Sezai Karakoç’ta ‘Biz’deki ‘Ben’e Ağıt ya da Batılılaşma Paradoksu

Var olan her şeyin bir manaya işaret edebilmesinin o şeyin diri olmasıyla bağlantı olduğunu düşünen Karakoç için her şey, ancak Allah ile diri olabilir. Hayy olan Allah her şeyi diri kılarken ancak O’na imanla insan diriltici bir hâle gelebilir.

Muhammed Enes KALA

Doç. Dr., Ankara Yıldırım Beyazıt Üni. İnsan ve Toplum Bilimleri Fak.

Sezai Karakoç, güçlü bir tarihin içerisinde, çağın sorunlarına sadra şifa olabilecek imkânlar manzumesinin saklı olduğuna gönülden inanan bir mütefekkirdir. O, bu imkânların ‘ben’lerin içerisine sirayet etmiş bizlik şuuruna da yansıdığına inanır. O halde öncelikle üzerinde ciddi şekilde düşünülmesi gereken meselelerimizden birisi ‘biz şuuru’nun yitimidir.

Tarih, coğrafya üzerinde insanla tezahür eder. O halde zamanın, mekânın ve insanın aralarında çok hususî irtibatlar ağı vardır. Ortak tarihin, ortak mekânlar üzerinden akışına şahit olan insan, bizlik şuurunun hem müsebbibi hem de sonucudur. Zaman yitimi, mekân yitimi, bizde bizlik yitimine sebebiyet vermiştir. Neden ve sonuç arasındaki istikrarlı illiyet, insanın mekân ve zamandan boşandırılmasıyla parçalanmıştır. O halde meselemiz, evvelemirde biz şuurunun yitirilmesi ve bu yitimin şuuruna varılabilmesidir.

Bizi yitiren ben, savunmasız kalır ve ayartılmaya açık hale gelir. Ancak ‘ben fıtratı’nı tahrip eden tahakküm edici bir ‘biz anlayışı’ Sezai Karakoç’un düşüncesinde kendisine yer bulamaz. Zira şahsiyet önce ferdîdir. Şahsiyeti olmayan fert ancak sürünün bayağı üyesi olabilir. Sürüde ise şuur ve irade söz konusu değildir.  Karakoç, tam da burada içtimaî veçheden meseleye yaklaşmayı önemsemektedir. Bu çerçevede Batı ile geliştirilen ölçüsüz münasebet, tarih ve gelenekten tecrit çabası, sosyal yaşamdaki rehavet ve tefessüh, idare sorunları, İttihat Terakki’nin devasa bir imparatorluğun mirasını tevarüs edip taşımadaki yetersizliği, geliştirilen fikir hareketlerinin sorunu teşhis, tespit ve tedavide başarılı olamayışları, İslam âlemindeki ayrılıklar ve ıstıraplar bu bakımdan önemli konu başlıkları olarak yer alır.

Ferdin şuuru ve iradesi kadar, toplumun da şuur ve iradesinin olduğu ifade edilebilir. Toplumun şuur ve iradesinin aktığı mecra, tarihtir yani toplumun şuur ve iradesi tarihte tecessüm eder. Söz konusu şuur ve irade organiktir, canlıdır ve süreklidir. Onun canlılığı ve sürekliliği başka toplumların şuur ve iradesine kayıtsız şartsız intibak etmeyi talep etmekle yaralanır. Toplumun yaralanmış irade ve şuurundaki insicam bozukluğu, düzgün şekilde teşhis ve tedavi sürecine dâhil edilemezse tarihteki organik yapı bozulur ve bir müddet sonra toplumun hayatiyeti çok ciddi şekilde tahrip olur. Tahribat, toplumu parçalar. Toplumun bir kısmı romantik bir tavır içerisinde, yaşanmakta olan günü ıskalayıp keşf-i kadimde kalırken, diğer kısmı tüm sorunların hesabını geçmişe kesip onunla bağlantıyı koparmak suretiyle köksüz bir şekilde vaz’-ı cedid arayışına düşer ve düşkünleşir.  Olması gerektiği gibi keşf-i kadim ile vaz’-ı cedid yapmak yerine redd-i miras ile mukallitlik yapmak tercih edildiğinde toplumun benliğinin tecelligâhı olan içtimaî irade ve şuur yaralanmış ve nihayetinde çökmüş olur.

