Mülkiyede ikinci sınıftan itibaren sıra arkadaşı Cemal Süreya’dır. Süreya’ya katkı sağlar, şiir düzleminde yardımcı olur, dışlanmasına rağmen onu savunur.
Fahrettin GÜN

1950: Ankara’da Mülkiye Mektebi’nde öğrencidir. Derslerine şevkle çalışır. Okul dışı zamanlarında kütüphaneye gider, orda bilhassa “Grand Larousse du Ving Piemen Siecle”, (Yirminci Yüzyılın Larousse’u) “Dictionaire de L’Acedemie Franceise” gibi Fransızca ansiklopedi ve sözlüklerin yardımı ile Fransızcasını ilerletir.
1951: Necip Fazıl, Ankara’ya gelince onu ziyaret etmeyi hiç ihmal etmez. O vesile ile bazı arkadaşlarla da tanışır.
Derslerle, ders notları ve kitaplarıyla sınırlı kalmaz. Okul kütüphanesinden, Milli Kütüphane’den ve Fransız Kültür Merkezi’nden yararlanmayı sürdürür. Dışarıda da edebiyat ve basın alanında olup bitenlerle ilgilenir.
Büyük Doğu Cemiyeti, yavaş da olsa yürüyordur. 1951 yılında Malatya, Diyarbakır, Kayseri, Kütahya, Tavşanlı şubeleri açılır. Bu gelişmelere çok sevinir. Bu illere giden N. Fazıl, büyük ilgiyle karşılanır. Çok geçmeden bazı olumsuz hadiseler ve iç çekişmeler yüzünden Büyük Doğu Cemiyeti kendini fesheder.
Fakültenin birinci sınıfında biraz da sınıf arkadaşlarının etkisiyle ebeveynine, Ergani’den kendisini nişanlamaları için bir mektup yazar. Fakat ebeveyninden olumlu cevap gelmez, o da üstelemediği gibi bir daha konuyu da açmaz. Daha sonraki yıllarda “iyi ki ailem bu önerimi ciddiye almamış…” diye düşünür.
O sıralarda mı yoksa daha sonraları mı, belki nişanlanma isteğiyle şuuraltı ilgisi olan ve biraz da kendini denemek için, “Rüzgâr” şiirini, Hisar dergisine gönderir ve şiir bu dergide yayınlanır.
Yine derslerinin yanı sıra sosyolojiyle, felsefeyle ilgili kitapları okur ve fikirdaşlarıyla düşünce bağlamında sohbetler eder.
İkinci sınıfa geçer. Yaz tatili Ergani’dedir. Orta üçüncü sınıftan itibaren Mülkiye’ye kadar ki yıllarda her tatilde iş bulup çalıştığı halde nedense bu yaz tatilinde çalışmaz. Yıllar sonra her aklına geldiğinde, o tatil sürecinde iş arayıp çalışması gerektiği halde bunu yapmadığından dolayı pişmanlık duyup kendisini kınar.
Bu tatil sürecinde evlerinin bahçesinde, havuz başında, ya da dut ağacının gölgesinde aralıksız olarak kitap okumayı sürdürür.
1952: Mülkiye’de ikinci sınıftadır. “Mona Rosa” şiirini yazar. Bir pazar günü, sınıf arkadaşları bir kır gezisi tertipler. Çiftlikte Söğütözü denilen mesire yerine giderler. Arkadaşlarının ısrarı üzerine “Monna Rosa”yı okur. O geziye katılanlardan bir üst sınıfta öğrenci olan Cevat Geray, bir gün sonra şiiri ondan ister. O da isteği geri çevirmez. Geray şiiri Hisar dergisine gönderir. Şiir bu derginin Haziran sayısında yayınlanır. Aslında kendisinin yayınlama diye bir niyeti yoktur. Ne var ki şiir büyük bir ilgi görür. O kadar ki o tür şiirleri yazmak moda olur. Aynı ay, “Yağmur Duası” şiiri Mülkiye dergisinde yayınlanır.
