İçimdeki Suriye

Suriye’nin yağmuru sel, karı çamur demek. Yazları sıcaklığın doruğa ulaştığı, nefessiz bıraktığı çadırlarda durmak imkânsızlaşıyor. Kışın ise donma tehlikesiyle karşı karşıyasınız. Hanenizin etrafı yalnızca brandalarla çevrili. Ne rüzgârdan, yağıştan ne de soğuktan koruyor. Şehirlerin su ve elektrik alt yapısı ciddi hasarlara maruz kaldığı için temiz su ve aydınlatmaya erişiminiz fazlasıyla zor. Zaten var olan birkaç parça eşyanız kirlendiğinde diyelim ki yıkayacak su buldunuz kış soğuğunda, kurutabilmeniz mümkün değil. Binlerin bulunduğu kamplarda tuvaletler ortak, haneler iç içe. Her anlamda korunaksız.

Sena YUMURTACI

İstanbul Üniversitesi Yüksek Lisans Öğrencisi, Göç Araştırmacısı

Fotoğraf: Sena Yumurtacı, Eylül 2019, Suriye-Azez.

Saygıdeğer okur,

Benim bir derdim var. Çare yettiremediğim, umudumu yitirmediğim fakat gerçeklikten bir adım öteye gidemediğim derin bir dert. Hitabımın toplum nezdinde onlara verilmediği, yani saygı ve değeri layık görmedikleri insanların meselesi. Benim Suriye’min saygıdeğer insanlarının derdiyle söze başlıyorum.

Bir kalem tuttu el ve çizdi insanlık arasına giren sınırları. Sahi neydi üzerine ahkâm kesilen ulus-devletin getirdiği toprakları belirleyen fakat insanlığımızı ayrıştıran sınırlar? Sonra o sınırı geçip de bizim olana (!) geldiği için kıyametleri koparışımız…

Sınır içerisine sıkıştırılan bir “biz” ve sınırın dışında kalan “öteki” toplumunu zihinlere kazıdık. Sonrasında asıl sınırı biz aştık. Kalıcı sandık kendimizi ve sahip olduklarımızı. Ve sığdıramadık biz gibi olan dünya yolcularını. Yükleri ağırdı taşıyamadık. Bırakın taşımayı hafifletmek için uğraşmadık.  Zorlaştırdık yaşama son tutunuş çabalarını.

Karşıdakinin insanlığından soyutlayıp etiketlemek en kolay olandı; mülteci. Söyle bakalım mülteci, mahlûkatlar için yaratılmış koca yeryüzü mü dar geldi yoksa bizim gönüllerimiz mi pek dardı seni ağırlamak için? Statü kalıplarına yerleştiremedik;  mülteci, sığınmacı, geçici koruma altındaki kişi, “misafir”. Tüm tanımlamaların ortak gerekçesine sahip; kendi ülkesinden ağır insan hakları ve zulme uğrama korkusuyla ayrılıp geri dönemeyen kişi.

Sen son kez kapını kilitleyip çıktın, belki kilitleyecek kapın kalmamıştı geride, buradasın. Bense şimdi senin toprağına gidiyorum.

Suriye’ye adım atmak… Kavuşulmayı bekleyen memleket gibiydi, sınırın ötesi değildi çok içerideydi, içimdeydi.

Tanıdık bir his, bir yumru var. Kabristan ziyaretlerimi anımsıyorum. İnsan kendiyle dertleşir, yüreğindeki o düğümü anlatmak istemez ama içinde bağırtılar kopar. İşte öyle… Yakınımı kaybetmişim gibi, binlerce tanıdık acı, “ötekilerin” acısı içimde.

Tepeden çadır kentleri gördüğümde ölü toprağına bakıyor gibiydim. Çadırlar toprak üstündeki mezarlıklardı, insanlar ise kabirlerin üstünde yeşeren otlar, çocuklar ise ekilmiş çiçekler. Sarı sepya, tozlu, uçsuz bucaksız bir bilinmezlik ve mazot kokusuydu Suriye. Ölü belde üstünde yaşama telaşı, motor sesi ve çocuklar. Bu yavaş akışın içinde koca bir karmaşıklık, yokluğun karmaşıklığı.

Sırtımı yasladığım duvarın, evimin mahremiyetini sağlayan kapımın, temiz havaya açılan penceremin bir şükür sebebi olduğunu asla bilmezdim. Yattığım yatak batıyor. Başımın altındaki yastık, temiz çarşafım dahi lüks geliyor.

On yıldır sırtınızı yaslayacağınız bir duvarınız yok. Eşinizi, çocuğunuzu, annenizi, babanızı, kaç dayanağınızı kaybettiniz. Büyük sandığım dertlerim küçülerek alay ederken benimle; “öteki”nin derdi karabasan gibi çöktü tüm benliğime. Bu yokluğun son raddesi neydi?

Eskiden en çok yağmuru, sonbaharı severdim. Bembeyaz karların masumiyetiyle beklerdim kışı. Artık ne sonbaharı seviyorum ne yağmurları. Hele o kış hiç gelmese, çünkü karlar artık masum değil bu beldede.

Suriye’nin yağmuru sel, karı çamur demek. Yazları sıcaklığın doruğa ulaştığı, nefessiz bıraktığı çadırlarda durmak imkânsızlaşıyor. Kışın ise donma tehlikesiyle karşı karşıyasınız. Hanenizin etrafı yalnızca brandalarla çevrili. Ne rüzgârdan, yağıştan ne de soğuktan koruyor. Şehirlerin su ve elektrik alt yapısı ciddi hasarlara maruz kaldığı için temiz su ve aydınlatmaya erişiminiz fazlasıyla zor. Zaten var olan birkaç parça eşyanız kirlendiğinde diyelim ki yıkayacak su buldunuz kış soğuğunda, kurutabilmeniz mümkün değil. Binlerin bulunduğu kamplarda tuvaletler ortak, haneler iç içe. Her anlamda korunaksız.

Acılarla değil umutlarla dillendirelim diyoruz Suriye’yi. Acının insanların hayat tarzı olduğu bu durum karşısında hangi umut eyleme geçmeden gerçekliğin üstesinden gelebilir? Evet, umut bakî fakat acılar hâlâ diri. İnsanlığından dışsallaştırarak meşru haklarından dışladığımız bir toplum var. Haysiyete yaraşır bir şekilde yaşayamıyorlar. Tüm yokluğa rağmen dillerinden ve gönüllerinden hamd eksik olmuyor. Hâl dilleri tevekkül. Bizim hâl dilimiz ise acıları normalleştirmek oldu. Toplumsal problemlere bireysel çözüm arayışındayız fakat kayda değer bir sonuç için dayanışma kültürümüzü sağlamlaştırmamız gerekiyor. Olanın değişmesini bekleyerek kolaya kaçarken, insanlık krizinin acı sonuçları derinleşmeye devam ediyor. Sınır ötesinde değil, ötemiz ahiret. Sorulacak bir hesabımız, aşmamız gereken bir insanlık krizimiz var.