Beni asıl vuran ifade ise Âdem (a.s.)’ın asıl imtihanının “toprak” olduğu tespitiydi. Toprak aynı zamanda Hz. Âdem’in yaratıldığı hammaddeydi. Dolayısıyla Âdem (a.s.) toprakla imtihan edildi derken, bununla bir taraftan yaratılış maddesine, diğer taraftan da hatası sonucu çıkarıldığı “Yitik Cennet”i yeniden bulması için sürgüne gönderildiği dünyaya işaret vardır.
Mülayim Sadık Kul

Üstad Sezai Karakoç’un ölümüyle birlikte sevenlerinin gönlüne koca bir kor düştü. Birçok İslam düşünürü gibi Sezai Bey’i de uzaktan kitaplarıyla sevmiş, yanına yöresine yaklaşabilme imkânımız olmamıştı. Ziyaretiyle ilgili duyduğumuz haberler de hep cesaretimizi kıracak nitelikteydi. “Nasipten öte yol yok” derler ya, işte bizimki de öyle. Bundan sonra da onunla ancak, “Rahmetim gadabımı geçti” müjdesini, hakkımızda ebedi rahmet tecellisine dönüştürecek salih bir amelle Rahmân’ın huzuruna çıkabilirsek, “Yitik Cennet” diye sembolleştirdiği “Dâr-ı Bekâ”da buluşma imkânımız olabilir. O heybesini, bir ömür verdiği diriliş mücadelesiyle doldurup yitik cennetine yani kendi ifadesiyle “En sevgiliye” kavuştu. Dua ve şehadetimiz budur. İdrak etmekte olduğumuz üç aylar rahmet iklimini de vesile edinerek bu yazımızın hem Üstad’a hem de bizlere rahmet vesilesi olmasını Mevla’dan niyaz ediyorum.
Birçokları gibi bizler de güzel insanların ölümüyle birlikte gaflet uykusundan silkinerek, bize üfledikleri “diriliş ruhunu” yeniden hissetmeye çalışıyoruz. Mehmed Zahid Kotku Hazretlerini, öldüğü gün tanımıştım. Ona gıyabında duyduğumuz muhabbet, Ahmet Akın Çığman Hocamla zirveye çıkmıştı. Sami Efendi, Gönenli Mehmet Efendi, Vahip Baba ve Muhammed Emin Er Hocaefendiler gibi birçok güzel insan, ölümlerinden sonra da âb-ı hayat olmaya ve küllenen gönüllerimize can katmaya, ruh üflemeye devam ettiler. Safer Efendi’nin “Geydim Hırkayı” adlı eserini de aynı manevi lezzet içinde okuyarak onu da görmeden sevdiklerim hanesine eklemiştim. Mustafa Özel Hocamın her tavsiyesi gibi bu işaretinin de ruhumda karanlık kalan bir dehlizi aydınlatmaya vesile olacağına eminim. Zira o tavsiyenin içindeki bereketi, siz onu yerine getirmeye niyetlendiğinizde zaten yaşıyorsunuz.
Gurbette olmanın acı bir cilvesi de ölümünde bile sevdiklerinizin yanında olamamaktır. Son vazifenizi bile uzaktan ancak dualarla yapmaya çalışırsınız. Üstad Karakoç’un mezarını da ancak ölümünün kırkıncı gününde ziyaret edebilmiştim. Henüz kaybettiğimiz ve bu fakirin de üzerinde emeği olan değerlerden birisi de Hüsnü Geçer Hocamızdı. Daha onun vefat haberi üzerinden birkaç gün geçmeden Üstad Cevdet Said’in de ğarîk-i rahmet olduğu haberiyle yeniden hüzünlendik. Bir hadisten mülhem Ahmet Hocam’ın da buyurduğu gibi, onların ölümüyle İslam binasında yeni bir gedik daha açılmış oldu. Bu gedikleri kapamaya Mevla’m bizleri vesile kılsın.