Yayınlandığı süreçte Büyük Doğu’yu takip eder ve Ankara’ya her geldiğinde Necip Fazıl’ı ziyaretini sürdürür.
O yıl birçok şiir daha yazar fakat onları yeterli bulmadığından dolayı yırtıp atar. Kütüphanede Verlaine’i ve Mallarme’yi okur. Kendi ifadesiyle “yazdıklarını kolayca beğenmesi söz konusu olamaz.”
Haziran imtihanları bitince Ergani’ye gider. Dersleri çok iyi olmakla birlikte İsmail Hakkı Karafakih isimli klasik bir hocanın “Borçlar Hukuku” dersinden ikmale kalır. Yaz tatilini Ergani’de ailesinin yanında geçirir. Eylül’de Ankara’ya döner ve ikmal imtihanını vererek üçüncü sınıfa geçer.
Tekrar “Monna Rosa” havasına girer. Eylül ve ekim aylarında ikinci “Monna Rosa”yı yazar. Bunun üzerine birincisine “Monna Rosa I /Aşk ve Çileler”, ikincisine “Monna Rosa II / Ölüm ve Çerçeveler” adını verir. Birincisi bir gencin ağzından yazılmıştır. İkincisi o gencin ölümünü anlatıyordur. Sonra güz mevsiminde “Monna Rosa”yı yazmaya devam eder. Üçüncü Monna Rosa’yı, bu kez kızın dilinden yazar. Adını da “Monna Rosa III/ Pişmanlık ve Çileler” koyar. Daha sonra, tam yılbaşı gecesi, yani 1952’yi 1953’e bağlayan gece, yeni bir “Monna Rosa” şiiri daha yazar ve adını da: “Ve Monna Rosa” koyar.
“Ve Monna Rosa, şairin dilinde bir rüyadan uyanışını anlatışı gibidir. Rüya, üç bölümlü Monna Rosa şiiri ile anlatılmıştır. Genç ölüyor, sonra kız ölüyor. Fakat ‘Ve Monna Rosa’da’ anlıyoruz ki, bütün bunlar şiirin hayalince cereyan eden olaylardır. Sanki bir rüyada olup bitmiştir. Ama ister istemez şunu soruyor insan kendi kendine:
Ve Monna Rosa şiiri de yeni bir rüya olmasın? Tabii ki şiir, gerçeküstücü imajlarla, rüya içinde rüya biçiminde gelişir.”
Kendisi böyle anlatır “Monna Rosa”yı. Monna Rosa’nın kitap olarak yayınlanmasına ilişkin şu ifadeleri serdeder:
“… Tüm şiirler bir kitap halinde toplandığında ya da şiir kitaplarımın sonuncusu olarak ‘İlk Şiirler’ adlı kitabım yayınlandığında tekrar gün ışığına çıkabilir. Rızamın dışında, yani iznim olmadan birçok korsan baskılar yapılmışsa da bunların çoğu yanlışlıkla dolu, sağlıksız nüshalardır. Ahlâkça tasvibi mümkün olmayan bu türlü izinsiz basmalara itibar edilmemeli, buna cesaret edenler de kınanmalıdır. Monna Rosa’nın, her şiir gibi bir doğuşu vardır. Ama şiire bakıp birtakım senaryolar uydurulduğu söyleniyor ki bunların çoğu asıl ve esastan mahrumdur şüphesiz. Şiire bakıp tümünü hayatın bir fotoğrafı gibi düşünmek, şiiri hiç anlamamak demektir.”
