Mağlup görünen, fakat her zaman galip olan derviş ruhlu şair

Sezai Karakoç’un Düşünce Dünyasında Tasavvufun Yeri

Karakoç’un düşünce dünyasında medeniyet kavramının öncelikle vurgulandığı yaygın bir görüştür.  Bu kanaat doğru fakat eksiktir.  Karakoç’un tüm eserlerinde kanaatimizce en merkezî kavram metafiziktir.  Bir medeniyet dirilişini hedefleyen Karakoç için bu medeniyetin en temel niteliği, güçlü ve özgün bir metafizik inancına sahip olmasıdır.

Ömer ÖZGÜL

Dr., DİB Atama 1 Daire Başkanı

Sezai Karakoç son dönem Türk edebiyat ve düşüncesi için bir dönüm noktası olmayı başarabilmiş ender şahsiyetlerdendir. Güçlü bir şair olması yanında büyük bir fikir ve dava adamı olan Sezai Karakoç, tüm eserlerinde inandığı kültür ve medeniyet davasını insanlara aktarmak peşinde olmuştur. Onun şiiri ile tefekkürünü, sanatı ile mücadelesini birbirinden ayırmak imkansızdır. “Sanat tutumum genel dünya görüşümün bir bölümünden başka bir şey değildir.” diyen Karakoç, sanatı ile dünyaya bakışını örtüştürmüştür.

Materyalizmi çağın üstüne çöken en büyük kâbus olarak gören Karakoç, inkâra, redde, maddeciliğe karşı her alanda yeniden dirilişi savunur. Düşüncede diriliş, inanışta diriliş, edebiyat ve sanatta diriliş, aksiyonda diriliş, ruhta diriliş. Ona göre diriliş, yeniden doğuş, gerçekle yüz yüze geliş, hakikate erişmek demektir. Sezai Karakoç diriliş kavramını şöyle açıklar: “Hakikatin sırrı, diriliş. Sürekli diriliş. Hilkatte ne eskinin tıpatıp tekrarı ne geçmişsiz, köksüz, temelsiz yenilik vardır. Gerçek yenilik diriliştir. Doğum ve ölüm, hayatın birer yüzüdür. Ama diriliş, doğumla ölümün bir araya gelişinden doğan asıl hayattır. Hegelci diyalektikle söylersek, doğum tez, ölüm antitez, diriliş sentezdir.” (Çağ ve İlham III, 1998, s. 133) Karakoç dirilişi, yine kendi ifadesiyle şöyle dile getirmiştir: “Metafizik temelin, tazelenişinden başlayarak, tarihi perspektifi yenileme, hakikat doğrultusuna getirme erdeminin insanda mayalanmaya başlayan öz değişimidir diriliş.” (İnsanlığın Dirilişi, 2005, s. 137)Bir başka ifadesinde ise Karakoç, “Evet, hayatımızı metafiziğe ve metafiziği uygarlığa bitiştirmeliyiz. Dinin içindedir o. Din de onunla kucak kucağadır. Öyle ki bizim anlayışımızda, din, uygarlık ve metafizik, birbirine kopmaz bağlarla kenetlenmiş, birbiriyle iç içe geçmiş, birbirinden ayrılmaz, somut bir hakikat bütünü, yaşantısı ve tarihidir.” demektedir. (Edebiyat Yazıları I, 2012, s. 11).

Karakoç’un düşünce dünyasında medeniyet kavramının öncelikle vurgulandığı yaygın bir görüştür.  Bu kanaat doğru fakat eksiktir.  Karakoç’un tüm eserlerinde kanaatimizce en merkezî kavram metafiziktir.  Bir medeniyet dirilişini hedefleyen Karakoç için bu medeniyetin en temel niteliği, güçlü ve özgün bir metafizik inancına sahip olmasıdır.