Bu gibi durumlarda üzüntünüzü güzel insanların ümmete miras bıraktıkları kitapları okuyarak telafi etmeye çalışırsınız. Bu fakir de piyasada mevcudu kalmamış olan kitapları bir talebeden ödünç alarak teselli bulmaya çalıştı. Her ne kadar bazılarını daha önce okumuş olsam da öncelikli olarak “diriliş” isminin bayraklaştırıldığı kitaplarıyla işe başlamak istedim. Üstad Mustafa ise önce “Yitik Cennet” dedi ve biz de vira bismillah diyerek başladık. Okudukça her peygamberle birlikte hem ufkum hem de hayretim artmaya devam etti. Tespitlerine ve yorumlarına hayran olmamak mümkün değildi. Peygamberler ancak bu kadar güzel anlatılabilir dedim, min gayri haddin.
Bazı kitaplarını gençlik yıllarında bir nefeste okuduğumuz Üstad Sezai Karakoç’u ölümüyle birlikte daha da sevdik. Meşhur darbı meseldir. Ölmeden önce insanların kıymeti genellikle bilinmez. Gelgelelim öldükten sonra da kabirleri türbeye çevrilir. Belki de bu sünnetullah’ın bir gereğidir. Bu güzel insanların ölümüyle birlikte oluşan ilgi, Mevla’nın onlara rahmetinin açık bir göstergesi olsa gerek.
Üstad’ın ölümü de aynı etkiyi meydana getirdi. Ölümün diriltici/diriliş etkisini yeniden yaşıyor gibiydik. Karakoç’un da bu yolun diğer büyükleri gibi, “dirilişin ancak ölümle mümkün olduğuna” dair vurgusu malumdur. Sıhhati tartışmalı da olsa irfan ehlinin sık sık tekrar ettikleri ve Aliyyülkâri gibi birçok âlimin, “Manası doğrudur.” dedikleri “Ölmeden önce ölünüz.” hadisi, Üstad Karakoç’un da başvurduğu en önemli metaforlardan biridir. Ruhun yeniden dirilebilmesi, ancak nefsin ölümüyle mümkün olur. Öleceksin ki yeniden dirilebilesin. İşte Üstad’ın ölümü de gaflet bulutlarını dağıtan rahmet rüzgârları gibiydi. “Yitik Cennet”imizi yeniden bulmak, şeytan ve nefis işbirlikçisiyle yıkılan ve günlük meşgaleler içinde unutuverdiğimiz cenneti, salih amellerimizle, iman ve aşk harcıyla yeniden inşa etmek için geldiğimizi tekrar tekrar hatırlattı.
Kitabı elime alıp içindekilere baktığımda edindiğim intiba ile okumaya başladıktan sonraki durum çok farklıydı. Bu kadar orijinal ve ufuk açıcı bir değerlendirme beklemediğimi itiraf etmeliyim. Bu durum belki de yıllarca öğretilmiş akademik körlükle, “Ben bunları zaten biliyorum.” gafletinden kaynaklanmış olabilir. Kim bilir? Rabbim her türlü körlükten muhafaza buyursun. En tehlikelisi de öğretilmiş, eğitilmiş körlük. Diğer adı cehl-i mürekkeb olsa gerek.
Hz. Âdem: Hz. Âdem ile başlayan “Yitik Cennet” kitabına Üstad, Hz. Nuh (a.s.) ve daha sonra Hz. İbrahim (a.s.) başlıkları ile devam eder. Hz. Yusuf, Musa, Süleyman, Yahya ve İsa (a.s.) Efendilerimiz sırasıyla konu edildikten sonra “Son Peygamber ya da Yeniden Bulunmuş Cennet” konusuyla “Yitik Cennet” kitabı hitama erdirilir. Her Peygamber yitik cennetin ayrı bir rahmet kapısını temsil eder Üstad’ın anlayışında. Hepsinin işaret ettiği yön ise cennetin kendisi olan son Peygamber, Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’dir.