Hatıratının ilerleyen sayfalarında biraz daha ileri giderek;
“Gül’ kavramını yeniden diriltmenin gereğini düşünüyordum hep. ‘Monna Rosa’ (Mona Roza) böyle doğdu, modern bir Leyla ile Mecnun denemesi idi bu. Bir gencin dilinden anlatılış şeklinde başladı şiir. ‘Rose’ bilindiği gibi, ‘gül’ demektir. Böylece aşağılanan ‘gül’ kavramını yeniden gündeme getirmek istedim…”
Üstad Sezai Karakoç’un bu ifadelerine elbette hiçbir itirazımız yok. Lakin “Monna Rosa”nın ilk bölümü olan “Aşk ve Çileler”deki yukarıdan aşağı ilk ve son mısraların baş harflerini oluşturan “Muazzez Akkaya’m” akrostişine ne demeli, onu nasıl yorumlamalı…?
Kim bilir belki de üstad, aşkını küller arasına gömmüş ve hatırlamak istemiyordur… 1998 yılında “Monna Rosa” ilk kez kitap olarak yayınlanırken bu akrostiş, şiirde kendisi tarafından yapılan değişikliklerle bozulmuştur. Belki de akrostişteki beşerî aşk, onun ilâhî aşka vasıl olması için bir basamak olmuştur kim bilir? Çünkü beşerî aşkı tadamayanların ilâhi aşkı bulmaları mümkün değildir…
Bu satırların yazarı 1990’lı yılların başlarında bir ziyaret sırasında, “Efendim, Monna Rosa’yı niçin yayınlamıyorsunuz? diye sorduğumda, hafifçe tebessüm etmiş, sizler zaten yeterince elden ele çoğaltıyorsunuz”, demişti. Ben ise “üstadım, biz çoğaltmıyoruz, onu ezberledik” demiştim. O ise tebessüm etmiş ve eklemişti: “Belki ölümüme yakın bir süreçte yayınlarım…”
Üstadın bu ifadesi karşısında yüreğim hüzne gark olmuş ve büyük bir üzüntünün derin acısını yaşamıştım.
Bu yılın Kasım ayında Necip Fazıl’ın da isminin dâhil edildiği A. Emin Yalman’ın vurulma olayı olarak bilinen “Malatya Hadisesi” cereyan eder.
Derslerin yanı sıra uğrak yeri yine kütüphanelerdir. Kitapların gizemini keşfetmeye devam eder. İbadetlerini de aksatmamaya çalışır.
1953: Ocak, Şubat, Mart aylarında “Mona Rosa”nın tümü Mülkiye dergisinde yayınlanır. Yine bu yıl “Kar”, “Karaçay’ın Türküsü: Danseden İki Kardeş” ve “Şahdamar”, “İp” şiirlerini yazar. “İp” şiirini hiç yayınlamaz. Diğerleri İstanbul dergisinde yayınlanır.
Ankara’da Maraşlılar tarafından yayınlanan Akpınar dergisinde “Kültür Sanat Hareketleri” başlıklı yazılar yazar.
Mülkiye’de üçüncü sınıfa devam eder. Önce Malatya’da sonra da Ankara Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmeye başlanan “davada”, hapishanede yatmakta olan Necip Fazıl’ı ziyaret eder. Her ziyarette yüreği ümitsizliklerin, üzüntülerin iri acılarıyla yoğrulur. Müslümanların yeniden büyük baskı altına alınmış olmasının ıstıraplarıyla kavrulur.
Mülkiyede ikinci sınıftan itibaren sıra arkadaşı Cemal Süreya’dır. Süreya’ya katkı sağlar, şiir düzleminde yardımcı olur, dışlanmasına rağmen onu savunur. Fakat hatıratında bir hususun altını belirgin bir biçimde çizmeyi de ihmal etmez:
“… Oysa olayları kafasında evirip çevirip istediği şekle sokan ve gerçeğinden çarpıtan biridir. Yazılarında, bu tür, sözde benimle ilgili anıların hiçbiri gerçeği yansıtmıyor. Hep yozlaştırılmış, çarpıtılmış, yamru yumru hale getirilmiş hatıralar. Suçlama biçimine sokulmuş iddialar…
… Yakınlığımız ve dostluğumuz uzun süre sonra bir an fark etmişimdir ki, bu biraz tek taraflıymış.”
