Yunus ve Mevlânâ Ne Diyor?

O hâlde, bir sorumluluk gereği olarak evvela Yunus ve Mevlânâ’nın zühd döneminden kendi devirlerine kadar gelen âlim, âbid ve mütefekkir sûfîlerin oluşturduğu Kur’ân ve Sünnet çizgisindeki tasavvuf anlayışının Anadolu’daki güçlü temsilcilerinden olduğunu belirtelim.

Mustafa ÖZSARAY

Dr., FSMVÜ İslâmî İlimler Fakültesi

Dünyada ve Türkiye’de birbirine zıt hayat anlayışlarına sahip kesimlerin, insanlığın ortak mirası düşüncesinden hareketle Yunus’a ve Mevlânâ’ya sık sık atıfta bulunduklarını görüyoruz. Öyle ki insanlığın ortak mirası düşüncesinin bir sonucu olarak, onları anlama adına dünyada ve ülkemizde birçok araştırma ve etkinlik yapılıyor hatta özel yıllar dahi ilan ediliyor. İlk bakışta, ne güzel, Yunus ve Mevlânâ herkes tarafından anlaşılmış ve seviliyor denilebilir. Evet, onların değeri hakkında bir farkındalık var yalnız bu farkındalıkta insanları özlerine ve yaratılış görevlerine davet eden Yunus ve Mevlânâ, hakikaten ne diyor diye bir çaba gösteriliyor mu yoksa hikmetli sözleri nefisler hariç tutularak başkalarına karşı bir gönderme aracı konumuna mı indirgeniyor? Ortada çelişkili bir durumun olduğu görülüyor ki buna dair tartışmalar gündemdeki yerini alıyor. Özellikle, bu zatların isimleri ile ilişkili olarak düzenlenen bazı kültürel ve sanatsal etkinliklerin, onların hayat anlayışları ve gayeleri ile uzaktan yakından ilgili olmadığına dair haklı tepkiler görülmeye başlandı. Bu tepkilere rağmen onların isimleri de dâhil düşünce ve manevi miraslarının itibarsızlaştırılmasına devam ediliyor. Bu durum böyle giderse, yeni nesiller Yunus ve Mevlânâ’yı birer sûfî olarak değil, birer kültürel mit olarak tanımaya başlayacak. Çünkü; düşüncesi ve eserleri ile yaşamış Yunus ve Mevlânâ kaybolduğunda, bunların yerini hayallerin şekillendirdiği Yunus ve Mevlânâ’nın alacağı kesindir. O hâlde, bir sorumluluk gereği olarak evvela Yunus ve Mevlânâ’nın zühd döneminden kendi devirlerine kadar gelen âlim, âbid ve mütefekkir sûfîlerin oluşturduğu Kur’ân ve Sünnet çizgisindeki tasavvuf anlayışının Anadolu’daki güçlü temsilcilerinden olduğunu belirtelim. Hemen sonra, tasavvufun ne olduğunu yine bu iki mütefekkir sûfînin de izlerini takip ettikleri kurucu sûfîlerin ifadeleriyle hatırlatalım. Şöyle ki:

“Tasavvuf, kalbi halka müracaattan (uymaktan) arındırmak, tabiattan gelen huylardan ayırmak, beşerî sıfatları söndürmek, nefsani davalardan uzaklaşmak, ruhani sıfatlar üzerine konmak, hakikatin bilgileri (ne sarılıp onun) ile yücelmek, ebediyete kadar en uygun tarzda hareket etmek, bütün ümmete karşı samimi davranmak, hakiki olarak (Allah’ın ahdine ve misakına) vefa gösterme görevini yerine getirmek, şeriatta Peygamber’e (a.s.) tabi olmaktır.”[1] (Cüneyd Bağdadî)

“Bizim terbiye yolumuzun temelini şu yedi şey oluşturur: 1. Kur’ân’a sımsıkı sarılmak, 2. Sünnete uymak, 3. Helâl yemek, 4. Kimseye eziyet etmemek, 5. Günahlardan kaçınmak, 6. Tövbe etmek, 7. Hakları yerine getirmek.”[2] (Sehl bin Abdullah Tusterî)

“Allah’a giden yollar çoktur, ama bunların en sahihi, en mamuru ve şüpheden en uzak olanı, kavlen, fiilen, azmen, akden ve niyyeten sünnete uymaktır. Çünkü Yüce Allah: “Eğer O’na uyarsanız, hidayete erersiniz”(Nur, 54) buyurmuştur.”[3] (Ebu Ali Cüzcanî)

“Tasavvuf, tamamıyla ahlâktan ibaret olup ahlâkça ziyade olan tasavvufça da ziyadedir. Tasavvuf safvet ve müşahededir.”[4] Ebu Bekir Kettanî