Karakoç için şiir, insanın hakikat bilgisini arama çabasına matuf, bu yüzden metafiziğe dayalı ve tasavvufla iç içe bir sanattır. Şüphesiz şiir yaşanan, hissedilen, algılanan gerçekliğin en yoğun, en kapsamlı, en dolaysız, en veciz ifade edilme biçimidir.  Sezai Karakoç için ise şiir, rüyası görülen bir gerçekliğin eskiz alanıdır. Bu yönüyle Karakoç, peygamberlerin ve velilerin peşi sıra yürüyen, bu çağda bir nevi onlarınkine benzer bir sorumluluğu yüklenmiş, her alanda dirilişini gerçekleştirmiş nesillerin hayaliyle ömür sürmüş büyük bir mütefekkir ve şairdir.

Sezai Karakoç insanlık dramını sadece ekonomiye ve bedensel ihtiyaçlara indirgeyen maddeci bakış açısını reddetmiş; inanç krizini, yabancılaşma olgusunu, ahiret düşüncesini en ön plana almıştır. Yunus Emre’nin, Mevlânâ’nın, Şeyh Galib’in, Mehmet Âkif’in temsil ettiği bir uygarlığın şiirini çağımızda temsil etmiş, son dönem modern Türk şiirinin kurucu öncülerinden biri olmuştur.

Karakoç’un şiirleri, çok güçlü ve yüksek bir metafizik duyarlığı bünyesinde taşır. Öncelikle bu şiirler, onun iç dünyasında aşkın olana, metafizik alana karşı bir eğiliminin olduğunu hissettirir.  Hatta bu durum, bir eğilimden daha öte bilinçli bir kabulleniş ve sonsuz bir teslimiyet şeklindedir. Zira Karakoç’un imgeleminde metafizik öğeler ciddi bir yer tutmaktadır. Muhyiddin İbn’ül-Arabî, Mevlâna ve Yunus Emre’yi üstat bildiğini açıkça belirttiğine göre metafiziksel olarak nitelendirdiğimiz kavramların yoğun olarak tasavvufî mahiyette olduklarını söylemek yanlış bir tespit olmasa gerektir. Din duygusunu, inancın beslediği özü, metafizik açılımı ve gerilimi Sezai Karakoç şiirinden çıkardığımızda, geriye soluk benizli, kanı canı çekilmiş bir ceset kalır neredeyse. Karakoç şiirinin ruhunu ışıtan, parlatan, onun için büyük bir hazine olan dindir. O bir mutasavvıf değildir belki ama İslam’a teslim olmuş hakiki bir muvahhit olduğu aşikârdır.

Sezai Karakoç şiirlerinde İbnü’l-Arabî, Mevlânâ, İmam Rabbanî, Hallac-ı Mansur, Gazalî ve Cüneyd-i Bağdadî gibi büyük mutasavvıflara çokça atıfta bulunur. Genel anlamda çerçevesini Kur’an’da bulan bir yaratıcı fikrine sahip olan Karakoç, şiirlerinde kimi zaman tasavvuf epistemolojisinin belirlediği doğrultuda bir Tanrı anlayışını şiirine yansıtır. Karakoç, vahye dayanan metafiziğin insanlık için ne kadar büyük bir ihtiyaç olduğunu dile getirdiği “Tanrı Düzeni ve Metafizik II” adlı yazısında vahdet-i vücûd ve vahdet-i şühûd anlayışlarından bahseder. Ona göre sağlam bir metafizik zemin oluşturan İslam tasavvufu, vahdet-i vücûd ile hakikat/varlık meselesini çok esaslı bir şekilde çözmüştür. Fakat panteizm gibi aşırı yorumlara düşme tehlikesine karşı geleneğin, daha sonra vahdet-i şühûd anlayışını geliştirdiğini ifade eder. Bu anlamda Karakoç, varlık anlayışı konusunda her iki yaklaşımdan da etkilenmiş ve şiirlerinde bu iki anlayış doğrultusunda bir Tanrı tasavvuru geliştirmiştir.

