Yağmur duası, kuraklık zamanlarında insanların Allah’a sığındığı ve yağmur için, bolluk, bereket için ona el açtığı duanın adıdır. Öyle zamanlarda hava açık olur. Bulutlu olmaz. Buna rağmen Sezai Karakoç, yağmur duasına çıksaydık bulutların yarılıp havanın açılacağından bahseder şiirde.
Harun YAKARER
Yazar-Şair

Sezai Karakoç’un şiirlerinin toplamı olan Gün Doğmadan kitabının içinde güneş kelimesi, tam 236 kez geçmektedir. Hepsi de aynı anlama gelecek şekilde kullanılmıyor elbette. Fakat büyük çoğunluğu mecâzî anlam içeriyor. Sezai Karakoç’un eserleri fikrî boyutuyla daima bir bütünlük arz edecek şekilde ele alınabilir. Buradan hareketle bazı sembolik kelime tercihleri de aynı anlam noktasından hareketle yorumlanabilir. Onun eserlerindeki “güneş” kelimesine bu cihetle bir göz atmak niyetindeyim.
“Yağmur duasına çıksaydık dostlar,
Bulutlar yarılır, hava açardı.
Şimdi ne ihtimal ne de imkan var.
Göğe hükmetmekten kolay ne vardı,
Yağmur duasına çıksaydık dostlar!”
Bu mısralar Yağmur Duası şiirinden. Yağmur duası, kuraklık zamanlarında insanların Allah’a sığındığı ve yağmur için, bolluk, bereket için ona el açtığı duanın adıdır. Öyle zamanlarda hava açık olur. Bulutlu olmaz. Buna rağmen Sezai Karakoç, yağmur duasına çıksaydık bulutların yarılıp havanın açılacağından bahseder şiirde. İstenen şey o halde havanın açması. Biz yukarıdaki bölümü mecazi anlamda yorumlayalım o halde. Yağmur bir rahmettir. Rahmeti dileseydik, Allah’a inanıp ona kulluk edip el açsaydık içimizin karanlıkları yarılır, oradan güneş parlayabilirdi. Yağmur sonrası güneş pırıl pırıl görünür. Yepyenidir. Hakikat gibi ışığı göze ve gönle ferahlık verir. O halde burada göğe hükmetmek de sadece yağmur isteğiyle ilgili değil. Allah’a layıkıyla kulluk eden ve onun yaratma üslubunu bilen insan önce eyler, sonra dua eder. Buna tevekkül denir. Göğe hükmetmek bu olsa gerek. Aynı zamanda ne yaparsak yapalım Allah istemezse yağmur yağdıramayız, sadece ona güvenip dua ederek muvahhid olduğumuzu da gösterebiliriz, Allah’ın rahmeti o zaman bizi bulur. Yeter ki yağmur duasına çıkalım. Tıpkı bu yıl çıkan orman yangınlarından sonra binlerce insanın yağmur duasına çıkmasıyla orman yangını olan yere yağmurun yağması ve yangının söndürülebilmesi gibi. Sonra mı? Sonra hakikatin güneşi pırıl pırıl parladı.
“Çocuk öldü mü güneş
Simsiyah görünür gözüne
Elinde bir ip nereye
Bilmez bağlayacağını anne”
Balkon şiiriyle Anneler ve Çocuklar şiirini birbirine benzetiyorum. Balkon şiirinde çocuk balkondan düşerek ölür, anne ise elleri balkon demirlerinde öylece kalakalır. Bir yazımda bu şiiri Doğu-Batı çatışması şeklinde yorumlamıştım. Masal şiirine de göndermelerde bulunarak balkonun evin dışını temsil ettiğini, evden çıkan çocuğun ölüm tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu, dışarı çıkmanın kendi benliğinden vazgeçmek demek olduğunu anlatmıştım. Anneler ve Çocuklar şiirinde de anneyi devletin, çocuğu milletin sembolü olarak ele alırsak şiirin canına can katmış oluruz. İnsanın manevi anlamdaki ölümü, kulluk bilincini kaybetmesiyle vuku bulur. Müslümanların son iki yüz yıldır yaşadıkları onun manevi ölümünü işaret eder. Hakka hizmet eden, ilâ-yı kelimetullah için harbeden devlet, artık evladı ölmüş bir anne gibidir. Onun gözüne güneş bile simsiyah görünür. Çünkü hakikatin davasını güdecek bir millet, yani evlat yoktur. Bu iki unsur karşılıklı olarak birbirini etkiler. Anne ölürse çocuk, çocuk ölürse anne, devlet yıkılırsa halk, halk hakikatten koparsa devlet artık tekinde değildir.
