Sömürgecilik, emperyalizmin önceki yüzyıllardaki sert ve vahşi formudur. O dönemlerde Batı’nın (Avrupalı devletlerin) hegemonik hedefleri büyük ölçüde ‘sömürgecilik’ olarak tezahür etmiştir.
Yusuf YAZAR

Batılılarca yazılmış ya da Batı düşünce atmosferinin etki ya da yönlendirmesi altında yazılmış kitapların büyük bölümünde (okullarda okutulan ders kitapları da dâhil), Avrupa Rönesans dönemini destekleyen unsurlar ön planda tutularak coğrafî keşiflerden “ilerleme” ve “gelişme”nin önemli adımları ya da safhaları olarak söz edilir. Coğrafî keşifler için daha önce cesaret edilememiş deniz yolculuklarına teşebbüs edilişi üzerinden (15. yüzyıl sonlarından itibaren) yıllar geçtikçe, bu ‘ilerleme’ ve ‘gelişme’nin yeryüzü coğrafyasında Avrupalıların kontrol ve nüfuzunu artışıyla özdeşleştiği, yeni ulaşılan yerlerde Avrupalıların menfaatlerine hizmet etmeyi esas alan bir sistemin kökleşmesine katkı yaptığı ve dolayısıyla teknik ya da ticarî boyutundan ziyade siyasî boyutunun ağırlık kazanmış olduğu görülecektir. Netice itibariyle, atlanmaması gereken gerçeklik, coğrafî keşif çabalarının hizmetinin büyük ölçüde sömürgeciliğe ve sömürgeci uluslara olmuş olduğudur.
Sömürgecilik, emperyalizmin önceki yüzyıllardaki sert ve vahşi formudur. O dönemlerde Batı’nın (Avrupalı devletlerin) hegemonik hedefleri büyük ölçüde “sömürgecilik” olarak tezahür etmiştir. Bir Avrupalı uygulaması olarak 15. yüzyıl ortalarında coğrafi keşifler paralelinde başlayıp, insanlık dışı acımasız uygulamalarıyla tüm Afrika, güney ve güneydoğu Asya ve Amerika’yı hükmü altına alan Avrupa merkezli emperyalist sömürgecilik, kuzey Amerika dışındaki yerlerde 20. yüzyıl ortalarına kadar devam etmiş ve dünyanın bugünkü siyasi yapılanmasının doğuşunda biçimlendirici katkısı olan ana etkenlerden birisi olmuştur. Coğrafî keşiflerle birlikte gelişen sömürgecilik yarışına zaman içerisinde önde gelen tüm Avrupalı güçler katılacak ve bu emperyalist sömürgecilik giderek daha çok ülkeyi egemenliği altına alıp 20. yüzyıl ortalarına kadar yüzyıllarca devam edip küresel bir zulüm sistemine dönüşecektir. Diğer coğrafyalar (Kuzey ve Güney Amerika, Hindistan, Uzak Doğu ve Ortadoğu) da sömürgeciliğe maruz kalmış olsalar da kendisi sömürgecilikle birlikte anılan, tarihi ve macerası onunla özdeşleştirilmiş olan kıta, Afrika olmuştur. Afrika, sömürgeci beyaz güce karşı özgürlükçü siyah cevabın yükselmesi mukadder olan kıtanın adı olarak ortaya çıkmıştır.
Dikkat çekici olan bir nokta, Avrupa merkezli olan, zulüm ve adaletsizliğin her formunu benimsemiş ve birçok uygulaması itibariyle ırkçı bir karakter taşıyan sömürgeciliğin en ileri safhasının Avrupa’da hümanizm, “ilerleme” ve aydınlanma güneşinin ışıklarının en parlak olduğu dönemle çakışıyor olmasıdır. 1789 Devrimi ile birlikte Fransa’dan başlayarak Avrupa’da yükselen değerlerin eşitlik, özgürlük ve adalet olduğu söylenir. Ama sömürgeciler bu değerleri sömürge ülkelere taşıma gereği duymaz. Bunun açık anlamıysa, siyasî bir tutum olarak Avrupalının bu değerleri Batı’ya özgü addetmiş olduğudur; bir diğer deyişle, örneğin Afrikalıları çok da insan gibi görmedikleri ve Avrupalıları ise diğer bölge insanlarına göre “daha insan” görüyor olduklarıdır. Avrupalının bu tutumu değişik zaman ve coğrafyalarda ya ırkçı ya İslam karşıtı ya da her ikisinden de beslenen bir tutum ve hassasiyet olarak ortaya çıkmıştır. (Bir dikkat çeken ilginç durumda, Avrupa’nın Rönesans ile birlikte sırt çevirmiş olduğu dinî değerleri (Hristiyanlığı) Afrika, Güney Amerika ve Uzak Doğu’ya ihraç için, sömürge ülkeleri kontrol altına almadaki muhtemel katkısını da düşünerek, kurduğu sömürge yönetimleri himayesinde oralara misyoner grupları göndermeye özen göstermiş oluşudur).
