Çeşmeler ve Şairler: Bir Yürüyüş Denemesi

Ona göre çeşmeler de şairler de toplumun ortasında yüzyıllardır çağıldayıp duruyorlardır; ikisinin de alın yazıları unutulmak ve terk edilmektir ne yazık ki. Buna rağmen, insanların bu umarsızlığına karşın çeşmeler onların susuzluğunu giderirken, şairler de ruh susayışlarını gidermişlerdir.

Adem TURAN

Sezai Karakoç’un, İstanbul’daki tarihi çeşmelerden yola çıkarak kaleme aldığı “Çeşmeler” şiirini okurken hem su gibi akarız hem susuzluğumuzu gideririz hem tarihe bir yolculuk yaparız hem de tabiata açılırız, ağacın, çiçeğin ve suyun doğduğu yerlere doğru. “Çeşmeler” şiirini okurken, bir taraftan üstad ile birlikte İstanbul’u adımlarız bir taraftan da çeşmelerin unutulmuşluğunu görür ve üzülürüz. Biz bu yazımızda üstad ile birlikte yürüyerek, onun “Çeşmeler” şiirinde işaret etmiş olduğu çeşmeleri ziyaret edeceğiz, şiiri bir kere daha okuyup değerlendireceğiz imkânımız elverdiğince…

Yürüyüşümüzün henüz başlarındayken, çeşmelerin Sezai Karakoç’un yalnızlığından damıtıldığını anlıyoruz. Çeşmeler şiirinin I. bölümüdür burası; kurumuş ve unutulmuş, artık hiç kimsenin umursamadığı bu çeşmeler, aslında insanların/güncel hayatın içindedirler; her şeyi görür ve bilirler, öyle ki, bırakın insanları, onlar aydan bile haberlidirler mesela; aya dair her şeyi bilmektedirler. Yazarın şiirlerinde ay ve su şu şekilde anlamlandırılır: “…Karakoç şiirinde ay ve su ölümsüzlüğün ve dirilişin sembolüdür.” (Özger, 2015, s. 249).

Yürüyoruz üstad ile birlikte, biz yürüdükçe “Çeşmeler” şiiri bir kez daha yazılıyordu böylece. Yani “Bir kez ayakları üzerine dikildi mi, olduğu yerde kalamaz insan.” (Gros, 2015, s. 16). Bunu hepimiz biliyorduk. Şunu da biliyorduk: “(…) yürümek geri dönüşü olmayan bir şeydir.” insan için (Gros, 2015, s. 48).

Üstad, önce Fındıklılı Mehmet Ağa Çeşmesi’ne götürüyor bizi ağır ağır ve hiç acele etmeden. Silâhtar Tarihi’nin yazarıymış Fındıklılı Mehmet Ağa. Bu çeşmenin suyu içilmese de üstad bazı geceler buraya gelip, çeşmenin bozuk suyunda yenilmeyen karpuzlar ve acı salatalıklar yıkadığını anlatıyor bize. Taa aşağılarda bir yatır varmış ve Fındıklılı Mehmet Ağa Çeşmesi duâ niyetine bu yatıra, ölüm ötesinde açmış menekşeler kimliğinde türküler söylemekteymiş geceleri. Yatır da çeşme de yapayalnızmış ölen insanların arasında. Üstad, sıratı andıran bir çizgide, devrildi devrilecek bir hâldeymiş o sırada. Uzaklardansa ürpererek geçen yarasalar Beyoğlu’nu bir telgraf gibi iletiyorlarmış birbirlerine.

Ona göre çeşmeler de şairler de toplumun ortasında yüzyıllardır çağıldayıp duruyorlardır; ikisinin de alın yazıları unutulmak ve terk edilmektir ne yazık ki. Buna rağmen, insanların bu umarsızlığına karşın çeşmeler onların susuzluğunu giderirken, şairler de ruh susayışlarını gidermişlerdir. “Ancak hem şairlerin hem de çeşmelerin alın yazısının unutulmak, terk edilmek ve çağın karşısında yenilmeye maruz kalmak olduğuna yönelik vurgu, “cemiyet ruhunun” yitirilişine ilişkin bir sitemi içerir. (Kanter, 2018, s. 187)

“Taşını kırarsınız çeşmelerin

Başını kırdığınız gibi şairlerin

Ama onlar

Yağmurlarla akrabadırlar

Yer konuğudurlar göklerin”