Yine hatıralarında -kendi ifadesiyle- Mehmet Şevket Eygi’yle ilgili olumsuzlukları mümkün olduğunca yumuşatarak vermeye çalışır. Fakat Cemal Süreya ile Mehmed Şevket Eygi’yi kıyasladığı tespitleri oldukça manidardır:
“Tabii ki Şevket’in ve Cemal’in hatıralarımda yerleri apayrı açılardan. Biri sanat, meslek ve arkadaşlık sebebiyle ilişkimizin sürdüğü sınıf arkadaşım. Öteki, İslâmî cephesi, bu alandaki faaliyetleri ve yine arkadaşlığımız sebebiyle yakınlığımızın devam ettiği bir arkadaşım. Cemal bazı konularda duyarlıdır. Ama genellikle sınırlı bir arkadaşlığı olduğunu zaman içinde anlamışımdır. Şevket de öyle. Hatta fazlasıyla. Şevket en yakın arkadaşlık gösterisi içinde bile bir yerde durur. Yaratılıştan böyledir ama Galatasaray bu eğilimi oldukça artırmıştır. Herhalde bu okul öngördüğü kişilikte her şeyi akılla açıklama alışkanlığını vermekte öğrencilere. Çıkar duygusu ön plandadır hep. Şevket, Galatasaray’dan, Cemal Haydarpaşa Lisesi’nden mezundu. Bu iki arkadaşta da bambaşka şekillerde ego baskındı. Bunları okudukları liseye borçluydular demek abartma olur. Ancak, anlaşılıyor ki okudukları liseler, onların bu yanlarını düzelteceğine artırmıştır. Çünkü genellikle böyle bir eğilim gözlemlemişimdir bu liselerin mezunlarında. Ama şimdi artık tüm aydınlara yayıldı rasyonalizm iddialı ego-santrisizm. Diğerkâm kişiler halkta çoğunlukta. Türkiye’nin ana dramı burada. İstisnai kişilikler her zaman olmuştur. Ama genellikle bu okullar, çıkarını çok iyi bilen, kendilerine yontan, feragat ve fedakârlığa yanaşmayan Batıcı tipler yetiştirmişlerdir.
Cemal, maddi çıkarına önem veren biri değildir. Ama sanat ve şöhreti açısından, yalan dâhil birçok tasvibi mümkün olmayan vasıtaları kullanmaktan çekinmez. Şevket ise parayı sever. Girişilen iş idealle ilgili bile olsa o hep kendi açısından bakar ve yorumlar. ‘Benim’ kelimesi kapital kelimelerinden biridir Şevket’in…”
1954: Kış mevsimi ilk kez dergi çıkarmayı düşünür. Çünkü bütün matbuat İslâmî içerikli yayın organlarına kapalıdır. Sanat ve edebiyat dergilerinin taşıdıkları ruh da onun ruhuna yabancıdır. Bir yandan sanat dürtüsü, bir yandan görev duygusu ve idealini dile getirme düşüncesi, onu kaçınılmaz bir şekilde dergi çıkarma fikrine iter. Bu düşüncelerle Mehmed Şevket Eygi’yle Yeni Ay diye bir dergi çıkarırlar. Lakin basılmış olmasına rağmen savcılığın uyarısıyla dağıtımı yapılamaz ve imha edilir. Akabinde Şevket Eygi Komünizme Hücum başlıklı bir dergi çıkarır. O dergiye de müstear isimle birçok yazı yazar. Sonra o dergiye yazı yazmayı bırakır. Bu ara Yeni Ay’ın ikinci sayısı için yazdığı ve Türkiye’deki Müslümanlarla Mısır’daki Müslümanların durumu arasında paralellik kurduğu “Bedir” başlıklı şiiri, Şevket Eygi’de kalır ve geri iade etmez.