İslam ilim geleneğinde Resullerin büyüklerine, “Ulü’l-azm” peygamberler denir. Bunlar Hz. Âdem (a.s.), Nuh (a.s.), İbrahim (a.s.), Musa (a.s.), İsa (a.s.) ve Muhammed (s.a.v.) Efendilerimiz’dir. Bunların hangi peygamberler olduğu ve vasıfları hakkında âlimler arasında bazı farklı yaklaşımlar olsa da özü itibariyle bazı peygamberlerin diğerlerine göre öncelikleri Kur’an’la sabittir. “Ulü’l-azm” sözlükte, “sabırlı, gayretli ve kararlı kimseler” demektir. Ulü’l-azm peygamberlerden bahseden âyetlerde dikkati çeken üç kavram; sabır, azim ve mîsâk olarak özetlenebilir. Üstad Karakoç’un seçtiği bu büyük peygamberler yanında ümmetin “dirilişi” için örnek olacak diğer isimlere de yer verildiğini görüyoruz. Kendisinin Necip Fazıl’a gönderdiği ve Büyük Doğu’da yayınlanan ilk şiiri “Sabır” olan Üstad, sabır abidesi Eyüp (a.s.)’ı neden bunlar arasına almamış diye kendi kendime sormadım değil. Kim bilir erenlerin hikmetinden sual olunmaz derler ya, yine de fırsatım olsa mutlaka sormak isterdim.
Üstad’ın ilginç tespitlerinden birisi de Hz. Âdem’in Hz. Havva annemizin yaratılmasıyla Âdem, cennetin de ancak onun gelişiyle cennet olduğu ifadesidir. İblis’siz bir insan düşünülemeyeceği gibi Âdem’in de şeytansız tasavvur edilemeyeceği fikri ilk bakışta basit bir tespit gibi dursa da tefekkür ufkumuzu besler niteliktedir. İlk insan ve Peygamber Âdem (a.s.)’ın yaratılış hikâyesi, insanoğluna takdir edilen dünya sürgün ve serüveninin kodlarını içeren bir hikmetler yumağı şeklinde sunulmaktadır. Yani olup biten her şey ezelde belirlenmiş ilâhî kader planının, olması gerekenin tabii bir parçası olarak anlatılır. Önemli olan bu kodlarda sırlanmış olan hikmetlerin farkına vararak ibret alabilmektir. Kıssaların da asıl hedefi şeytan ve nefis ikilisine karşı insanı manen güçlü kılarak, safını doğru belirlemesine destek olmak değil midir? Her bir peygamber kıssasında, insanlığın dirilişi adına alacağımız çok kıymetli derslere işaret eder Üstad Karakoç.
Beni asıl vuran ifade ise Âdem (a.s.)’ın asıl imtihanının “toprak” olduğu tespitiydi. Toprak aynı zamanda Hz. Âdem’in yaratıldığı hammaddeydi. Dolayısıyla Âdem (a.s.) toprakla imtihan edildi derken, bununla bir taraftan yaratılış maddesine, diğer taraftan da hatası sonucu çıkarıldığı “Yitik Cennet”i yeniden bulması için sürgüne gönderildiği dünyaya işaret vardır.