Üstad, bir taraftan da bu canım çeşmelerin ne zaman durduğunu, neşeli çocukların sesini andıran seslerini kimlerin susturduğunu sorgular gibi bakıyordu hepimize! Öfkeliydi! Belli etmemeye çalışsa da titreyen sesi ele veriyordu öfkesinin derecesini; kırgındı da aynı zamanda. Kırgınlığını şu dizelerle dile getiriyordu gözlerimizin içine bakarak:

“Eski zamanların durmuş saatleridirler

Ne zaman durdular

Kim durdurdu onları

Kim kesti bu neşeli çocukların sesini

Kim susturdu o canım çeşmeleri”

Bazen gözlerini kapatarak, bazen de bakışlarını gözlerimize dikerek konuşuyordu, oradan da içimize giriyordu bir ateş topu hâlinde; o an sesi ya da elleri titriyorsa, bizim de titriyordu; yüzünde bir öfke yahut hüzün beliriyorsa biz de aynısını yaşıyorduk kaçınılmaz olarak, tam bir trans hâlindeydik yani: Çeşmeler, ah çeşmeler! Çeşmeler kapalı kapıları eski günlerin.

Çeşmelerin bu terk edilmişliği, bu umarsızlık, aklı başında olan her insana tarifsiz acılar verir hiç şüphesiz. Sezai Karakoç’un hüznünü anlayabiliyorduk işte bu yüzden. Çünkü bu çeşmeler onun için sihirli lâmbalarıdır tarihin, aynı zamanda da İslam uygarlığına açılan birer penceredirler.(Kanter, 2018, s. 188). Modernizmin gelmesiyle hem bu lâmbalar sönmüş, hem de söz konusu pencereler tahrip olmuştu. İnsanın içini acıtan, üstadı hüzne boğan meselenin bu tarafıydı. Oysa “su yerine süs akıyordu” bir zamanlar bu çeşmelerden (Karakoç, 2011, s. 46) Bir masalı yaşar gibi yaşıyordu insanlar hayatlarını. Ve bu çeşmelerin alınlarında sultanların tuğraları vardı. Çeşmeler, ah çeşmeler!

Ölümsüzlüğün kitabeleri

Sonsuzluğun mezar taşları

Çeşmeler

Yürümek güzeldi Sezai Karakoç’la birlikte, İstanbul da güzeldi ama Üsküdar, Tophane, Kabataş ve Sultanahmet’te gördüğümüz bütün çeşmeler tıpkı Kadıköy’de Osmanağa Camii’nin yanındaki Ulu Çeşme gibi çürümüş sebze ve yemişlerle kirletilmişti, üstlerine kokmuş isyan afişleri asılmıştı hepsinin. Yüzlerce yıldır ayakta kalabilmeyi başaran bu çeşmelerden bazılarının boyunlarına ise “Tamir Yapılır” levhaları asılmıştı idam fermanı gibi.

Hüzünlü ama bir o kadar da şiir yüklü bu yürüyüş, çeşmeler şiirinin şu dizeleriyle sona eriyor ve üstadın okuduğu her dizeyi biz de tekrarlıyorduk titreyen seslerimizle:

“Ya ben gidip bir çeşmeye kapansam

Ya çeşme bana açılsa

Ya çeşme gelip bende kapansa

Ya birlikte bir ağıt olsak

Kurumuş bir ağıt

Kurumuş bir kan gibi

İnsana ve kente”

KAYNAKÇA:

GROS Frédéric. Yürümenin Felsefesi, Kolektif Kitap, İstanbul- Mayıs 2020,15. Baskı, Türkçesi Albina Ulutaşlı.

KANTER, Beyhan. Sezai Karakoç Şiirinde “Eski Zaman Kartvizitleri”: Çeşmeler, Türk Dili Dergisi, Doğumunun 80. Yılında Sezai Karakoç’un Şiiri Özel Sayısı, Ankara- 2018

KARAKOÇ, Sezai. Ayinler/Çeşmeler, Şiirler VI, 7. Baskı, Diriliş Yayınları, İstanbul- Mart 2012

KARAKOÇ, Sezai. Şahdamar-Körfez-Sesler, Şiirler II, 9. Baskı, Diriliş Yayınları, İstanbul- Mayıs 2011

ÖZGER, Mehmet. Su Üstüne Medeniyet Kurmak: Sezai Karakoç Şiirinde Su’yun Dirilişi, Medeniyetin Burçları Sezai Karakoç Kitabı, Ali DURSUN, Kayseri- Nisan 2015