Mehmed Kaplan yönetiminde yayınlanan İstanbul dergisi onu tatmin etmeyip, fikir ve düşüncesiyle pekişmese de şiirle ve şairlikle ünsiyetini devam ettirmek için bu dergiye şiir göndermeye devam eder. Nitekim kendi ifadeleriyle, “Dergiye şiirlerimi gönderdim, göndermezsem herhalde, şiir yazmamın devam edemeyeceğini şuuraltından hissetmiş olmam bunda etken olmuştur. Şiirlerin birçoğunun yazılıp daha yayınlanmamış olması ve bu durumun sürmesi halinde yeni şiir yazmanın anlamı olmayacaktı. İşte, herhalde, hep, şairlikle ilgimin temellice kesileceği son anda kaderin itişiyle, istemeye istemeye şiirimi gönderiyorum dergilere. İstanbul dergisi de böyle oldu…”
Diğer taraftan onun derdi günü Necip Fazıl’dır. Mahkemelerini izler, hapishanede onu ziyaret eder. Hatta son sınıfını tekrarlarken Necip Fazıl’a yakın dostluğu dolayısıyla girdiği bir işten sakıncalı bulunarak çıkarılır.
Necip Fazıl “Malatya Hadisesi” davasından tahliye edilirken tevafuk sonucu hapishane çıkışında onu karşılar. Üstad ile Abdulhakim Arvasi’nin Bağlum’daki mezarını ziyarete giderler. O zamanlar Bağlum’a bir dağ yolu vardır ve köy çok fakirdir. Taksiyle mezarı ziyaretleri sırasında birçok çocuk toplanır. Üstad onlara para dağıtır ve Şeyhinin mezarını ziyaret etmekten dolayı oldukça duygulanır. Bu ziyaret esnasında Necip Fazıl, Şeyhinin mezarından kurumuş bir otu alıp koklayıp cüzdanına koyar. Hatıralarını yaşıyordur sanki.
Ve Necip Fazıl, mayıs ayında Büyük Doğu’yu haftalık olarak çıkarmaya başlar ve o ara Ankara’ya gelir. Son sınıfta okuyan Sezai Karakoç’un Haziran imtihanları yaklaşmıştır. İmtihanları da verince mezun olacaktır. Necip Fazıl en kısa zamanda İstanbul’a gidip dergide kendisine yardım etmesini ister. O ise imtihanlarının yaklaştığını söyler. Hatta yapmadığı bir şeyi yaparak imtihanlardan sonra gitmeyi önerir. Üstad, “olmaz” der, “hemen gel. Bu bir emirdir…”
Ergani’ye gidip durumu babasına anlatır. Babasına haber vermeden ve onun izni olmadan böyle bir harekette bulunmak istemez. Babası ise cevaben: “Doğru yapmamışsın. Önce fakülteni bitirir, sonra gidebilirdin. Ama mademki söz verdin, gitmen gerekir…” Bunun üzerine rapor alarak sınavları eylüle bırakır.
Ergani’de birkaç gün kaldıktan sonra İstanbul’a hareket eder. Necip Fazıl ona söylediklerini çoktan unutmuştur. Oysa o, “şayet gitmezsem üstad gücenecek…” diye imtihanları bırakıp gitmiştir. Hatta “demek gitmesem farkında bile olmayacakmış…” diye düşünür. Üstad’a kendisine söylediklerini hatırlattığında, “unutmuşum sana söylediklerimi ama iyi ki geldin…” diye karşılık verir.
Üstad’ın Feneryolu’ndaki köşkünün kütüphanesinde yatıp kalkar. Sabah erkenden Üstadla birlikte Kalamış İskelesi’nden vapurla Sirkeci’ye inerler. Derginin basıldığı Nuru Osmaniye’deki matbaaya uğrayıp, sonra derginin bürosuna giderler. Akşama eve döner, kameriyede akşam yemeğini yerler. Fakat çok geçmeden, Büyük Doğu Celal Bayar’ın emriyle toplatılır.