Bu tariflerde de görüldüğü üzere tasavvuf, kulun İslâmiyet’i layıkıyla yaşamasıdır. Yunus ve Mevlânâ’nın gayesi de bu! Ve onlar kendilerinin sürekli hatırlanmasını değil; insanın, daima kulluğunu hatırlamasını ve gurbet sayılan bu dünya hayatının kalıcı olmadığını bilip, asıl vatan olarak gördükleri ahireti sürekli hatırda tutarak yaşanmasını anlatıp gittiler. Pekâlâ, tasavvufî anlayışları eserlerinde bu şekilde yazılı iken onları anma ve anlatma adına neler yapılıyor doğrusu şaşırmamak elde değil! Bu meyanda; tasavvufun gayesinden bîhaber kimi yazarlar, Yunus veya Mevlânâ’dan bir söz devşirip, kendi düşünce sistemine ve yazılarına anlam derinliği kazandırmaya çalışıyorlar. Tasavvufun gayesinden bîhaber kimi şairler, iç sesleriyle ilhamı karıştırarak, bu muhakkik erlerin hâl dilini kâl diline çevirmeye çalışıyorlar!

Tasavvufun gayesinden bîhaber kimi sanatçılar, eserlerine bu Allah dostlarının sembolik anlatımından bir esin katıp gelenekle moderni sentezlediklerini belirtiyorlar.

Tasavvufun gayesinden bîhaber kimi politikacılar, müşahede sahibi bu sûfîlerin hak yola girmeleri için yetmiş iki milleti kulluğa davet eden sevgi dilini, sadece nutuklarında oy devşirme amacıyla kullanıyorlar.

Tasavvufun gayesinden bîhaber kimi tüccarlar, bu saygın erenlerin isimlerini ve ayinlerini ticaretlerine revaç için marka veya şov olarak kullanıyorlar.

Sosyal medyanın ortaya çıkardığı fenomenler ise bu konuda tam bir felaket. Onlar da daha çok tanınma ve para kazanma hırsıyla, dijital tezgâhlarına bu mübarek zatların sözlerini ve resimlerini bir ürün olarak yerleştiriyorlar.

Evet, buhranlı asırlarda Allah’ın bir lütfu olarak zuhur eden bu kâmil insanlar, kapıldıkları dünya kavgası sebebiyle ilâhî mesajı hissetmeyen -göz ardı eden- gafil insanları uyarıcı, düşündürücü ve harekete geçirici hikmetli sözlerle uyarıyorlardı. Öyle güçlü ve derin sesleri vardı ki bu sesler bugünlerde hâlâ işitilebiliyor. Tabii ki onların sözlerinin etkisi beslendikleri iki temel kaynaktan neşet ediyor. Azıcık gafletten kurtulmaya gayret edenlerin kulaklarında ve yüreklerinde onların sesleri yankılanıyor. Burası oldukça sevindirici ama onların üslubuyla ifade edersek bu sesleri anlayacak “can kulağı” gerekli. İşitilen sesler, sadece ağızlardaki dile değil göğüslerdeki dile tesir etmeli. İnsanda kâl ile hâl uyumlu olmalı.

Evet, gerçi bu zatlar o kadar engin gönüllüydüler ki kendilerini kulaklarındaki ve gözlerindeki perde sebebiyle anlamayan insanları da reddetmezlerdi. İnsan beşerdir, şaşar günahkâr da olabilir ama samimi bir pişmanlık ve tövbe ile gerçeği görür diye umutlu olmaktan ve her zaman onları hak yola çağırmaktan geri durmazlardı. Hidayet için vakti zamanı var diye beklerlerdi ama bu bekleyiş hidayetten nasibi olmayan inatçı ve cüretkâr samimiyet yoksunu olanlar için değildi. “Bu Allah’ın lütfudur, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir.”[5] âyetinde işaret edilen küllî iradeyi bilerek cüzî iradelerinin sınırlarını bilirlerdi.

Kuşkusuz, kendi eksikliğinin farkında olan samimi insanlar, kemâl sahibi bu erenleri engin gönülleri sebebiyle takdir eder, mukaddes tutar ve her zaman sever, sayarlardı. Bu sevgi ve saygı, milletin bağrında yer tutardı. Bundan dolayı, bu zatlar geçmişten geleceğe saygınlıklarını koruyarak yaşarlar. Burada şu soruyu da sormamız gerekir: Hakikat bu ise neden bu millet hayat tarzı bakımından çözüldü ve parçalandı? Nihayet bu necip milletin epeyce bir bölümü, kendilerini yozlaştıran yabancı kültürel kodlarla bakış açılarını ve hayat tarzlarını şekillendirir oldu? Bu milletin bazı fertleri, hâlâ niçin kendine insancıl başkasına şahin, kendine merhametli başkasına zalim, kendine demokrat başkasına despot, kendine müreffeh başkasına sömürgeci zihniyete sahip Batı hayat tarzının esiri oluyor?