“Ve ne gün kapalı kapıların açılacak?
Kararmış güneşin ışıklanarak,
kendine geleceksin?
Seni hangi kahraman, hangi doğu kartalı pençesinin içine alacak?
Kartal, pençesinde seni ezercesine sıkacak da öyle mi kendine geleceksin?”
Çağ ve İlham -II eserinde geçen yukarıdaki metinde güneşin ışıklanarak karartısından kurtulması, kendine gelme, kapıların açılması, diriliş anlamlarında kullanılır. Şiirler-II kitabındaki Kış Anıtı şiirinde ise şu mısralar aynı doğrultuda söylenmiştir:
“Belki bir toz bulutu
İstanbul’a küflenmiş
Bir Avrupa akşamı dadanmıştır.”
İstanbul, İslam’ın önemli şehirlerindendir, fakat aynı zamanda asırlar boyu İslam’ın sancaktarlığını yapmış bir milletin, devletin de başkentidir. Bu açıdan İslam milletlerini temsil kabiliyeti olan bir şehirdir. Oranın fethi ve Ayasofya Camii ise Necip Fazıl’a göre bir mânânın zıt mânâya taarruz ve onu zebun edişinin sembolüdür. İşte İstanbul’un üstündeki toz bulutu bu mısralarda güneşi engelleyici bir işlevdedir ve üçüncü mısra asıl anlatılmak isteneni bize veriyor. Güneş, hakikattir. Hakikati engelleyense üstümüze çöken bu Avrupa akşamıdır.
“Evlerinin içi yeni güllerden
Görülmemiş güneşleri görülmemiş gözlerine getiren
Sağ köşedeki entari sol köşedeki şapka
Beni katil suların ortasına bıraka
Katil sular güneşi gözlerinden götüren”
Köşe şiirinden alınan bu mısralarda da “güneş” kelimesinin kullanımına bakalım. Sezai Karakoç Köşe şiirinin ikinci bölümünde bir cami tasviri yapar. Cami Allah’ın evidir ve şöyle söyler üstat: “Evlerinin içi kabartma bahar.” Cami süslemelerinde çiçek desenlerinin, özellikle de lâle tasvirlerinin çokça kullanıldığı malum. Buradan hareketle okununca camilerin “görülmemiş güneşleri görülmemiş gözlerine getiren” bir işlevi olduğunu anlayabiliriz. Güneşse hakikatin sembolü olarak bu şiirde de yerini bulmuş oluyor. Yukarıda güneşi engelleyen şey bir toz bulutuyken burada Batılılaşmanın sembollerinden biri olan şapka ve tıpkı toz bulutu gibi boğucu bir özelliğe sahip olan katil sulardır. Aynı anlam şiirin ilk bölümündeki “Fabrika dumanlarında resmin” mısrasında da vardır. Bu mısrayı ileride tekrar ele alacağım.
“Konuştun güneşi hatırlıyordum
Gariptin yepyeni bir sesin vardı”
Köşe şiirinin üçüncü bölümü, Efendimiz (a.s.m) için yazılmıştır bana göre. “Sen geldin benim deli köşemde durdun / Bulutlar geldi, üstünde durdu / Merhametin ta kendisiydi gözlerin” mısraları bize başka kimi anlatabilir ki? O konuştuğunda her şey iyileşir, cümle kötülükler susar; karanlıklar aydınlığa bırakır yerini, hak gelir bâtıl zâil olur. Onun konuşmasıyla hakikat bir güneş gibi kendini hatırlatır. Aynı bölüm şöyle devam ediyor:
“Dişlerin öpülen çocuk yüzleri
Güneşe açılan küçük aynalar
Sert içkiler keskin kokular dişlerin
İçinden geçilen küçük aynalar”
Tasavvufi düşünce geleneğinde Allah’ın yeryüzünde tecellileri vardır. Mutasavvıflar yaratma fiili yerine yansıma, yani tecelli etme fiilini kullanır. Bu tecellilerse teşbih yoluyla anlatılır. Dalga teşbihi, gölge teşbihi ve ayna teşbihi bunlardandır. Ayna teşbihine göre aynalarla dolu bir mekânın orta yerine bir cisim konulur. Bu cisim aynalar birbirine bakışık olduğu için sonsuz sayıda görünür. Görünenler asıl olanın yansıması, yani tecellisidir. İşte kâinattaki bütün varlıklar, asıl varlık olan Allah’ın sonsuz sayıdaki tecellileri olarak varlık sahnesine çıkabilmiştir. “Güneşe açılan küçük aynalar” mısrasındaki güneş kelimesiyle de neyin kastedildiği böylelikle daha net anlaşılabilmektedir.