Âdem (a.s.)’ın şahsında insanoğlunun varoluş mücadelesi temsil ediliyordu. Böyle bir mücadele ise ancak her şeyin zıddıyla kaim olduğu bir varlık alanında mümkündü. Nasıl ki gurbete düşmeyen sıla özlemini bilmezse, cennetini yitirmeyen bir Âdem de böyle bir varoluş savaşını veremezdi. Neyi kaybettiğini bilecekti ki, onun için mücadele etsin ve şeytanın tüm tuzaklarına karşı direnebilecek manevi gücü kendinde keşfedebilsin. Âdem (a.s.) eşinin de desteğiyle bu sınavı başarıyla geçerek âdemoğullarına örnek olacak bir savaşın ilk tarafı ve gâlibi oldu. Sılaya dönmek için çile çekilecek ve insan olmanın onuru melekler de dâhil tüm varlığa izhar ve ispat edilecekti. Üstad bu tecrübeyi Yitik Cennet’te şöyle dile getirir: “Uzaklaştırma yaklaştırma içindir. Ayrılık buluşmaya doğrudur. Yitirme bulma arzusunu doğurur. Gurbette söylenir sıla şarkısı.” (s.26)
Üstad insanla medeniyet arasında da benzer bir ilişki olduğunu söyler. Yani varoluş için çekilen sancı ve mücadele, medeniyetlerin oluşumu ve devamı için de gereklidir. Tabir-i caizse insan medeniyet kurucu olarak, medeniyetle ilgili bütün özellikleri kendi benliğinde temsil kabiliyetine sahiptir. Bunun zirvesi de elbette Allah’ın seçkin kulları olan peygamberlerdir. Her medeniyetin temelinde bir peygamber izi vardır. Onlarla medeniyetler bir ruh ve manaya kavuşur. “Peygamberlerin gelişini, ruhun şöleni” olarak değerlendirir Üstad. Bu şölene mucize diliyle tabiat ta eşlik eder. (s.39)
Toprakla imtihan edilen Hz. Âdem, bu sınavı nasıl başarmıştır? Bunu Üstad’ın kendi kaleminden okuyalım: “Fakat o (Âdem) toprakta toprağı yendi. Allah sevgisi ve korkusuyla dolarak toprakla toprağı etkisiz bıraktı. Ve kaybolmuş cennetini gördü. Onu göklerde yitirmişti. Ama kalbinde buldu onu yeniden.” (s.40)
Demek ki kaybedilen cennet yeniden keşfedilecekti. Bunun zemini tecelligâh-ı Rahmân olan kalp, onu elde ettirecek yol ve yöntem ise Allah sevgisi ve korkusuydu. Bu ifadelerle Üstad, insan çilesini ve vuslat/kurtuluş yolunu irfânî neşve içerisinde özetleyivermiş. Zâhirde kopan tüm fırtınalara rağmen asıl savaş kalp düzleminde gerçekleşmektedir. Allah sevgisi/korkusu ise diriliş muştusunu söyleyen erlerin tek geçerli silahı durumundadır. Kalbe hükmeden, insana hükmeder. Dolayısıyla korunması gereken asıl vatan gönül diyarıdır. Fetih ve yenilgi, varoluş ve hüsran gönül planında gerçekleşir.
Bu savaşın kalp planında olduğuna Habil-Kabil kıssası da şahitlik eder. Babaları Hz. Âdem olmasına rağmen şeytan Habil-Kabil düzleminde kısmen başarılı olarak Kabil’i kendi safına çekebilmişti. Evet zâhirde ölen Habil, hayatta kalan ise Kabil’di. Hakikat terazisinde ise sonuç tam tersiydi. Kabil de insanı insan yapan tüm güzellikler ölürken, her türlü fazilet ve topyekûn insanlık, Habil’in ölümüyle yeniden dirilmişti. İnsanın varoluş hedefi, Habil gibi fani lezzetler ve arzular boyutunda ölürken aynı zamanda ebedi mutluluğa dirilmesiydi. Bu mücadelenin gerçek galibi Habil’i örnek almamız gerektiğini vurgulamak için, kitaplarından birine “Adem’in Oğlu Habil Gibi Ol” ismini veren Çerkez asıllı, kendine has fikirleri olan sıra dışı bir âlim ve düşünür olan Cevdet Said’i de burada rahmetle hatırlayalım.
Üstad Karakoç’a göre çilesiz kazanılmış iman çabuk yıkılır. Peygamberlerin hayatında örneklendiği gibi çileyle yoğrulmuş ve tüm engellere rağmen korunmuş olan ise kolay kolay yıkılmaz. Kendi ifadesiyle, “Kolay imân inkara dönüşebilir. Ama çile çekilerek erilen inanç, inkârların fırtınasına dayanıklıdır.” (s.28) Bu sebeple peygamberler tarihi aynı zamanda iman mücadelesi içen çekilen çile ve sıkıntılar tarihidir. Her peygamber kendi ümmetinin çilesini önce kendi nefsinde bizatihi çekmek durumundadır. Zira mukaddes yüke hamal olan, önce peygamberdir.