Evet, Batı karşısında bilim ve teknikte geri kalan -değerler bakımından asla değil- devleti ilerletmek için XIX. yüzyıldan günümüze tartışılan bu probleme genel anlamda ya her yönüyle onlar gibi olalım veya tekniklerini alalım, kültürlerini almayalım çözümleri ile yaklaşıldı. Kıyısından kenarından devletin nimetlerinden daha çok istifade edenlerin, özüne ve köklerine bağlı milleti cahil zannederek yaptıkları bu tartışmaların, kavgalara dönüşmesi ve güç kaybı sebebiyle siyasî, iktisadî, askerî ve sosyal yapımız derin yarılmalara maruz kaldı. Altı kıtaya yayılan altı asırlık koca devlet çöktü derken, yeni bir umutla direnen millet bir araya gelip yeni bir devlet kurdu. Bu yeniden ayağa kalkış esnasında herkes kavgayı bırakıp ister hayat tarzı ister bilim ve tekniği olsun bir şekilde örnek alınan Batılı devletlerin işgalci güçlerine karşı varoluş mücadelesi verdi ama bu yeni süreçte sanki ülkeden kovulan sömürgeci Batılı devletler değilmiş gibi onların hayat tarzı ve sistemleri ülkeye ithal edilmeye başlandı. Neticede, milletin asırlar boyunca özümsediği kültürel kodlar da tepeden inmeci anlayışla değişime uğradı. Bu değişimde, geçmişte sanki tek hata yapan ulema ve meşâyih imiş gibi bu kesimler dışlandı. Bunların içinden ise geleneğine bağlı halkın, zihin dünyasında derin izleri olan Yunus ve Mevlâna modern toplumun inşasında ve halkın bu sistem değişikliğini kabulde bir araç olarak gerekli görüldüler. Bu gereklilik, bu zatların ne dediğinden ziyade nasıl algılanması lazım geldiği hususunda olan bir gereklilikti. İşte şu anda, geçmişten bugüne bu zatlarla ilgili yanlış algı ve uygulamaların görülmesi bu yanlış konumlandırmanın bir sonucu olarak karşımızda duruyor. İslâmî hayat deyince bunu gericilik diye görenler, buna karşın Yunus ve Mevlânâ Müslümanlığından söz edenler, bu büyük Allah dostlarının hayatın her anında “Allah adı yer alsın, zikriniz fikriniz Allah olsun” mealine gelen, Kur’an ve Sünnet’e uyan sözleriyle acaba hangi hayat tarzını anlattıklarını zannediyorlar! Hele Batılı sömürgeci devletlerde bir yandan İslâm karşıtlığı yaygınlaştırılırken öte yandan oralarda, resmi toplantılarda, bize karşı göstermelik olarak Yunus ve Mevlânâ’nın insancıllığından ve barışseverliğinden bahsedilmesi aldatmacasını ne zaman anlayacağız acaba!

Şimdi yanlıştan dönme zamanı. Bu zatları, gerçekte onların kendilerini tanımladıkları gibi tanımamız gerekir. Onları iyi tanımanın yolu ise düşünceleri ile birlikte yaşantılarına bütüncül bakmaktır. Bu zatlar, Kur’ân ve Sünnet’e bağlı tasavvuf anlayışının seçkin mensuplarıdır. Bu ise sağlam bir imanla birlikte söz ve amel uyuşmasına işaret etmektedir. Yani yaşanmayan hâllerden bahsedilmez. Gönül dili ile konuşulur ki bu dil de Kur’an ve Sünnet’in dilidir. Mevlânâ bu hakikati “Canım tenimde oldukça Kur’ân’ın kölesiyim. Seçilmiş Muhammed’in (s.a.v.) yolunun toprağıyım.” diye ortaya koymuş ve yine “Pergel gibiyim; bir ayağımla şeriat üstünde sağlamca durduğum halde öbür ayağımla yetmiş iki milleti dolaşıyorum.” diyerek bütün insanlığı İslâm’a davet ettiğini açıkça ilan etmiştir. Yunus Emre de bu hakikati “Şeriat, tarikat yoldur varana, hakikat, marifet ondan içeri.” sözüyle dile getirmiştir. Bu sözlerden şunu anlıyoruz ki bu Allah dostlarının amacı İslâmiyet’i ihsan kıvamında yaşamak ve yaşatmaktır. İhsan ise Cibril hadisi[6] diye meşhur olan hadis-i şerifte belirtildiği üzere Allah’ı görüyor gibi kulluk etmektir. Her ne kadar kul onu görmüyorsa da Allah onu her zaman ve her yerde görüyor.    


[1] Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliya, ter. Süleyman Uludağ, İlim ve Kültür Yayınları, Bursa 1984, s. 481.

[2] Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, Ter. Dilaver Selvi, Semerkand Yayınları, İstanbul 2009, s. 94.

[3] Tezkiretü’l-Evliya, s. 596.

[4] Tezkiretü’l-Evliya, s. 601.

[5] Cuma, 62/4.

[6] Buhârî, İman, 37; Müslim, İman, 1.