“Ben Leylâ gibi güneş doğarken uyanamam
Şehir gece gündüz benim içimde uyur
Leylâ’yı götürüp Londra’nın ortasına bıraksam
Bir bülbül gibi yaşamasını değiştirmez çocuktur”
Köşe şiirinin dördüncü bölümünden alınan yukarıdaki dörtlük şiirin en sevdiğim yeridir diyebilirim. Bu bölümde ideal Müslüman tipi anlatılır ve Leylâ, o Müslüman tipinin adıdır. Tabii ki Müslümanlar için en ideal insan Hz. Muhammed’dir. Ondan sonraysa peygamberin sahabeleridir. Peki neden Mecnun değil de Leylâ? Çünkü Allah ilkin Hz. Muhammed’in nurunu yarattı ve ona olan muhabbetinden bütün insanlığı. Yani burada seven Allah, sevilen kuldur. Demek ki hakikî âşık, ma’şûkun kendisidir. İşte sevilen kişi, taa küfrün merkezine de konsa kendi olmaktan özüne uygun yaşamaktan, Müslümanca eylemekten geri durmaz. Sezai Karakoç yukarıdaki mısralarda kendi nefsine karşı da bir eleştiriyle “Ben Leylâ gibi güneş doğarken uyanamam” diyor. Güneş kelimesini hakikat ile eş kabul etmiştik. Leylâ güneş doğarken gözlerini kapatarak karanlığa mahkûm olmaz. Fakat biz bazen hakikatin ayan beyan ortada olduğu pek çok zaman gözlerimizi kapatıp karanlığa kendimizi mahkûm ederiz.
Yine Çocukluğumuz şiirinde de Efendimiz’i (a.s.m) “iyilik güneşi” olarak tavsif eder Sezai Karakoç ve şöyle der: “Annem bana gülü şöyle öğretti / Gül, O’nun, O sonsuz iyilik güneşinin teriydi.” Hz. Peygamber, hakikatin dile gelmiş hali olan Kur’an’ın ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Bu yüzden O’nun burada “güneş” olarak nitelenmesi de bu metne konu olan yorumumuzu güçlendirmektedir. Buna benzer daha birçok mısra “güneş” kelimesini bu cihetle anlamlandırarak güçlü bir yoruma kavuşabilir. Aşağıdakiler de bunlardan:
“Gel kalbini saat yap odamıza
Saatin içine kutsal sözler yaz
Güneş yap aska güzel ölümleri uslu ölümleri”
“Ben güneyli çocuk arkadaşım ben güneyli çocuk
Günahlarım kadar ömrüm vardır
Ağarmayan saçımı güneşe tutuyorum
Saçlarımı acının elinde unutuyorum
Parmaklarımdan süt içmeğe çağırıyorum seni”
Şiirlerinden sonra bir de Meydan Ortaya Çıktığında adlı hikâye kitabındaki Kartal adlı esere bakarsak durum daha da netleşecektir.
Öykü, kartalın güneşi görmek adına yaşadığı zorluklar üzerine kurulmuştur. Kartal, önceleri kolaylıkla görebildiği güneşi daha sonra onun özgürlük alanını işgal eden insanlar yüzünden göremeyecek hale gelmiştir. Bu aynı zamanda onun sonunu da getirmiştir.
Öyküde kartalın yaşadıkları dışsal ve içsel olmak üzere iki ayrılır. Dışsal olanlar insanların kirlettiği doğanın kartal üzerindeki biyolojik etkilerini anlatır. Sembolik olarak düşündüğümüzde ise kartal için bir gün bile görmezse yaşayamayacağı güneş, İslam’ı temsil ettiğinden insanın İslam’a ulaşmak adına mücadelesi ve sonunda mağlup olması, onun içsel olarak yaşadığı bir zorluğu ifade etmektedir. Artık modern dünya öyle bir hal almıştır ki kötülükle mücadelenin ana merkezinde olan Müslümanların dahi kalbini karartmaya başlamıştır.
