Cemâl Tâliblerine Yesevîce Hikmetler

Kuşeyrî, eserinin önsözünde Allah’ın, onların kalplerini sırlarının madeni yaptığını ve onları ümmet arasından nurlarının kandilleri olarak seçtiğini açıklamıştır.

Mustafa ÖZSARAY

Dr., FSMVÜ İslami İlimler Fak.

Allah dostlarının hikmetli sözleri inci gibidir. Hak yolunun yolcularına düşen, bunlardan kendine uygun gerdanlıklar dizmektir. Tabii ki sûfîlerin hikmetli sözlerini anlamak için akl-ı selim, kalb-i selim ve edep gerekir. Amelini ve kendini beğenenlerin onların sözlerini anlamaları imkânsızdır. Bilindiği üzere âdâb-ı muâşerette kapı, nezaket ve muhabbetle çalana açılır. Nefret ve kibirle kapı çalan içeri alınmaz. Bunun için Allah dostlarının sözlerini anlamak için de önce insaf, edep, sevgi ve gayret gerekir. Kulaktan duyma, eksik, yanlış veya yakıştırma sözlere itibar ederek, eserleri okunmadan onlar adına yalan uydurmaktan veya sözlerinde kastedilen manayı bilerek veya bilmeyerek veyahut cehalet sebebiyle çarpıtmaktan sakınmak insaf ehline düşen bir görevdir.

Abdülkerim Kuşeyrî (ö. 465/1072) haksız yere eleştirilere maruz kalan sûfîlerin doğru tanınması için ünlü eseri er-Risâle’yi kaleme almıştır. Kuşeyrî, eserinin önsözünde Allah’ın, onların kalplerini sırlarının madeni yaptığını ve onları ümmet arasından nurlarının kandilleri olarak seçtiğini açıklamıştır.[1] Bu ifadeler hikmetli sözlerin sûfîlerden niçin çıktığını belirtmektedir. Onların yollarının esası kalp temizliğine dayanmaktadır. Mevlana Celaleddîn-i Rûmî’nin dediği gibi onların aşkla cilalanmış kalpleri ilâhî hakîkatleri aksettirmektedir.[2] Mevlana’nın ayna imgesi ile tasvir ettiği kalbe, Kuşeyrî sırlar madeni demektedir. Dolayısıyla sûfîlerin hikmetli sözleri kalplerine akseden ilâhî hakîkatlerin dile gelmesidir. Aynadan nasıl ki nesneler dışa vurursa âriflerden de hikmetli hâller ve sözler zuhur etmektedir. Bu sebeple ârif ve âşığın kalbine yansıyan ilâhî sırrı fâşetmemesi düşünülemez. Fakat bu sırları görebilmek için perdelerden arınmış, basîretle görebilen göz gerekmektedir. Bir de herkes kabiliyet ve gayretine göre bunları anlayabilmektedir. 

Kuşkusuz sûfîlerin amacı “İlâhî ente maksûdî ve rıdâke matlûbî” sözünde ifade edilen Allah’a vâsıl olmak ve O’nun rızasına ermektir. Yani ömür boyunca mâsivâdan arınmış bir halde hakîkî tevhid inancı içinde kalarak Allah’ın rızasına kavuşmayı arzu etmektir. Onlar bu gaye ile Allah sevgisi ve sâlih amelleri önceleyen bir anlayışla hayatlarını sürdürmüşlerdir.