Hz. Nuh: Hz. Âdem’in toprakla başlayan varoluş mücadelesi, Üstad’ın anlayışına göre Hz. Nuh’un suyla olan bekâ imtihanıyla devam etmiştir. Âdem’le varoluş imtihanını geçen insanoğlu, insanlığın ikinci babası Nuh (a.s.) ile de bu varoluşu devam ettirebilme sınavını suya karşı vermiştir. Su kimileri için kurtuluş ve bekâ kimileri için de azap ve yok oluş demektir. Üstad: “İnsanlık varoluş imtihanını Hazreti Âdem’le verdi. Sürebilme imtihanını, hayat imtihanını da Hazreti Nuh’la.” diye tespit etmektedir.
Nuh kıssasında Üstad Karakoç’un belki de en çok dikkat çektiği, “Kurtuluş Gemisi” tabiridir. Nuh (a.s.)’ın gemisi inananları su imtihanından kurtaran yed-i beyza’dır. İlâhî rahmet bu gemiyle tecelli etmiştir. Bu gemiye binenler rahmete, binmek istemeyenler ki buna Nuh (a.s.)’ın öz oğlu da dâhil, tufan ile helâk edilmeye maruz kalmışlardır. Bu sahneyi Üstad şu ifadelerle ortaya koyar: “İlâhî gazap coştu, bütün inkârı, reddi ve küfrü bir tayfun gibi yuttu. Fakat İlâhî rahmet, inananları, hakikate sahip olanları bir kurtuluş gemisi gibi selâmete çıkardı. Böylece de rahmet, gazabı geçti.” (s.41)
Dolayısıyla Nuh’un gemisi Üstad’ın anlayışında, inanan insanları sembolize etmektedir. Ona göre, “Her çağda, şartlar ne kadar ağır ve umutsuz olursa olsun inananlar için bir Nuh’un gemisi vardır.” (s.38) Karanlık ne kadar zifiri ve yoğun olursa olsun, inananlar için mutlaka bir “Kurtuluş Gemisi”, bir “diriliş umudu” vardır.
Özetle toprak varoluşu, su ise varoluşun sürmesini yani hayatı sembolize eder. Bütün bu aşamalar insanın kemâle ermesi için gerekli imtihan basamaklarıdır. Üstad, yer yer bu evreleri tasavvuf terimleriyle ifade ederek, meselenin kalbî ve irfânî boyutuna dikkatlerimizi çeker. Sûfînin her vakit içinde bulunduğu zamana en uygun düşen ibadet ve amelle meşgul olması anlamında İbnülvakt olan vuslat erinin asıl hedefi, kendine engel olan mekân ve zaman mahkûmiyetinden kurtularak, ruhunu “hâl”lerden kurtarmak suretiyle “makâm”lara ulaştırmaktır.
Üstad’ın kendi ifadesiyle, “Toprak, gafletti. Sular “hâl”di. Gemi “intisab”dı. Cûdî dağı, “Makam” oldu.” Yine bu anlamda bir benzetmesinde, “Toprak, “fark”tı. Tufan “cem” oldu. Cûdî dağına iniş, “fark”a dönüş oldu.” (s.50) Üstad inançsızların arasından kurtuluş gemisine binmek suretiyle tufan çilesiyle arınan inananların, kemâle ermiş olarak yeniden yeryüzüne döndüklerini seyr-i sülûk için kullanılan tasavvufî terimlerle ifade eder. Böylece aslında sonradan İslam irfan geleneği içinde geliştirilmiş olan bu terimlerle, Kur’an kıssaları arasında çok ustaca bir bağ kurarak, bunların birbiriyle olan irtibatını ortaya koyar. Bu aynı zamanda irfân mektebinin Kur’ânî temellerini tespit etmektir.
