O halde ne yapmalı? Gömmeli miyiz kendimizi değişmeden şehrin en işlek meydanına, en saf halimizle?
Derviş Çelebi

Sevgili dostlar, aslında bu ay Üstad Sezai Karakoç üzerine yazmak isterdim ancak bunun beni korkuttuğunu itiraf etmeliyim. Çünkü çalakalem bir övgü dizesi onu incitirdi, ayrıca o özensizlikten ve övgüden de hiç hazzetmezdi. Oysa çağımızın insanı ya tumturaklı, anlaşılmaz akademik metinler üretiyor ya da bu yüzyılın kahvehanesi diyebileceğimiz sosyal medya platformlarında kopyala yapıştır aforizmalar üzerinden hamaset pazarlıyor. Kendimi bu rüzgâra karşı korumaya elbette gayret ediyorum ama muhtemeldir ki kelimelerimin arasına istemeden de olsa sızıyordur endişesiyle, süte su karışsın istemedim. Onun hakkında yeterince düzgün bir metin üretecek donamıma ve ruh haline sahip olmadığımı hissetim ve ruhunu incitmekten korktum, bağışlanmamı dilerim. Bunun yerine ondan aldığım ilham ile dergimizin diğer başlığı olan sosyal medya üzerine yazmak istedim. Usul olarak birçok şey söylenebilir ama meseleye üstadın masal şiirinde zikrettiği babanın yedinci oğlundan ilham alarak, esastan bakmayı denedim, umarım bu şehrin en kalabalık meydanından bir çıkış yolu bulabilirim.
İnsan sosyal medya platformlarında kendisi olarak var olabilir mi?
Beni bu başlık üzerine uzun zamandır düşündüren ve bu konuda bir yazı kaleme almama sebep olan durumu şöyle açıklayabilirim; sosyal medya mecralarında yer alan yüzlerce insan, adına “nicname” dedikleri farklı bir isim ve simge kullanarak yer alan kişilerin çokluğundan ziyade bizatihi kendi ismi ile yer alan kişilerin, sanal alemde kurdukları cümlelerin, verdikleri fotoğrafların, bizatihi yaşadıkları gerçek hayattaki aynı kişiye tekabül edip etmediği. Eğer bu durum samimi ise bunu sürdürmelerinin imkânı nedir ve nasıl mümkün müdür? Yoksa sahte isim kullananların zaten böyle bir derdi olamaz. Onların çoğunlukla kendi heva ve heveslerinin peşinde giden insanlar ya da bir amaca matuf manipülasyon unsurları, algı ajanları olduğu aşikâr. Bütün genellemeler gibi bunun da bir hata olduğu ve istisnalar barındırdığını söyleyenlere elbette katılırım. Farklı ve izah edilebilir nedenlerle hesap açıp, bu minval üzere paylaşımda bulunanlar olabilir. Zaten onları fark etmek o kadar zor değil. Ancak bunlarda bile kişinin kendisini toplumda nasıl temsil ettiği, ona yüklenen misyon ile aslında onun arzu ettiği yani olmak istediği kişi arasında nasıl bir çelişki olduğu, sanal alem üzerinden dışa vurulmuştur.
Bu açıdan baktığımızda, bir yönüyle sosyal medyada yer alan insanların, gerçek hayattakilerden daha dürüst ve samimi olduğunu söylemek bile mümkün olabilir. Çünkü, gerçek hayatta aklından geçirip de söyleyemediği, yapamadığı ne kadar söz ve eylem var ise sosyal medya bunları yapmasına, söylemesine olabildiğince özgür bir şekilde izin veriyor. Buradaki özgürlüğü olumlu anlamda kullanmadım, herhangi bir sınırlama olmaksızın hatta bazen ürkütücü bir şekilde kişinin kendi ahlâkî değer yargılarından bile uzaklaşarak, bastırdığı ne varsa açık ettiği bir mecraya dönüşebiliyor, sosyal medya platformları. Bu yönüyle bu mecralar, kişinin heva ve heveslerini alabildiğine ortaya saçtığı, maruz kalanların ise idrak yollarını enfekte eden bir tarafı olduğunu söylemek mümkün.
Sosyal medya mecralarının insanı ifsat eden bir diğer tehlikeli yönü ise alabildiğine teşhir meydanları olması. İnsanı insan yapan en değerli duygunun, mahremiyetin, büyük ölçüde ihlal edildiği, insan gözünü ve gönlünü korumasının neredeyse imkânsız olduğu ve alabildiğine edep duygusunun tahrip edildiği bir sağnak yağmurdan bizi hangi şemsiye koruyabilir?
Bütün bu yazdıklarımdan sosyal medyadan uzak duralım çağrısı anlamı çıkabilir. Belli bir yaş kuşağı için bu mümkün ama yeni nesil için bunun romantik bir çağrı olduğunun farkındayım. O halde ne yapmalı? Gömmeli miyiz kendimizi değişmeden şehrin en işlek meydanına, en saf halimizle?
Yeşil sarıklı ulu hocaların bize öğretmediği bu kesik dansa karşı bir kalkanımız olmalı. Bunun nasıl olacağı konusunda da bu satırların yazarı mucize yaratacak bir reçeteye sahip değil. Ancak kadim bilgi, bize bunun mümkün olduğunu söylüyor. İnsanı koruyan önce iman, sonra salih amel ve bunu tamamlayan cemaat olduğunu biliyoruz. Hangi mecrada olursak olalım, haram bellidir, helal de bellidir. Haram ve harama giden yollardan dilimizi, elimizi ve gözümüzü sakınmak her mezrada kuşanmamız gereken zırhlardır. Ve illaki cemaat, bizi koruyan en önemli kalkandır. Hangi mecrada olursak olalım, kendimiz olarak veya bir cemaatin üyesi olarak, orada ayağımız kaydığında elimizden tutacak bir dostumuz, yanımızda olacaktır. Bizi eliyle, diliyle duasıyla her daim gözeten, düzelten dostlara her zamankinden daha çok ihtiyacımız var vesselam.