Sûfîler tasavvuf hareketinin İslâm coğrafyasına yayılmasıyla birlikte halkla bütünleşerek İslâm’ın özünü onlara anlatmaya çalışmışlardır. Sûfîlerden düşüncelerini eser yazarak ortaya koyanlar olduğu gibi sohbet yolunu seçenler de olmuştur. Sûfîler gerek yazdıkları eserlerde gerekse sohbetlerinde hikmetli sözlerle düşünce ve hallerini aktarmışlardır. Bu hareket hızlı bir şekilde bereketli havzalar oluşturmuştur. Tasavvuf deyince akla gelen bereketli havzalardan biri de Orta Asya’dır. Orta Asya tasavvufunda hikmetli sözleriyle öne çıkan sûfîler arasında Hoca Ahmed Yesevî ilk sıralarda gelmektedir. “Pir-i Türkistan” ve “Hazret-i Türkistan” olarak da anılan Yesevî’nin Türk dünyasının manevî hayatında tasarrufu asırlardır devam etmektedir. Soy olarak Hz. Ali’ye dayandığı bildirilen Hoca Ahmed Yesevî’nin ilk eğitimini babası İbrahim Şeyh’ten aldığı, manen Hz. Hızır (a.s.) ile sohbetlerde bulunduğu, Arslan Baba isimli şeyhin, babasının ölümünden sonra eğitimini üstlendiği ve onun manevî babası ve ilk mürşidi olduğu, Arslan Baba’nın vefatından sonra Semerkand seyahati sırasında Nakşbendiyye tarîkatının “silsile-i zeheb” (altın silsile) olarak tanınan ünlü silsilesinde yer alan Şeyh Yusuf Hemedânî’ye intisab ettiği ve tarîkattaki sülûk âdâbı ile İslâm’ın zâhirî ve bâtınî bilgilerini ondan öğrendiği ve aynen mürşidi Yusuf Hemedanî gibi şeriat ahkâmına, Resûlullah’ın (s.a.v.) sünnetine ve İslâm’ın zâhirî kurallarına bağlılıkta titiz davrandığı belirtilmektedir. Hoca Ahmed Yesevî, şeyhi Yusuf Hemedânî’nin vefatından sonra bir süre Buhara’da üçüncü halîfe olarak irşâd makâmında oturmuş, Yusuf Hemedânî’nin vaktiyle verdiği bir öğüt sebebiyle irşâd makâmını dördüncü halîfe olan Abdülhalik Gücdüvânî’ye bırakıp Yesi’ye dönmüş ve vefat ettiği 1166 yılına kadar Türkistan’da irşâd faaliyetlerine devam etmiştir. Hoca Ahmed Hazretleri burada Türkistan’ın her yerinden gelen müritlerini yetiştirmiş ve onları Moğolistan’dan Balkanlara kadar bütün Türk yurtlarına gönderip İslâm’ı tebliğ etmekle görevlendirmiştir.[3]         

Hoca Ahmed Yesevî’nin halk arasında dilden dile, gönülden gönüle yayılan hikmetleri Dîvân-ı Hikmet isimli eserde bir araya getirilmiştir. Eserde yer alan şiirlerde sûfî geleneğinde görülen keşfi bilgiye dayalı az sözle çok mana ifade eden sözler göze çarpmaktadır ki bu tarz sözlere sûfî dilinde hikmet denilmektedir. 