Çökmekte olan toplum, yeni hayatiyetleri bambaşka arka planlara, hazır bulunuşluklara, tarihî süreçlere ve içtimaî benliklere sahip toplumların nispî ve özellikle maddî sahadaki muvaffakıyetlerinde aramaya koyulabilir. Ancak söz konusu hamle başarılı şekilde toplumu kendisiyle yüzleşmekten alıkoyabildiği için kendisinden uzaklaşan yeni hayatiyet hamlesiyle toplum kurucu köklerine de yabancılaşmaya başlar. Tam da bu eşikte Batıcılığa ilişkin sualsiz sempati, tarihin ve geleneğin dışlanması, tarihsiz bir millet olarak yeniden inşa hareketinin adeta ‘biz’deki ‘ben’i mahvettiği ifade olunur. Nihayetinde olan ise hem ferdî hem de içtimaî irade ve şuurun koordinat sisteminin tarumar olmasıdır. 

Olması gereken ise başlı başına güçlü bir diriliş hamlesinin gerçekleştirilmesidir. Karakoç, bu dirilişin tarihî dizilişini birbirini takip edecek bir çerçevede üç muhallet eseriyle göstermeye çalışır. Onun 1967 senesinde kaleme aldığı İslam’ın Dirilişi, 1974 senesinde telif ettiği Ruhun Dirilişi ve 1976 senesinde yazdığı İnsanlığın Dirilişi adlı eserleri adeta bir reçete olarak kabul edilebilir.

İslam’ın Dirilişi’nde Karakoç, hazır reçeteyi umduğumuz Batının kendisinin çok yakın gelecekte reçeteye muhtaç olacağını ifade ederek, şifanın orada bulunamayacağını uzun uzun anlatır. Karakoç, dünya tarihinin en büyük medeniyetlerden birisi olan Endülüs’ü yıkan Batının, yıktığının tekrarını inşa etmede son derece başarısız olduğuna değinir. Tarihinden ders alması gereken Batının kendi birliğini kurması kadar İslam’ın dirilişine set çekmemesi, bilakis onun kendi içlerinde yayılmasını kolaylaştırması gerekir. Zira İslam’da mevcut olan dinamizme en çok da kendisinden çok şey beklenen Batı muhtaç görünür. Batı dünyası, Orta Çağdan Yeni Çağa geçişinde söz konusu dinamizmi İslam hareketinde bulmuş ve verimlerini insanlık tarihine kazandırmıştı. Şimdi de Batı düşkünlük içerisinde, Doğu uyanmanın arifesindedir. Her iki yaka da dinamizm ve diriliş için İslam’a ihtiyaç duymaktadır. Kuşkusuz Karakoç İslam’ın dirilişi ile Müslümanların dirilişini, İslam’ın çağın gerçekliğine derinlemesine nüfuz edebilmesini anlar, yoksa İslam’ın temel ilke ve umdelerinin dirilmesi, onlar her daim diri ve taze oldukları için mümkün değildir. Ayrıca her şeyin başına İslam isminin getirilmesinin ve böylece o şeyin İslamî bir form kazandığı zannının da İslam’ın dirilişi ile pek alakası yoktur. Nihayetinde İslam’ın dirilişi her şeyiyle tam anlamıyla ruh ve öz işidir.

Dünya tarihinde adalet ve hikmet çatısı altında yönetimi inşa etmiş toplumların ufku, İslam ile çizilmiştir. Osmanlı Devleti bu bakımdan çok kıymetli bir örnekliği haizdir. Osmanlı Devletinin zayıflaması İslam’a olan güveni sarsmış, güven sarsıldıkça kurtuluş Batılılaşmakta görülmeye başlanmıştır. Yeni yetişen nesiller de söz konusu körlükten nasibini almış, sorgulamayı Batılaşmaktan daha çok kendi kültürüne yöneltmiş ve kendi kültürüne karşı güçlü dirençler geliştirmeye başlamıştır.  Batılılaşma, özden kopuş, savruluş ve ruhun yitimidir. Savruluştan felaha ancak Allah ile savaşan uygarlıkla mücadele edebilme kudretiyle ulaşılabilir. Bu mücadele ise bir medeniyetin dirilişi ile tecessüm eder.

İnsanın yitirdiğinin farkında olması değerlidir, yitirilenin farkına varıldıktan sonra onun yeniden ele geçmesi için mücadele verilebilir ve karşılığında muvaffak olunabilir. Esas mesele neyi yitirdiğimize dair şuurun yitirilmesi ve yitirdiklerinin farkında olanların güdümünde kalınması hadisesidir. Burada yitirilenin farkına varmak için öncelikle kendilik şuurunun farkına varmak gerekir. O halde bu şuurun yeniden dirilişine ihtiyaç vardır. Bunu başaracak ise tefekkür kalesinin muhafızları olan İslam aydınıdır. Düşüncede diriliş olmadan inançta diriliş olamayacaktır. İnanışta diriliş olmaksızın ise duyuşta, sanatta ve edebiyatta diriliş başarılamayacaktır.