Hz. İbrahim: İbrahim (a.s.) ise ateş ve evlat sevgisiyle imtihan olarak, kulluk davasının hiçbir engel tanımadığını ortaya koymuştur. Üstad daha ilk cümlelerinde meselenin özüne işaret ederek değer hükmünü ilan eder: “En büyük sınav. Ateş imtihanı. Ateşle imtihan. Yanıp küle çevrileceğin, yok olacağın yerde var olacaksın. Ateşin bir tarafından gireceksin öbür tarafından çıkacaksın sapasağlam olarak. Ateş yakacak bir şey bulamayacak sende, işte İbrahim olmak bu.” (s.54)
Bu ifadeler daha güzel hangi kelimelerle açıklanabilir ve daha iyi yorumlanabilir ki! Özellikle de “Ateş yakacak bir şey bulamayacak sende” ifadesi, tüm gerçekliği bütün çıplaklığıyla ifşa eden müthiş bir yaklaşım. Bu nasıl bir “fark”, nasıl bir “hâl” ve nasıl bir “makâm”dır ki sahibini ateşten korur. İşte “yitik cennet”in sırrını ifşa eden ötelerden gelen bir ses.
Biz bu kıssayı, hep mucize gereği bir kereliğine yakma özelliğini yitirmiş bir ateş algısıyla anlamaya çalışırız. O ise dikkatlerimizi, ateşin yakmasından öte, İbrahim olma kalitesi ve “makâm”ına çekmektedir. Bu da bana yılbaşında Göynük’te ziyaret ettiğim Ömer Sikkînî Hazretleri’nin tandıra girip yanmama menkıbesini hatırlattı. Demek ki kendisinde yanacak bir şey kalmayan insanlara ateşin tesiri ve hükmü yoktur. Mesele gönlümüzü, ateşin yakmadan ictinab edeceği yere, göğe, toprağa, suya, ateşe ve her şeye hükmeden Zülcelâl Hazretleri’ne tahsis edebilmektedir. Gönül sultanı olmak işte böyle bir “makâm”a ermek demektir. Ehl-i kâl olmaktan çıkıp ehl-i hâl olmanın adıdır bu. Allah dostu olmak için mâsivâdan geçmek şarttır. Varlık söz konusu olduğunda gerçek/mutlak var olan Hazreti Allah bu manada en kıskanç olandır. Kulun gönlünde kendisinden başka bir sevgili barındırmasına asla tahammülü yoktur. İrfan mektebinin ihsan/fenâ makamıyla erişmek istediği mertebe de budur. Kendini daim huzurullahta görmen. Onu görüyormuşçasına kulluk etmen. Zira sen O’nu her ne kadar görmekten aciz olsan da O, kulunu ve varlık adına ne varsa tamamını her an görmektedir. İşte bu şuur ve iman, bizleri toprak, su ve ateş imtihanında başarıya ulaştıracak sırrın formülüdür.
Toprak, su, ateş denilince ilk aklıma gelen kadim Yunan felsefesinden devşirilen maddenin dört temel elementidir. Bu unsurların dördüncüsü kadim geleneğe göre havadır. Acaba insanın dördüncü imtihanı da hava ile mi olacak ve böylece madde planında verilen fizikî imtihan, mana âleminde hevâya karşı kazanılan zaferin de karşılığı mı diye düşündüm. Hava ile imtihan noktasında ise aklıma gelen en uygun peygamber, balığın karnında havasız kalarak, hayatta kalma mücadelesi veren Yunus (a.s.) olabilir mi diye düşündüm. Ama maalesef Üstad’ın konu ettiği peygamberler arasında Hz. Yunus yoktu. Ben de okumaya heyecanla devam ediyorum. Eğer Üstad “anâsır-ı erbaa” yani “dört unsur” ile ilgili bir açıklama yapmaz ise bu durumda bu benzetme âcizane bizim tespitimiz olarak İslam ilim geleneğindeki yerini alarak tarihe geçecek demektir! Neden olmasın?