Hatıralarının ilerleyen satırlarında Üstad Sezai Karakoç şiire ve şairliğine ilişkin şu ilginç tespitleri yapmaktan da geri durmaz:
“Şiir yazma bende bir kader hadisesidir. Âdeta ben ondan hep kaçmışımdır, ama o da hep gelip beni yakalamasını bilmiştir. Ben, Sefiller ’in kahramanı Jean Valjan gibi hep kaçmışsam, şiir, o kader mahkûmunun yakasını bırakmayan müfettiş gibi peşimden gelmiştir. Ancak 1960-1970 arası dönemde, geceleri kahvede gençlerle yeri gelince şiir üzerine konuşmuş ve bu konudaki düşüncelerimi belirtmişimdir. 1970-1980 ve daha sonrası da dergi çıktığında zaman zaman gerek kendi şiirim ve gerek başkalarınınki hakkında tespitlerimi söylemiş, düşüncelerime işaret etmişimdir. Hatta birçokları daha ben yazmadan kendi görüşleri gibi yazmışlardır bu söylediklerimi…”
Kaplan yönetimindeki İstanbul dergisinde şubat ayında “Kara Yılan”, Nisan ayında “Kar”, Kasım ve Aralık aylarında “Köşe 1” ve “Köşe 2” başlıklı şiirleri yayınlanır. Hisar Dergisi’nin Mayıs sayısında ise “İşaret” şiiri yayınlanır. Aynı yıl “Lili” başlıklı şiiri de kaleme alır.
1955: Mülkiye’de son sınıfı tekrar etmektedir. Ocak-Şubat aylarında Şiir Sanatı dergisini çıkarır. Dergi büyük ilgi görmesine rağmen imkânsızlık yüzünden ancak iki sayı sürer.
Yine İstanbul dergisinde ocak ayında “Köşe 3”, Mart’ta “Köşe 4”, Nisan’da “Şahdamar”, Mayıs’ta “Veda” Ağustos’ta, “İnci Dakikaları”, Ekim’de “Pinpong Masası” başlıklı şiirleri yayınlanır.
Fakülteden mezun olan Sezai Karakoç, mecburi hizmet dolayısıyla tâyin edildiği Maliye Bakanlığı’nda çalışmaya başlar. Çok geçmeden Maliye Müfettiş Muavinliği sınavını kazanarak İstanbul’da görevlendirilir.
1956: Bu İstanbul’a üçüncü gelişidir. Öte yandan 1954’ten beri kapalıyken, bu kez günlük gazete olarak faaliyete geçen Büyük Doğu için de elinden gelen hizmeti verebilmek için koşuşturur.
Necip Fazıl haftada bir 2-3 sayfa büyüklüğündeki edebiyat/sanat bölümünü onun hazırlamasını ister. Ayrıca (Bizimkiler) başlığını taşıyan bir fıkra yazar ve burada günlük gazetelerin eleştirisini yapar. O günün tanınmış gazetelerinin klişeleri de görülen yazıda daha çok başyazıları eleştirir. O zamanlar her gazetenin tanınmış bir başyazarı vardır. Her gün yazarak olayların değerlendirmelerini yaparlar. Bu yüzden, sütununda, sık sık Nadir Nadi, Ahmet Emin Yalman, Falih Rıfkı, Hüseyin Cahit yazılarına dokunur. Üstad Necip Fazıl onun için, imza olarak “tahlilci” kelimesinin seçer: Bunu da “senin yazılarında hep tahlil var”, diye açıklar…
Bir yandan edebiyat sayfasını hazırlarken bir taraftan da fıkra yazar öte yandan gazetede o anda ne gibi bir eksiklik varsa onu tamamlamaya çabalar, öğle tatilinde ve akşam iş çıkışı gazeteye koşar ve gece saat 9’lara kadar ne iş varsa yapmağa çalışır. Bu durumu da şöyle anlatır:
“… Meslekten gazeteci olup bu piyasadan Büyük Doğu’ya transfer edilmiş olanlar benim durumumu bir türlü anlayamıyorlardı. Gazetede kadrolu personel değildim; para almadığımı da herhalde biliyorlardı, her gereken işe el atmama şaşıyorlardı, onların gözünde belki de muammaydım… Ama çok gençtim. Bir menfaatim de olmadığına göre neden koşturup duruyordum, bunu akıl edemiyorlardı. Bir insanın ideal için elinden gelen çabayı göstermesi diye bir hadiseden haberleri yok gibiydi…”
Büyük Doğu’da pek çok yazı kaleme alır. Cezayir bağımsızlık savaşından dolayı “Ötesini Söylemeyeceğim” şiirini yazar. “Monna Rosa” gibi diğer şiirleri de ikinci kez Büyük Doğu’da yayınlanır.