İslam’ın insana sürekli bir vazife olarak belirlediği faaliyet düşünmektir. Düşünmeye olan mesafe esasında dine olan mesafeyi belirler. Kendinin farkında olmayan, kendini düşünmekten aciz düşenler, hep onlar yerine düşünenlerin belirlemesinin nesnesi mesabesine indirgenirler. Düşünme ile mesafesini yaratıcı bir eşikte kurgulayamayanların inançta dirilişi gerçekleştirebilmeleri de zordur. İnanışta diriliş gerçekleşmeden duyuşta ve yaratışta bir dirilişin olması ise söz konusu değildir. Duyuştan ve yaratıştan uzak düşmek, bir teklif sahibi aksiyoner özne olamamak demektir. Bu ise belirleyen değil belirlenmek manasına gelir.

Ben, sen, o zamirlerinin işaret ettikleri kişilerin sadece kendi haz ve hevâlarıyla kurdukları yapının ötekini dışlayıcı olduğunu, söz konusu yapının kapsayıcı olmaktan uzak düştüğünü görebilmeleri gerekir. Bunun için kuşkusuz tüm canlıları fıtrat, adalet ve hikmet ekseninde kapsayıcı bir şekilde bir araya getiren, ben, sen ve o zamirlerini biz zamirinde kendi farklılıklarını yok etmeden eritebilen bir yapının inşa edilmesi ve teklif edilmesi gerekliliği söz konusudur. O halde, insanın söz konusu yapıyı teklif edebilmesi için ‘biz’deki ‘ben’ini canlı tutması, ‘ben’deki ‘biz’i ise muhafaza etmesi gerekir. Bu ise Sezai Karakoç’ta kaynağı ancak İslam olabilen bir dinamizm ve diriliş işidir.

İnsanı ve toplumu baştan sona kuşatan tüm süreçlerin dışlayıcı ve parçalayıcı olmadan anlamlandırılmasına ihtiyaç vardır. Bu aşamaları kısaca mebde, meaş ve mead olarak görebilmek mümkündür. Karakoç, Ruhun Dirilişi adlı eserinde, esasında kısaca söz konusu dizgeyi anlamlandırmaya çalışır. Yaratılışın sırrını, yerle gök arasında insanî bir hayatın tanzimini ve ölümden sonraki hayatın gerekliliğini bu eserde etüt etmeye gayret eder. Her şeyden önce bir yola çıkılması düşünülüyorsa, yolun, ruhun diriliş yolu olması gerektiğinin altı çizilir. Karakoç, Nietzsche’nin Tanrı’nın ölümüne hükmederken, teşhiste değil, ölümün objesinde yanıldığını düşünür. Ölen, ölmekte olan, ölümün ilk baygınlığında çarmıha gerilen Tanrı değil, ruhtur. Gerçekten de insanlığın ruhu ölmekte ve can çekişmektedir.  Batı dünyası ölmekte olan ruh yerine maddeyi ikame edip sadece onu diriltmenin temrinlerini gerçekleştirmiştir. Olan ise maddede çarmıha gerilen ruha olmuştur. Ruhun ölümünden kasıt, onun gerçekten ölmesi değil, varoluş gayesinden ve yaratıcısından habersiz düşmesidir.

Var olan her şeyin bir manaya işaret edebilmesinin o şeyin diri olmasıyla bağlantı olduğunu düşünen Karakoç için her şey, ancak Allah ile diri olabilir. Hayy olan Allah her şeyi diri kılarken ancak O’na imanla insan diriltici bir hâle gelebilir. O halde Karakoç’a göre her şeyin kaynağı ve başlangıcı fikri, Allah inancında kökleşir. Ruhun dirilişi ise ruhun âmentüleştirilmesidir. Söz konusu bağlam, Mehmet Âkif’te asrın idrakine İslam’ı söyletebilmektir. Karakoç bu hususta şunları ifade eder: “Müminin görevi, Âmentüyü bir ilaç prospektüsü gibi ezberlemek değil, acı gibi gelse de ilacı içer gibi onu ruhuna geçirmesidir, onunla ruhunu âmentüleştirmesidir. İçilen ilacın bir süre sonra, kanda, damarlarda ya da uzuvlarda kendini belli etmesi gibi ruha geçirilen İslam bildirisi de, insanın tutum ve davranışında, ahlak ve eyleminde kendisini gösterecektir. Ve bildirinin ruha belki yavaş yavaş, fakat derinden işleyen etkisi yerleşiklik kazanıp süreklileşti mi, bir iç disiplin halini alacaktır.” 

