Sezai Karakoç, çok iyi bir şair olmanın ötesinde, gölgesine en çok ihtiyaç duyduğumuz, o gölgede yolumuzu şaşırmadan kendimizi bulduğumuz, tuttuğu fenerlerin ışığında istikamet üzere yürümeye gayret ettiğimiz bir ağabeyimiz, büyüklerimizden bir büyüğümüzdür.
Süleyman ÇELİK

Erdem Bayazıt ağabeyle ilgili yazdığım yazıda ‘’gölgelerinde boy attığımız ağabeylerimiz’’ ifadesini kullanmıştım. Çünkü, bizim neslimiz için bu ağabeylerimiz yol aydınlatıcı, rehber, emin ve edebiyatta öncü ve yetkin insanlardı.
Sezai Karakoç, çok iyi bir şair olmanın ötesinde, gölgesine en çok ihtiyaç duyduğumuz, o gölgede yolumuzu şaşırmadan kendimizi bulduğumuz, tuttuğu fenerlerin ışığında istikamet üzere yürümeye gayret ettiğimiz bir ağabeyimiz, büyüklerimizden bir büyüğümüzdür.
Evet, ‘’kaderin üstünde bir kader vardır’’. Daha lise talebesiyken, Samsun’un tek dini yayınlar satan kitapçısından Sezai Karakoç’un şiir kitabını almak ve sol görüşlü çok iyi bir kitap okuyucusu olan edebiyat hocamızın dersine o kitabı götürmek istedim. Ve o hocanın, Kar şiirini tam üç kez peş peşe okutması aklımdan çıkmaz. Kızıldere’de Mahir Çayan ile birlikte öldürülen Cihan Alptekin’in kardeşi olan sevgili hocam Ali Rıza Alptekin’e de rahmet diliyorum bu vesileyle.
Sezai Karakoç’u kendimiz üzerinden, yaşanmışlıklarımız üzerinden anlatmaya çalışmamız yadırganabilir, abartılı bulunabilir belki. Bu yazılar, akademik bir kaygı taşımadığından ve Sezai Karakoç’un düşünür ve şair tarafının etkilerini en somut şekilde ortaya koyduğundan, normal karşılanması gerekir diye düşünüyorum. Metin tahlilleri elbette önemli ve Sezai Karakoç’un tüm eserleri satır satır incelenmeli ve üzerinde düşünülmelidir. Bununla birlikte, bu eserlerin hayatımıza yansımaları, hayatımıza dokunmaları da en az eser tahlilleri kadar önemlidir. Hatta daha da önemlidir.
Yukarıda bahsettiğim Kar şiirinin okunması olayı, 12 Eylül askeri darbesinin hemen öncesi yani 79-80 yılları gibi. Her birimizin kendisine aidiyet duyabileceği kaleler aradığı, fikri ve ideolojik savrulmalar yaşadığımız, mahallelerimizden her hafta birkaç gencin öldürüldüğü yıllar. Tanıtım yazılarından haberdar olduğum ve Cahit Zarifoğlu’nun ‘’nasıl öderseniz ödeyin’’ cömertliği ile abone olduğum Mavera dergisini takip etmeye çalışıyordum. Milli ve dini duygularla yazdığım şiirler, henüz defterlerimin dışına çıkmamıştı.
Edebiyata olan ilgim, üniversite tahsili için İstanbul’a gelmemle daha aktif hale gelmişti. Dergilerle irtibatım artmış, Yaşar Kaplan’la yazışmaya başlamış, sabah akşam Arif Dülger, Necati Polat ve Ahmet Kekeç’le buluşur, görüşür olmuştuk. İşte o, isminin ve eserlerinin gölgesine sığındığımız Sezai Karakoç, kimi zaman kahvenin bir ucunda tek başına oturuyor (düşünüyor), kimi zaman bir dev silueti gibi yanımızdan geçip gidiveriyordu. Belki kimi abartılı, kimi uydurulmuş hikayeler, belki Anadolu’dan yanımızda getirdiğimiz gereksiz utangaçlığımız ona yaklaşmamıza, uzun yıllar birebir görüşmemize engel oldu.
90’lı yıllara kadar birebir görüşemedikse de gerek klas duruşu ve gerekse ufuk açan eserleriyle, yukarıda da bahsettiğim gibi, biz gençlerin savruluşunu önleyen en önemli şahsiyetlerden biri olmuştur. Sadece bu değil elbette. Sanat ve edebiyatta her kesim tarafından kabul edilen ulaşmış olduğu zirve, biz genç edebiyatçılarda özgüven oluşturuyor ve Müslüman sanatçının da üst seviyede iyi eserlere imza atabileceğini gösteriyordu.
Aralıklarla da olsa ziyaretlerimde, iki üç kez nasip olan birlikte yaptığımız iftarlarda gördüğüm Sezai Karakoç portresi/kimliği/kişiliği/duruşu sanatçılığının da ötesinde mütevaziliğin ve inancın zirvesinde ‘’kâmil’’ bir insan görüntüsü idi. Bizlere, değer biçilemeyecek kıymette hazineler, eserler bıraktı. Rahmet olsun.