarda, yaşanan ve yaşatılması gereken bir etkidir. Bu dikey etkinin kitleselleşmesi, yansımalara dönüştürülmesi, önceki dönemde Yunus Emreler ve Hacı Bektaş Veliler eliyle olmuş; Horasan Erenleri gibi bir gönüllüler ordusu eliyle de yatay yayılım ve hakikat hizalanması gerçekleşmiştir. Bir toplum, adeta ölüp yeniden dirilmiş ve doludizgin koşan atlar gibi taptaze bir imanla hayatlarının saatlerini yeniden ahiret vadesine göre kurmuştur.
Bu toprakların düşünce mayasında ve toplumsal meşruiyeti belirleyen örgütlenme modellerinde başat rolleri olan Mevlâna, Yunus Emre ve adını bugün hâlâ hatırladığımız onlarcasının hepsi, nasıl iyimser ve müjdeleyici idilerse Sezai Karakoç da tüm aykırı durumlara ve yıldırıcı gelişmelere rağmen iyimserdi, karamsar değildi. Her şeyin O’nun elinde olduğunu, O’ndan ümit kesmenin bir inanç sorunu kabul edilmesi gerektiğini ve geleceğin er ya da geç diriliş nesline evrileceğini söyleyerek kaderi her şeyin üstünde bir yere konumlandırmıştır.
Sözlerine gereksiz yere anlam yüklenen birçok karamsar kişiliğin de bu coğrafyada sahne aldığını ve zaman zaman itibar gördüğünü unutmamak gerekir. Bugün de aramızda birçok karamsar var, daha yenileri de çıkacak ve yıllar boyunca onların her türlüsüne şahit olacağız. İyi niyetlisine, kötü niyetlisine, tepkiseline, agresif eleştirmenine ve dindarlık tezgâhı açıp menfaat devşirenine. Çünkü kötümserler, İslâm toplumunun arada kalmışlığının tepkiselliğini ve gerilimlerini çok daha rahat kendi popülaritelerine kanalize edebilirler ve çok daha hızlı taraftar toplayabilirler. Alkış almaları daha kolaydır ve karizmatik pozlu aforizmaları üzerinden İslâm toplumlarının defolarına projeksiyon ışıklarını çevirerek, efendilerinden hızlıca kabul edilme payeleri kazanabilirler. Kabul etmeliyiz ki yaşadığımız çağda İslâm toplumları, türlü zıtlıklar arasında sıkıştı kaldı. Yaşantı ve inanışlardaki uyumsuzluk, ikilemlerden dolayı tepkisel karamsarlık söylemi, hep bir başkasını veya içinde olduğu toplumu suçlama eğilimi hem psikolojik ezikliği unutturucu hem de kısa vadeli tatmin duygusu verici olduğundan yoğun destek bulabilmektedir. Bu dilin ve söylemin, zaman zaman haklı gerekçelere sahip olmasının pek de bir kıymeti yoktur. Çünkü özgüven törpüsü gibi çalışan bu yaklaşım, bir müddet sonra kendini imha eden karakterler üretmektedir. Bu nedenle, geleceğe dönük hiçbir yatırım iddiası taşımamakta ve İslâm toplumuna faydalı bir katkı sunamamaktadır.
Bu çağda yaşayan bir aydının, kontrastlar ve polemikler arasından sıyrılarak bu tuzağa düşmemesi çok zordur ve neredeyse imkânsızdır. Sezai Karakoç bu zoru başarmış ve en başından itibaren şaşmaz bir misyonu “dirilişi” muştulamak gibi bir yükü omuzlarında tazeliği hiç kaybolmadan taşımıştır. Kelimeler ülkesine girişini en güzel sözlerle başlatarak, yeni bir çağın açılışını müjdelemektedir:
“Gelin gülle başlayalım atalara uyarak
Baharı kollayarak girelim kelimeler ülkesine”
Onun “Hızırla Kırk Saat” şiirinin sadece dizelere dökülmüş bir hikâye olduğunu düşünmek, sadece nasipsizlere özgü bir yorumdur. Doğrusu o, düşünce dünyasında Hızır ile bilfiil yolculuğa çıkmıştır. Bu şiirselliğin ve sembolizmin zirvesinde, bazen roller değişmekte ve Sezai Karakoç üstlendiği misyon açısından okuyucunun yol arkadaşı olan bir Hızır’a dönüşmektedir. Onun şiirine alışmış olan okuyucu, bir müddet sonra kutlu bir simülasyonun parçası olarak, Musa olup onunla zorlu yolculuklara çıkmaya hazırdır.
Sezai Karakoç için üç tarihi karakterin ayrı bir önemi vardır: Gazali, İbnü’l-Arabî ve Mevlâna. Bunlar, iç içe geçmiş üç halka gibidir ve yüz elli yıla yayılan bir süreçte öylesine bereketli bir hamur yoğurdular ki biz hâlâ Anadolu’da onun ekmeğini yemekteyiz. Çağımızda da Sezai Karakoç’un bir parçası olduğu bu kutlu zincirin yeni dönem halkalarının, bir bir tamamlanacağına tanıklık edeceğimizi düşünebiliriz. Konsantre ve rafine düşünce işçiliğinin, daha anlaşılır formlarda ve yaşayan örneklemlerle topluma yayılmasına ve kenetlenme modellerine dönüşmesine tabii ki Yunus Emreler, Hacı Bektaş Veliler ve adını bilmediğimiz yüzlerce Horasan erenleri aracı ve taşıyıcı aktörleri olmuşlardır. Bu sürecin bir benzerinin, yaşadığımız çağda bütün kollarda belki tam olarak başlamış olmasa da er ya da geç başlayacağına inanmak, kabul olması için bir duaya yüzümüzü dönmek gibidir.
Sezai Karakoç, şiir ve edebiyat üzerinden bir halkayı tamamladı ve artık aramızda değil. Bayram hazırlığındaki evlerde yaşanan tatlı telaşı andıran bir heyecanla aydın yetiştirmek için eserler, konuşmalar ve izler bıraktı ardında. Yapmış olduğu bütün çabaları, bir kazanda topladı ve almak isteyen herkese cömertçe ikram etti. Bir ömür boyunca, bu modern çağın içinden birer mermer sütun gibi yeni Gazaliler, İbnü’l-Arabiler ve Yunus Emreler çıkması ve sur anıtları oluşturması için diriliş muştusunu bir gergef gibi işledi.
Hakikatin kucakladığı şairdi, Sezai Karakoç.
En içten dualarımızla.