İnsan ruhu, yaratılış hikmetini anlayabilme imkânıyla donatılmıştır. Beklenen o hikmeti dinle, felsefeyle, ilimle, sanatla idrak edebilmesi, kendisini, etrafını ve topyekûn âlemi daha da güzelleştirebilmesidir.  Dinle marifetullahı, ilimle adetullahı, felsefeyle sünnetullahı ve sanatla sıbgatullahı keşfeden insan, her şeyde Allah’ı bulabilecek ve bu bilinçle ölü olan her bir zerreyi diriltme imkânına erişebilecektir. Kendisini keşfetmek, bir arada yaşama dünyasını inşa edebilmek, âlemi daha iyi, daha güzel ve daha doğru bir hayat için imar edebilmek ve nihayetinde saadete erişebilmek, insanın yaşarken aslî gayesidir. Tüm bunların imkânı ise Karakoç’ta ahirete imanda kökleşir. Bu çerçevede varlık ancak ahiret varsa insana gerçek manada seslenebilir. İnsanın hem kendi varlığı hem de âlemin varlığı, ahiretle birlikte tahakkuk edebilir. Karakoç bu çerçevede şunları dile getirir: “Öte dünyanın, her birimiz için gelecek olan yeni bir dünyanın inkârı, insanı, nereden geldiği ve niçin geldiği ve nereye gittiği ve niçin gittiği bilinmeyen bir varlık yapacaktır. Ya da yokluktan gelip yokluğa giden, iki yokluk arasında bir parlayıp sönen bir geçici varlık ışığı…”  O hâlde ahirete iman bir akıbet bilinci olarak insanın hem rotasını hem pusulasını hem de ufkunu anlamlı kılar.

İslam’ın dirilişi ile başlayan süreç, ruhun dirilişi ile devam eder ve insanlığın dirilişi ile tamamlanır. İnsanlığın dirilişi, insanın dengeye ve kıvama kavuşması, bu sayede varlığı tasavvurunda zerreden kürreye dengeye kavuşturabilmesidir. Bunu Karakoç şöyle anlatır: “Bir denge kurması gerekir insanın, ‘ortak’ olanla ‘şahsi’ olan, ‘geçmiş’ olanla ‘gelecek’ olan, ‘şartla’ ‘realite’, fizikle metafizik arasında.”  Karakoç’ta hem zaman geçmiş, şimdi ve gelecek tasavvurunda bir birliğe sahiptir hem de mekân fizik ve metafizik birlikteliğinde bir bütünlüklü yapıyı haizdir. Tabir-i diğerle fiziğe yaslanarak metafiziği, metafiziğe yaslanarak fiziği omuzlayabilmekten, geçmişte kökleşen, şimdide hamleye duran ve geleceğe atılabilen bir tarih perspektifinden bahseder Karakoç. Söz konusu bağlam ise varlığa yönelen bilgi aktının kaynaklarındaki birlik ve beraberlikten sadır olur. Bu anlamda Karakoç, insanın vecdiyle vahye vardığını, vahiyle aklını kullandığını, vahy ve vecd ile donanmış aklıyla dünyaya tasarrufta bulunduğunu, fiziğin sonuna kadar gidebildiğini, yolculuğun orada sona ermeyip ilk çıktığı nokta üzerinden Tanrı’ya yakın öteki âlemle iç içe olabileceğini vurgular. 

Karakoç, mebdeden meada, fizikten metafiziğe, kurtuluş ve diriliş imkânından bizi haberdar etmeye çalışır. Maziden izler taşıması, ilhamını ve kökünü oradan alması, günümüz fikir akımları ve pratikleriyle hesaplaşması, onlardan istifade edip, müstefit olduklarını aslî cevhere eklemesi, geleceği kurmak içinse çağları aşan bir diriliş çağrısı inşa etmekten bahseder. Kuşkusuz bu çağrıyı inşa edebilecek olanlar, Diriliş Neslidir. Bu nesilde tarihin parçalanamazlığı, kökün kıymeti, toplumun dertleriyle hemdert olabilme, toplumun varoluşu için çaba sarf edebilme çok önemlidir. Bu nesil savaşçıdır ama esas savaşın topla tüfekle değil fikirle ve ruhla verilebileceğinin şuurundadır. Savaşın sonundaki zaferi de müjdeleyecek muzafferiyet önce ruhun dirilişiyle sağlanacaktır. Zira asıl savaş zihniyetler arasındadır, zihniyet savaşının cephanesi ise ilim, irfan, hikmet ve faziletlerden müteşekkildir.  Diriliş nesli ise son tahlilde ancak bu yol ve imkânla ‘biz’deki ‘ben’i muhafaza edebilmeyi, ‘ben’deki ‘biz’i yitirmemeyi başarabilir.

İlim, irfan, hikmet ve fazilet yolunun samimi neferi, diriliş neslinin öncüsü olan Sezai Karakoç’a rahmet niyazıyla…