Bunların yanı sıra yine İstanbul dergisinde “Tut”, “Tahta At”, “Sultanahmed Çeşmesi” başlıklı şiirleri yayınlanır.
Büyük Doğu’ya onca emek vermesine karşın hazırladığı sayfaya sorumlu yazı işleri müdürünün müdahale etmesiyle tartışırlar. Oradan ayrılır. Ertesi günü hiç söylemediği sözlerin Necip Fazıl tarafından doğruymuş gibi kendisine aktarılmasına içerler ve üzülür. Büyük Doğu’dan ayrılır. Sonraları Necip Fazıl’la ilişkileri uzaktan ve saygı çerçevesinde sürer.
Aynı yıl ebeveyni ve kardeşleri onun daveti üzerine İstanbul’a taşınır ve Fatih’te ikamet etmeye başlar. Nitekim o günleri şöyle anlatır:
“… Ramazan’da teravihe babam ve kardeşlerimle birlikte Fatih Camii’ne gidiyoruz. Camiye sığmayan cemaat, avluyu da dolduruyor. Her caminin ayrı bir ruhaniliği vardır İstanbul’da. Diyelim ki biri mâneviyatı leylak kokusunu taşıyorsa, biri gül kokusunu, bir diğeri başka bir çiçeğin kokusunu duyurur insana. Geldiğimde bütün camileri dolaşmıştım. Ailem gelince de bir de onlarla birlikte dolaştık. Hatta Topkapı’da surun üstüne bile çıktık. Surlar, aşağıdan göründüğü gibi değil. Yukarıdan bakınca insan adeta korkuyor öylesine yüksek görünüyor insana surlar.
1957: Müfettiş Muavinliği görevini sürdürürken Annesi Emine Hanım, uzun bir hastalık sürecinden sonra haziran ayında İstanbul’da vefat eder. Annesinin vefatıyla derinden sarsılır ve annesinin vefatıyla ortada kaldıklarını, bir daha ailecek bir araya gelemediklerini belirtir:
“Bütün kurtarma çabamıza rağmen annem, bahar boyunca da hasta yatıp haziran başında vefat etti. Son günlerde bir kriz geçirince, hastaneye götürmüştük. Bir haftada orada kaldı ama orada iyileşmesi mümkün olmadı. 52 yaşındaydı. Çok zayıftı. Sessizdi. Hiç şikâyet etmez, bir şey söylemez, bir şey istemezdi. Son bir ay hiçbir şey yemedi. Zaten sağlığında da bir şey yiyip yemediğini bilemezdiniz. Oruçlu olduğu günle öbür günü ayıramazdınız.
Annemin vefatı, ailemiz için büyük bir darbe oldu. Bunalımlı kardeşim, adeta bundan kendini sorumlu tuttuğu için durumu daha da kötü oldu. Babam yaşlı, ben ve kardeşlerim, erkek çocuklar olduğumuzdan adeta öyle ortada kaldık…”
Annesinin vefatı üzerine annesini merkeze alarak tüm annelere ilişkin “Yoktur Gölgesi Türkiye’de” başlıklı şiiri yazar.