Mezkûr üç peygamberin geçirdikleri imtihanları, insanlığın ve dirilişinin kemâle erme safhaları olarak gören Üstad bunu şöyle açıklar: “Ha hay! Biz insanlığız. Toprak durağından geçtik, su durağından geçtik, şimdi de ateş durağından geçiyoruz. Tasavvuftaki “fenafillah”a işaret, benliğin yanışı, yok oluşu. Tanrı’da yok oluş. Ama sonunda Tanrı’yla varoluş (Bekabillah).” (s.55) Vuslata ermenin diğer adı da İbrahim gibi olmaktır. Yani Âdem ve Nuh (a.s.)’dan sonra insanlığın üçüncü atası olmak. (s.65)
Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etme sınavında da asıl imtihanın, irade ve gönül imtihanı olduğuna işaret eder Üstad. Sınavı sadece baba İbrahim vermez, aynı zamanda oğul İsmail de ana Hacer de bu sınavın taraflarıdır. (s.71) Başarı ortak olmakla birlikte asıl sınavı veren Hz. İbrahim’in, sadece en sevgili oğlunu değil, aynı zamanda kendi nefsini kurban ettiğinin ve asıl marifetin de bu olduğunun altını çizer. (s.72) Diğer bir ifadeyle, “Tanrıya teslim oluş, fâni teslimiyetlerin sonu demektir.” (s.76) Bu teslimiyet ve çileler “İbrahim Milleti”ni doğurdu. Artık tüm inananlar kıyamete kadar, bu millete aidiyetin bilinciyle şerefyâb olacaklardı. (s.80)
Hz. Yusuf: Üstad’ın dördüncü olarak ele aldığı peygamber Hz. Yusuf’tur. Üstad’a göre varoluş Hz. Âdem’le başlamış, Nuh’la temellenmiş, İbrahim’le milletleşmiş ve son olarak da Yusuf (a.s.) ile devletleşerek diriliş gerçekleşmiştir. (s.84) Devlet tecrübesi kazanma çilesi Yusuf (a.s.)’ın payına düşmüştü. Kardeşleriyle yaşadığı kıskançlık sınavı neticesinde önce kuyuya, kadınlarla olan sınav sonrasında ise zindana atılmıştır. Bu cenderelerden geçtikten sonra devletin can damarı olan maliye ve hazinelerinden sorumlu olma imtihanı. Yusuf’la zirveye çıkan diriliş tecrübesi Hz. Musa, Davud ve Süleyman’la kemâle erer. (s.84)
Üstad, Yakup (a.s.)’ı pirlerin, Yusuf’u ise dirilişin sembolü olarak görür. Putları kıran Hz. İbrahim bir anlamda Babil kulesini yıkan olduğu gibi “Hazreti Yusuf da insanlığı Ehram proletaryası olmaktan, anıtkabir amelesi olmaktan kurtaracaktı”. (s.94) Yine Üstad’ın anlayışına göre “Devlet Yitik Cennet’ti. Hazreti Yusuf onu yeniden bulup insanları ona çağırdı”. (s.96)
Hz. Musa: Kendinden önceki peygamberlerin yeniden bulmak için mücadele ettikleri “Yitik Cennet”i dirilten, Hz. Musa idi. Karakoç Üstad’ın ifadesiyle: “Hazreti Musa, bir dirilişti. Hazreti İbrahim ve Hazreti Yusuf’un toplumda dirilişi. Toplumu kurarak dirilişiydi O mucize sultanı”. (s.103)
Hz. Süleyman: Madde ve mana medeniyetinin zirve “Devlet” modeline Hz. Süleyman ile erişilir. İdeal devlet formu onunla âleme teşhir edilir. Hz. Süleyman tüm varlığın yegâne sahibi Allah (c.c.) adına karınca ve kuşa, cin ve ins’e hükmeder. (s.107) Artık Hz. Yusuf’un ektiği tohum yeşermekle kalmamış meyveye durmuştur rüzgârların efendisi Hz. Süleyman’la. Elbette bu barış iklimi çilesiz ve emeksiz değil, Calut ve ordusuna karşı Davud (a.s.)’ın sapan savaşıyla kazanılmıştır. (s.108)
Hz. Yahya ve Hz. İsa: Hz. İsa babasız ilâhi bir sır olarak teşrif etti, yaratılışının benzetildiği Hz. Âdem’in sürgün edildiği dünyaya. Onun gelişini hem Zekeriya (a.s.) hem oğlu Hz. Yahya muştuladılar canlarıyla. Hz. Meryem’in çilesi bitmemişti onun doğuşuyla. Zira oğlu Hz. İsa tüm çilelerin asıl semeresi olan rahmet Peygamberi Hz. Muhammed’i ilan edip müjdelemişti hem dosta hem de düşmana. “Yitik Cennet”i müjdelemişti, kıyamete dek sürecek Hakikat Medeniyeti’ni temsilen.