Yesevî, Dîvân-ı Hikmet’in birinci hikmetinde, “Bismillah dep beyân eyley hikmet aytıp / Tâliblerge dürr ü gevher saçtım menâ.” (Bismillah deyip beyân ederek hikmet söyleyip / Taleb edenlere inci, cevher saçtım işte)[4]mısralarında söze bismillah diyerek başlar. Sonra inci ve cevhere benzettiği hikmetlerini îrâd eder. İnci ve cevherin maddî değerini nasıl ki sarraf bilirse hikmetli sözlerin değerini de hak yola sülûk eden tâlibler bilir. Talep, seyr-ü sülûk’ta müridlerde olması gereken manevî istektir. Tâlib aşkla Hakk’a vasıl olmayı arzular. O Rabbinin cemâline müştaktır. Gerçi bu dünyada Hakk’ın cemâlini zahiren görmek hiçbir şekilde mümkün değilse de cemâlin tezahürlerini eşyada görmek mümkündür. Bundan dolayı Rabbini görmek isteyen Hz. Musa’ya (a.s.), Allah dağa bakması emretti. Musa da dağa bakınca Rabbinin tecellîsinden onun yok olduğunu gördü.[5] Mücâhede ile bu müşâhedeye ulaşan kimseye eşyada esmâ-i ilâhîyyenin tecellîlerini görebileceği bu şekilde gösterilmiş oldu. Yesevî’ye göre elbette bu kolay bir iş değildir. Bundan dolayı tâlibin riyâzeti sıkı çekip, kanlar yutması gerekir. Yani nefsin arzu ve isteklerini kırıp onu riyâzetle terbiye etmesi lazımdır. Yine ona göre tâlibin bu makâma ermek için canı cana bağlayıp, damarı damara eklemesi şarttır. Yani ilâhî aşkla yanması lazımdır. Yesevî “Sözü söyledim, her kim olsa cemâle tâlib” mısraında cemâl tecellîsini seyredebilmek için bu çileyi önce çekmesi gerektiğini açıklamaktadır. O halde Allah’a vuslat yolculuğuna çıkan sâlik için talep ve aşk daima şarttır. Yesevî, Allah’a ulaşmayı isteyen tâlibin benlik davası güden kibirli insanlardan uzak durup garipler, yetimler, fakirler ve mazlumların yanında olmasını tavsiye eder. Gariplik Yesevî’ye göre kemâle ermek için gereklidir. Gariplik onu menzillerden geçirmiştir. Çünkü dünya gurbet yurdudur. Öyleyse bu dünyaya tapan soysuzlardan yüz çevirip Cenab-ı Hakk’la beraber olmak lazımdır. “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” ayetinde belirtilen ruhun aslının menşeini kavrayarak ve hissederek sevgi kadehinden içmek, yani ilâhî aşkla yanmak gerekir. Ancak bu kendi kendine mümkün değildir. Bu makâma ulaştıracak kimse mürşid-i kâmildir. Yesevî bu sebeple onun hizmetinde yol aldığını belirtir. Böyle iken yine de nefsini hakîr görmüş ve ömrünün gafletle geçtiğini itiraf ederek tevazu göstermiştir. Bu şekilde ne kadar güzel amel yapılırsa yapılsın, ne kadar yüksek makamlara çıkılırsa çıkılsın bununla övünmemek gerektiğini insanlara öğretmiştir.[6] Çünkü Allah dostları kulluğu her dereceden üstün tutmuşlardır.

Hâsıl-ı kelâm, Hoca Ahmed Yesevî her ne kadar “Nefsim ölüp lâ mekâna yükseldim işte” diye dünyada iken vuslata erdiğini belirtse de yine de kulun bu dünyada iken Resûlün sünnetine sıkı tutunup Allah’ın rızasına uygun amel üzere ömür sermayesini doğru kullanması gerektiğini şu mısralarında ne güzel ifade eder:

Sünnetlerini sıkı tutup ümmet oldum,

Yer altına yalnız girip nura doldum,

Hakk’a tapanlar makâmına mahrem oldum,

Bâtın mızrağı ile nefsi deldim işte.

Nefsim beni yoldan çıkarıp hakîr eyledi,

Çırpındırıp halka ağlamaklı eyledi,

Zikr söyletmeyip şeytan ile dost eyledi;

Hazırsın deyip nefs başını deldim işte.

Kul Hoca Ahmed, gaflet ile ömrün geçti,

Vâh ne hasret, gözden, dizden kuvvet gitti,

Vâh ne yazık, pişmanlığın vakti yetişti;

Amel kılmadan kervân olup göçtüm işte.[7]


[1] Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, çev. Dilaver Selvi (İstanbul: Semerkand Yayınları, 4. Basım, 2009), 36.

[2] Abidin Paşa, Terceme ve Şerh-i Mesnevî-i Şerîf, (İstanbul: Kütübhane-i İrfan, 1324), 58.

[3] Hoca Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet, haz. Hayati Bice (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 9. Basım, 2020), 9-16.

[4] Hoca Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet, 59.

[5] Bu mülakat Kur’an’da şöyle açıklanmaktadır: “Mûsâ, tayin ettiğimiz vakitte (Tûr’a) gelip de rabbi onunla konuştuğunda o, “Rabbim! Bana görün; sana bakayım” dedi. Rabbi, “Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak; eğer o yerinde durabilirse sen de beni görebilirsin” buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti; Mûsâ da bayılıp düştü. Kendine gelince dedi ki: “Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tövbe ettim; ben inananların ilkiyim.” (Kur’an Yolu, Türkçe Meâl ve Tefsir, çev. Hayreddin Karaman vd., (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2007), A’râf, 7/143).

[6] Hoca Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet, 59-61.

[7] Hoca Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet, 61.