“Tanrım ne korkunç kokusu vardır kentlerin. Kartal bu kokuya dayanamazdı. İnsanla o pis kokuyu özdeşleştirmek mümkün değildi. Ancak insanın ulaşamadığı yerler temizdi. Ve ancak, doğan, bir dağın ucundan çıkan yakıcı güneş temizdi.”
Bir dağın ucundan çıkan güneş, yani Hira’dan çıkan İslam güneşi. Modern insan, Batılılaşmayı kabul etmiş ve onun için kendisi olmaktan vazgeçmiş insandır. İşte bu modernleşmeyle kimliğinden uzaklaşan insan, öykünün arka anlamında Hira’dan çıkan İslam güneşinin kararmasına sebep olmaktadır. Modern insan, kartalın gözünde yüce bir varlık da değildir. Bu durum ise eşref-i mahlukat olan insanın, modernleşme neticesinde ne hale geldiğini çarpıcı bir şekilde bize gösterir.
Öykünün sembollerle örülü olduğunu ifade etmiştik. Öyküde kartal, Müslümanı; güneş İslam’ı; modern insan ise Batı’yı temsil etmektedir. Kartalın, yani Müslümanın yuvası olan İslam beldeleri, orayı fütursuzca gasp eden ve oranın halkını acımasızca katleden modern insanın, yani Batı’nın eline geçmiştir.
“Ama kimi zaman da tepesinden ateş boşaltırcasına onu yakardı güneş. İşte o vakit kartal anlardı güneşin ne demek istediğini. Çekil diyordu güneş, bundan ötesine, gerçeğin bundan daha açık ve çıplak anlatımına dayanamazsın demek istiyordu güneş.”
Bu cümleler bize iki şeyi hatırlatıyor: Birincisi Hz. Musa (a.s) ile ilgili olarak Araf Suresi’nin 143. Ayetinde geçen olaydır. “Mûsâ, belirlediğimiz yere (Tûr’a) gelip Rabbi de ona konuşunca, ‘Rabbim! Bana (kendini) göster, sana bakayım’ dedi. Allah da, ‘Beni (dünyada) katiyen göremezsin. Fakat (şu) dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de beni görebilirsin.’ dedi. Rabbi, dağa tecelli edince onu darmadağın ediverdi. Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca, ‘Seni eksikliklerden uzak tutarım Allah’ım! Sana tövbe ettim. Ben inananların ilkiyim’ dedi.” İkincisi ise Peygamber Efendimiz’in miraç hadisesi esnasında Cebrail (a.s) ile geldikleri sidretü’l-müntehada aralarında geçenlerdir. Cebrail şöyle der: “Ey Allah’ın Peygamberi, vallahi bir parmak daha gitsem kül olurum.” Hz. Peygamber (s.a.v) o noktayı geçer. Bir ara durup arkasına bakınır. Cebrail’in korkudan titrediğini görür. Buradan anlıyoruz ki Sezai Karakoç, öyküsünde güneşe kutsal bir anlam yüklemiştir. Öykünün son cümlesinde de güneş, kararmış olsa bile ölümsüz olarak yansıtılmıştır. “Evet, ölümün dehşet pençesi kartalı boynundan yakaladığı anda, güneşti bu; simsiyah bir karaltı halinde de olsa, güneş hala deviniyordu.” Bu cümleler bana Köşe şiirinde, Müslüman coğrafyasının anlatıldığı ilk bölümünden bir mısrayı da hatırlatıyor: “Fabrika dumanlarında resmin / Kirli ve temiz haritaları doldurmuşsun.”
Kartal ölmüştür fakat bu bir son değildir. İnancımıza göre ölüm bir başlangıçtır. O halde ölmeden dirilemeyiz. Sonsuz olan hayata başlayamayız. Prof. Dr. Turan Karataş’ın Nizami Yürüyüş adlı eserinde Muhammed Esed’den alıntıladığı şu cümleler bu hakikati daha güzel anlatıyor: “Öteki dünyanın varlığından bütün kalpleriyle emin olanlar bilir ki hayat-ı câvidânînin yolu zevalden geçmektedir.”