Hz. Muhammed: Ve dirilişin son ve ebedi halkası Hz. Muhammed, tüm peygamberlerin ortak muştusu “Yitik Cennet”ti. Yerlerin ve göklerin şahit olabileceği nebiler nebisi Habibullah artık teşrif etmişti. Diğer Peygamberlerin misyonu aslında gerçek manada onun teşrifiyle kemâle ermişti. O bütün rahmet kapılarının (peygamberlerin) işaret ettiği tüm varlığa rahmet olarak gönderilendi. Bu durumu Üstad Karakoç şöyle özetler: “O Cennetin bir kapısı değil, Cennet’in ta kendisidir. Cennetin sekiz rahmet kapısıyla ilintili olarak andığımız sekiz peygamber ve onlara bağlı öbür peygamberler birer kurtuluş kapısı olarak hep O’na açılırlar.” (s.130)
İlk insan Hz. Âdem, onun hakikatinin bir tecellisi, onun getirdiği İslam, Hz. Nuh’un gemisiyle temsil edilen gerçek Kurtuluş Gemisi’dir. Hz. İbrahim O’nun Milletini kurdu. O’nun sevgisiyle Allah’ın dostu oldu. O’nun muştu cephesi olan Hz. İsa’ya kadar gelen tüm peygamberler de onun temsil ettiği Hakikat Medeniyeti’nin habercisi oldular. (s.130-1) Üstad’ın dilinden özetlersek, “Her Peygamber, O’nun bir cephesiydi. Bütün cepheler O’nda bütünlendi. Bu yüzden, “din O’nda tamam oldu.” Yitik Cennet, Yeniden Bulunmuş Cennet’e dönüştü O’nda.” (s.131)
Üstad’a göre: “O diriliş Peygamberiydi. Tek Tanrı inancının dirilticisi. Peygamberler yolunun, Hakikat Uygarlığının dirilticisi.” O diriliş peygamberi olunca onun getirdiği “İslâm, en büyük devrim, devrimden öte bir devrim oldu. Diriliş Devrimiydi O.” (s.132-3)
Üstad’a göre O’nun gelişiyle denge kuruldu âlemde. Eşref-i mahlûkât olarak yaratılan insan, tüm kemâl vasıflarıyla hem zâhir hem de bâtın semalarında Allah’ın yeryüzünde temsilcisi olmanın zevkine ve gerçek bilincine vardı. Rahmânî tecellilerin tüm bu güzelliklerini irfan mektebinin letâif diliyle ebedileştiren Üstad, “Kalb, ruh, sır, gizli (hafî), gizliden gizli (ahfâ) iç varoluş dinamiği bilindi. Bütün engeller aşılıp Tanrı’ya varış yolu yordamı bellendi. Ve Tanrı’dan razı olan, Tanrı’nın razı olduğu yüceliklere ermenin yöntemi O’nun izindeki yol işaretleriydi.”
Rabbim Üstad’ın irfan diliyle muştuladığı tüm diriliş zirvelerini, “hâl” ve “makâm”larını dar-ı bekâ da ona ve bizlere nasip etsin. Duamız dünyada kavgasını verdiği ve bir ömür kavuşma hasretiyle yandığı gerçek diriliş yurdu “Yitik Cennet”te “En sevgili”yle birlikte olmasıdır.