Günlük Defteri

Ne çabuk geçti zaman. On gün olmuş gideli. Kelimelerime ayna tutan sevgili günlüğümün sayfaları içine Sezai Karakoç adını yazmak, hürmet hissinin en yüce basamaklarından biridir. Ezel ve ebed mirasımızın ruh köklerini, sanat içinde nasıl şekillendirebileceğimizi en sahih biçimde bizlere gösteren kendisiydi.

Seyfettin ÜNLÜ

16.11.2021

Sezai Karakoç. Göklere çekilen kartalımız. Kendisini tanıdığım andan itibaren nedense hep Selman-ı Farisi efendimizin ruh ikizi olarak düşündüm. Bugün haber düştü yeryüzüne ve sevgili üstadımız, geçti Can’dan Canan’a Hû. Yaşadığı seksen sekiz yıllık ömrü nasıl da bereketli bir yağmurdu bu topraklara. Hakkını kimse ödeyemez.

17.11.2021

Adeta ezberlediğimiz; “Şehzadebaşı’nda Gün Doğmadan” şiirinde, “Yerleşecek yer aramamak, caminin avlusunda, soğuk bir taşa oturmak, gün doğmadan Şehzadebaşı’nda” demiştin ya üstadım.. İşte bu senin ruhunda açan güllerin tecellisi ile ebedi mekânın oldu bu gün burası, Şehzadebaşı toprağı.

20.11.2021

Üstad’ın kadirşinas hizmetkârlarından Temel Hazıroğlu’nun duygu dolu yazısını okuyorum. Üstad ile son akşamını anlatmış. Okurken boğazımda bir şeyler düğümlense de günlüğüme bazı bölümlerini not etmeden geçemeyeceğim:

“Bugün 15 Kasım 2021, Pazartesi. Yaklaşık bir ay önce ziyaret ettiğim ve üç gün önce, cuma günü telefonla arayıp halleştiğim üstad Sezai Karakoç’u Fındıkzade’deki Diriliş Yayınları’nda ziyaret ettim. Saat 21.25 civarı idi. (…) Üstad masasının arkasındaki koltuğuna oturmuştu. Bugün yine genellikle giydiği takım elbiseyi giymiş, kışları olduğu gibi kazaklı ve yazları hariç sürekli olduğu gibi kravat takmıştı. Masası her zamanki gibi derli toplu, düzenli ve tertipli idi. Hava biraz soğukça idi ve kalorifer petekleri açılmıştı. Soğuk günlerde olduğu gibi kalorifer ile birlikte elektrikli yağlı radyatör de çalışıyordu. Üstad, sol eli ile elektrikli yağlı radyatöre tutup ısınmaya çalışıyor ve bize bakıyordu. (…) Ben oturup biraz yerleştikten sonra, nasılsınız üstad, dedim. O da “iyiyim, ne olacak yaşlılık işte, rutin hastalıklar var”, dedi  (…) Çay içip sohbet ederken üstad, “biraz rahatsızım, birkaç gündür hiç uyuyamıyorum,” dedi. “Eskiden geç de olsa gece yarısı biraz uyuyabiliyordum, ancak şimdi ertesi gün sabaha kadar bile zor uyuyabiliyorum” ve arkasından “son üç gündür hiç uyuyamadım,” dedi. (…) Gerçekten üstad bu kez bayağı hasta idi. Hafif grip gibiydi, birkaç kez biraz derinden öksürdü. Daha önce söylediği gibi birkaç kez iyi değilim, uyku yok, yemek yok, baş dönmesi var, bakalım ne yapacağız, dedi. Ben de üstad isterseniz bir doktora gidelim, dedim. O her zamanki gibi doktora gitmek istemedi. Gece 00.10 sularında Ahmet’in sunduğu pekmez karışımlı ayva suyu içtik, üstad çok az içti. (…) Üstad koltuğundan kalkıp eve gitmeye niyetlendi. Pardösüsünü giymeye ve kaşkolünü takmaya yardım ettik. Yayınevinin kapısını kilitleyerek çıktık. (…) Biz dış merdivenlerden yavaş yavaş yola kadar inip çok az bir süre bekledik ve o arada Ahmet biraz yukarıda olan arabayı alıp hemen yanımıza geldi. Ön sağ kapıyı açıp üstadı arabaya yerleştirdim ve hayırlı geceler diyerek kapıyı yavaşça kapattım. (…) Üstad, o her zaman yaptığı gibi camı açıp el sallamayı yapamadı ancak aynı manada bakarak ve içeriden elini hafifçe kaldırarak vedalaştı. (…) Eve gidince saat 01.23’te tekrar Ahmet’i aradım ve “üstad iyi değil, birinin yanında kalması iyi olur” dedim. O da “ben de öyle düşündüm ancak istemiyor, sen git diyor, fakat bir daha deneyeceğim” dedi. Maalesef üstad yine kimseyi yanında istemedi. Ben sabahleyin arayayım diye düşündüm ancak belki biraz uyumuştur, rahatsız etmeyeyim diye her zaman olduğu gibi 17.00 sularında arayıp hal hatır sormayı düşündüm. Saat 15.00 civarında Ahmet arayıp cevap alamayınca eve gitti. Kapıdan da cevap alamayınca kapıyı kırdırıp içeri girdi. Ve maalesef “Uzatma dünya sürgünümü” diyen büyük usta vefat etmiş, yatağında uzanmış yatıyordu. Biz de haberi alınca eve gittik. Üstadın bir beyaz çarşafla üstü örtülmüş ve onun da üzerinde bir bıçak olarak yerde yatıyordu. (…)  Üstadın bu dünyadaki son gününe şahit olma kısmetini yaşamış iki kişiden biri olarak yerde yatıp göklere uzanan ulu çınara derin bir hüzünle bakakaldım.”