Karakoç’un düşüncesinde insan, yaratılış sırrı gereği daima bir hakikat arayışı içerisindedir. Ona göre hakikat, mutlak hakikat ve izafi hakikat olmak üzere iki kısımdır. Mutlak hakikat kendisini izafi hakikat dünyasına bildirir. Bu anlamda vahiy, mutlak hakikatin kendisini anlatması; Kur’an ise mutlak hakikatin ebedîleşmiş âbidesidir. (İslâm, 1979, s. 33-36) Bu düşüncenin temel kavramı ise metafizik olmaktadır. Bu açıdan metafizik/tasavvuf Sezai Karakoç’un sanatının temelini teşkil eder. Onun için tasavvuf, şiir için bir malzeme değil, şiirin kaynağıdır.

Tasavvuf hakkında Sezai Karakoç, Diriliş Neslinin Amentüsü isimli kitabında tasavvufun atalet ve tembellik olmadığını, sosyal ve ekonomik gelişmelerin tekke fedakârlığı, tarikat hizmeti ve fütüvvet ruhuışığında gerçekleşebileceğini belirtmiştir.

Diriliş dergisini, bir edebî okul ve siyasi yönü de bulunan bir düşünce ekolü olarak değerlendirirsek tasavvufun bu yapı içinde önemli bir yeri olduğunu söyleyebiliriz. Diriliş dergisinin yayın politikası incelendiğinde, Karakoç’un kurguladığı medeniyet projesinde tasavvufun merkezî bir konumda olduğu müşahede edilir. Bunun en önemli göstergelerinden biri Diriliş’te yer alan tasavvuf klasiklerinden yapılmış tercümelerdir. “Klasik Edebiyat” üst başlığıyla yayınlanan Eski Türk Edebiyatı metinleri, bu metinlerle ilgili tanıtım ve değerlendirme yazıları genellikle sufî şairleri konu almaktadır. Yine Diriliş’te yayınlanan tasavvuf konulu yazılarda, Mevlana’ya gösterilen ilgi hemen göze çarpar. Karakoç’un Mevlâna adlı eseri de yayınlanmadan önce Diriliş’te yazı dizisi olarak yer almıştır.

Hızırla Kırk Saat, Taha’nın Kitabı, Gül Muştusu başlıklı uzun şiirler, hem biçim olarak taşıdığı özellikler dolayısıyla hem de tasavvufî kavramların, büyük mutasavvıfların ve eserlerinin birlikte zikredildiği, ayrıca tasavvufa ait sembolizmin yer aldığı şiirler olarak dikkat çekmektedir. Şairin bundan sonraki şiirlerinde de (Zamana Adanmış Sözler, Leyla ile Mecnun, Ateş Dansı, Alınyazısı Saati) aynı özellikler devam etmiş, böylece tasavvufun önemli bir temsil olarak yer aldığı bir şiir külliyatı ortaya çıkmıştır.

Sezai Karakoç’un şiirlerinde tasavvufun ne kadar önemli bir yere sahip olduğunun en açık göstergesi, birçok önemli veliye yer verilmiş olmasıdır. Şiirlerinde en çok zikredilen veliler tasavvuf tarihinin iki büyük zirvesini oluşturan Muhyiddin ibnü’l-Arabî ve Mevlâna Celaleddin Rûmî’dir. Bu iki büyük mutasavvıfa Hızırla Kırk Saat’te ayrı bir bölüm ayrılmıştır:

Şam’dayız

Mevlâna ve Mesnevi

Muhyiddin ve Yasin

Şems ve Füsus

Şems nasıl değiştirdi

Bengisu sarnıçlarından geçirerek

Mevlâna Celaleddin’i

Ve Yasin bir delikanlı biçiminde

Ağır ölüm hastalığında

Nasıl iyileştirdi İbn-i Arabi’yi

Mekke çatısında Füsus’un ve Fütuhat’ın yapraklarını ayıklayan

Güneşin yağmurun ve rüzgârın yardımcısı kimdi (Gündoğmadan, 2013, s. 230)

Şehzadebaşı’nda Gün Doğmadan isimli şiirinde ise iki büyük veli, Yunus ve Akşemseddin, Mimar Sinan’la birlikte zikredilir:

Külahıyla Yunus Emre

Sarığıyla Akşemseddin

Kavuğuyla Mimar Sinan

Gün doğmadan Şehzadebaşı’nda

Tek başına veli ağaç

Dallarıyla taşır göğü

Köklerine bağlı toprak

Gün doğmadan Şehzadebaşı’nda (Gündoğmadan, 2013, s. 117)

Köpük’te iseSarı Saltık, Ahî Evran, Veysel Karânî ve Şeyh Şehmus’la karşılaşırız:

Duvarda bir resim akıyor gençliğe

Çiçeklere çiçeklerdeki mirasa

Sarı Saltık Ahi Evren çalımlı bir kiraza

Çılgın öğlende

(…)

Zülküfül Dağı’nın bahçeleri

Yalnız orda açar özel bir peygamber çiçeği

Ağız yakan özel bir peygamber çiçeği

Sultan Şehmus ve Veysel Karani

İncir yaprağıyla sildiler gözümü çocukken (Gündoğmadan, 2013, s. 133-134)

Bu ve buna benzer nakiller şairin hayatında ve hayal dünyasında velilerin özel bir yere sahip olduğunu göstermektedir. Hızırla Kırk Saat başlıklı şiirle birlikte şairin şiirlerinde başta Hızır olmak üzere irfanî bilginin temsilcisi olan büyük veliler sık sık karşımıza çıkar.

Son olarak, Ayinler’de yer alan, şeyhin ve dervişin şairin dünyasında nasıl bir anlam taşıdığını gösteren mısraları nakledelim:

Her insan bir derviştir

Her inanan ermiştir

Düşer yalınayak ayinlerin yollarına

Gözü mıhlı ayağına

Gönlü mıhlı Tanrı’sına

Bırakmış kendini selam rüzgarına (Gündoğmadan, 2013, s. 503)

Karakoç, insanı inanan; inananı ise derviş olarak tanımlamaktadır. Bu zaviyeden bakıldığında yaşantısı, duruşu ve fikirleriyle gerçek bir derviş olan Karakoç için modern çağın ve şiirinin Şeyh Galibi demek uygun düşer kanaatindeyim.

Çağırdığım fecirde yoğrulacak bir yapı

Dumanlar içinde

Alevler içinde bir Şeyh Galip’tir ustası

Taş-ses mercan kitap doğurgan yara

Fırtına öncesi bir uygarlık

Dumanlar alevler kan içinde bir usta

(…)

Ve Şeyh Galip yeniden iş başında şafakta

Yeni dünyanın ilk ustalarından

Benim dünyamın muştucularından

Alev duman kan ve gül içinde (Gündoğmadan, 2013, s. 415-416)

Sonuç olarak, Sezai Karakoç’un şiirinde tasavvufun çok önemli bir unsur olduğunu söyleyebiliriz. O, tasavvufu derinden kavramış, özümsemiş ve içselleştirmiş bir şair ve mütefekkir olarak tasavvuftan aldığı ilhamla diriliş mücadelesini vücuda getirmeye çalışmıştır.

Sezai Karakoç sadece edebiyatı, sanatı, düşünürlüğü ile değil, duruşuyla da seçkin ve müstesna yere sahiptir. O abartısız, yalnız ve sade bir hayatı sürmeyi tercih etmiştir. Hiçbir ışıltıya, üne, alkışa aldanmamış, popülizmden uzak durmuş, televizyonların ve gazetelerin tüketim malzemesi olmamış, özenle kendi kozasını örmeyi sürdürmüştür. Hayatını diriliş davasına adamış, yaşadığı yoksullukları ve çileleri, iftira ve yok saymaları aşarak maddi olan her şeyin nasıl reddedilebileceğini ispat etmiştir. O, gençlik yıllarında Gülhane Parkı’nda tanıştığı bir şeyh efendi tarafından tavsif edildiği gibi mağlup görünen, fakat her zaman galip olan derviş ruhlu bir şairdi.