Şubat: Macar direnişi sebebiyle yazdığı “Kan İçinde Güneş” İstanbul dergisinde yayınlanır.
Görev gereği Balıkesir’e yaz turnesi için gider ve bu ilde dört ay kalır.
Pazar Postası dergisinde “Balkon”, “Deniz”, “Yoktur Gölgesi Türkiye’de” ve “Sabun” şiirleri yayınlanır.
1958: “Festival”, “Kutsal At, 1-2”, “Telefon Farkı”, “Anneler ve Çocukları” başlıklı şiirleri Pazar Postası’nda yayınlanır.
1959: 6 Ocak’ta “Sirkeci Faciası” diye bilinen hadisede hem yaralanır hem de yanında bulunan ve bütün şiirlerinin yer aldığı şiir dosyası ortalığa saçılır ve sular altında kalır. Bu hadise üzerine yazdığı “Ben Kandan Elbise Giydim Hiç Değiştirmesinler” başlıklı şiiri mayıs ayında Türk Yurdu dergisinde yayınlanır.
Uzun aradan sonra tekrar yayınlanmaya başlayan Büyük Doğu’da bazı şiirleri ikinci kez yayınlanır.
İlk şiir kitabı olan Körfez, Kül Yayınları tarafından neşredilir.
Görev gereği yazın turne olarak Diyarbakır ve Mardin’e gider. Diyarbakır’da kaldığı süreyi ailesiyle birlikte geçirir. Akabinde Mardin’e geçer ve orada çalışmalarını sürdürür.
Yaz turnesinin akabinde İstanbul’a döner ve bu kez Ankara Yeğenbey Vergi Dairesinde görevlendirilir.
1960: Bu zorlu süreçte bir yandan memuriyetini sürdürürken bir yandan da ilk kez aylık olarak Diriliş dergisini yayınlamaya başlar. Nisan ve mayıs aylarında iki sayı yayınlar. Görev gereği Van’da iken üçüncü sayısını hazırladığı süreçte 27 Mayıs İhtilali’nin cereyan etmesi üzerine derginin yayınına ara verilir.
Diriliş dergisinin bu yayınlanan ilk iki sayısında “Eski Kirazın Gereği”, “Çocukluğumuz” ve “Büyüyüp de Çocuk Kalmak” şiirlerinin yanı sıra yazdığı yazılarla Cezayir’in kurtuluş mücadelesine destek verir. Ayrıca dergide Muhammed Hamidullah ve Malik Bin Nebi’den çeviriler yapar.
Ne var ki bu çıkış iki sayıyla da kalsa Diriliş düşüncesinin, diriliş akımının nüvesini oluşturan, İslâm’ın dirilişine, insanlığın dirilişine zemin arayan bir başlangıç noktası, bir tutamak noktası olur. Artık o dirilişin kapısını aralamış, diriliş menziline girmiş, fikir ve mücadele noktasında kendine güvenli bir zemin, korunaklı bir siper oluşturmuştur. Bundan sonra Diriliş dergisi çeşitli inkıtalarla da olsa yayınlandığı her dönemde İslâmcı fikir ve düşünce noktasında bir ufuk açıcı, bir istikamet verici olarak çok boyutlu bir işlevsellik kazanmış, böylelikle düşlediği ve hedeflediği menzilde ödün vermeden, yılmadan, duraksamadan soylu adımlarla yürümeye devam etmiştir.
Yine bu yıl “Samanyolunda” ve “Kanarya” başlıklı şiirleri Türk Yurdu dergisinde, “İpin Ucunu Kaçıran İnsanlar” şiiri ise Türk Dili dergisinde yayınlanır.
Askerlik görevine başlar. Askerliğin ilk altı ayını Ankara Yedek Subay Okulu’nda, kalan bir yılını da Ağrı Karaköse’de tamamlar…