26.11.2021

Ne çabuk geçti zaman. On gün olmuş gideli. Kelimelerime ayna tutan sevgili günlüğümün sayfaları içine Sezai Karakoç adını yazmak, hürmet hissinin en yüce basamaklarından biridir. Ezel ve ebed mirasımızın ruh köklerini, sanat içinde nasıl şekillendirebileceğimizi en sahih biçimde bizlere gösteren kendisiydi. Şiirlerinden, yazılarına; konuşmalarından duruşuna kadar her hali, şaşmaz bir pusula idi anlayanlara. Onun bu duruşu, hatıralarında da zikrettiği gibi çocukluğundan itibaren şekillenmeye başlayan yüce bir duruştu. Bu toprakların neredeyse 150 yıldır yaşadığı sancıda; kaybettirilmeye, örtülmeye, yok edilmeye çalışılan aziz mirasımızı “ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz” sesiyle görünür kılan Karakoç, aslında kendisini yetiştiren ruh iklimine de işaret etmiş oluyordu. “Nedir o ruh iklimi?” dediğimizde ise “müslümanlıkla yoğrulan yurdu / müslümansız bırakma Allah’ım” yakarışının işaret ettiği hakikatin ta kendisiydi o iklim. Üstadın, çocukluğundan itibaren şekillenen karakteri Hz. Ali Cenkleri/hikayeleri ile Mevlid-i Şerif ve Muhammediyye’nin Anadolu’yu birer kandil gibi ışıtan hikmetleriyle yoğrula gelmişti. Şiirimizin adeta zamanlar üstü bir çizgiye ilerlemesinin sırrı da burada yatmakta değil miydi? Sezai Karakoç, bunun belirgin haritasını zaten daima vurgulamıştı. Hz. Peygamberin şairleri vardı. Hz. Ali, güçlü bir şair idi. Birçok sahabenin de şiirleri vardı.  Eski geleneğimizde büyük isimler mevcuttu. Maarri, Mütenebbi, Ebu Nüvas, Farid, Bûsîrî, Hariri, Endülüs şairleri ve Peygamberimiz çağı şairleri… Edebiyat Yazıları eserinde de “bizim şiir geleneğimizi din ve tasavvufun beslediğini; tasavvuf ve şiirin hayatımızda iç içe geçtiğini; Tekkelerin, Mevlevihanelerin ve Dergâhların şiir tapınakları” olduğunu ifade etmişti. Evet, elbette büyük şairler bir gelenek içinden doğar. Şiirimiz de gelenekten kopuk olarak düşünülemez. Gelenek bir okul, bir yoldur, varmasını bilene. Fakat burada şair için tehlike, geleneği şablonlar ile taklit sığlığına düşmektir. Karakoç’un işaret ettiği gibi burada şair, kendini tanıması açısından geleneğin etkisinden çabuk çıkmalıdır. Üstada göre şairlerin kimisi, bu hesaplaşma dönemini, geleneğe başkaldırma ve onu inkâr noktasına kadar vardırır. Bu ise bir yabancılaşmadan öteye geçmez. Böyle bir yabancılaşma açmazı yerine yapılması gereken gürültü kopararak geçmiştekileri yıkmak değil eser vererek onları eskitmek, sanatın gücü ile yeniden inşa etmektir. Sezai Karakoç işte bu inşayı yapmıştır. Yeni olmak için, eskinin sırrını bulmuş, Hızır’la Kırk Saat, Taha’nın Kitabı, Gül Muştusu ve Leylâ ile Mecnun gibi anıt eserleriyse bu ruh iklimini kendi dünyası içinde başarmıştır. Bu başarının anahtarı ise irfanî bilgiden geçmekteydi. Buna da varlıkların sırrına erenlerin ulaşabileceğini, şu dizeleriyle ne kadar veciz anlatır aziz üstadımız:

“Taşların kalb atışlarını duyanlar

Yalnız onlar okur benim söylediklerimi”

Karakoç, 1982 yılında yazdığı “Diriliş” adlı şiirinde (Gün Doğmadan, s.620) yazma amacını da şöyle dile getirir:

“Yeniden başlamak yazmak sanatına

Kat kat olup açılmak gök katına

İndirmek yeryüzüne Allah’ın rahmetini

Bir gül gibi sunmak dünya saltanatına

Varmak Rabbani ile çileye katıp çile

Muhyiddin-i Arabi ve Mevlâna hakikatına”

Bunun adına hikmete ulaşmak diyebilirim. Hikmet bizim yitiğimiz değil miydi?

Seksen sekiz yıllık ömrünü hikmetin nefesiyle yoğuran Sezai Karakoç, şimdi Şehzadebaşında;

“Yunus izli / Mevlâna çizgili/ Muhyiddin-i Arabi gölgeli / Gazali hacimli” sonsuzluk kumaşına bürünmüş olarak sonsuzluk yurdundan gülümsüyor kalplerimize.

27.11.2021

“Ah, güneş nerededir, nehir nerededir

Nehirlere batmış o güneş nerededir”

(Gün Doğmadan s. 449.)