Avrupalı güçlerin sömürge imparatorlukları oluşturma sürecinde bir dönüm noktası 1885 Berlin Konferansı’dır; bu konferans sonunda Avrupalı güçler sömürge bölgesi olarak gördükleri yerleri kendi aralarında nüfuz bölgeleri olarak paylaşmışlar ve haritalar üzerinde belirledikleri nüfuz bölgesi sınırlarını askerî birlikler eşliğinde silah zoruyla araziye taşımışlardır: Önceki yüzyılın (20. Yüzyıl) ikinci yarısında bu sınırlar, bağımsızlıkların kazanılmasıyla ülke sınırları olarak ortaya çıkacaktır. Ve bu nüfuz bölgesi sınırları Avrupalı güçler arasında tespit edilirken tabii ki Afrikalı ya da dünyanın diğer sömürge bölgelerindeki yerli halkların düşüncelerini sormuş değillerdir. O vakte kadar fiilen yürürlükte olan kural, sözlü işgale dayanıyordu; belli ülkeler adına hareket eden öncü keşif kollarının tespit etmiş olduğu topraklar, kendisi adına hareket ettikleri ülkenin mülkü olarak görülüyordu. Söz konusu konferansla “fiilî işgal” kuralı benimsendi; yani herhangi bir bölgede hak iddia edebilmenin şartı orayı askerî anlamda işgal etmek oldu. Ve böylece konferans, sömürgeci güçlerin dünyanın birçok bölgesini hızlı bir biçimde işgal etmesine yol açmıştır. Afrikalı yerli halkların silah gücüyle (ve tabii ki bir elde de İncili tutarak) ve medenîleştirme misyonuyla motive olmuş bu vahşi geliş karşısında direnebilme kabiliyetleri tabii ki çok düşük kalmıştır.
Sömürge ülkelerde oluşturulan sömürge yönetimleri tabii ki Avrupalı sömürgeci ülkelerin uzantısı yönetimler olmuştur ve bu yönetimlerin Avrupalı temsilcileri, bulundukları sömürge ülkelere silah zoruyla da olsa “medeniyet” götürmek gibi bir misyon yüklenmiş algısı oluşturmak istemişlerdir. Sömürge ülkelerinde insanlık suçu olarak işlenilen zulmün tüm formları bu “medenîleştirme” misyonu görüntüsüyle ambalajlanmıştır. Bu “medenîleştirme misyonu” İngiliz şair Rudyard Kipling’in meşhur şiirinin (1899) de başlığı olan ifadeyle “beyaz adamın yükü” ifadesiyle sömürgeci Avrupalının vicdanını rahatlatacak bir forma büründürülmüştür.
Medeniyet götürülen yer olarak sömürge ülkelerindeki yerli halklar, güç sahibi sömürgeci Avrupalı yönetimler gözünde zor kullanarak baş eğdirilecek olan, toprakları tam anlamıyla ve her şeyiyle kendi kontrol ve hâkimiyet altına alarak hükmedilecek olan, insan ve doğal kaynakları Avrupalının mutlak tasarrufuna tabi kılınacak olan yerlerdir. Bu Avrupa merkezli emperyalist sömürgeciliğin başlamasıyla sömürgeci ülkelerden sömürge topraklarına doğru ciddi bir nüfus hareketi de başlamıştır. Yüzbinlerce Avrupalı (Portekizli, İspanyol, Hollandalı, İngiliz, Fransız, İtalyan, Alman, vd.) yeni zenginlikler ve fırsat arayışı içerisinde, Avrupalıların kurmuş olduğu ve ana sömürgeci ülke otoriteleri ile irtibatlı sömürge yönetimlerinin himayesinde olarak bu sömürge topraklarında yerleşmişlerdir. Sömürge; ülkenin insan kaynaklarının eşsiz zulümler eşliğinde kullanılmasıyla sömürülen ülkenin kaynaklarının, çok düşük maliyetlerle ekonomik bir değer olarak sömürgeci ülkeye taşınması ise uzun vadede gerçekleşmiş olan şeyin yalnızca bir parçası olmuştur. Yüzyıllar içerisinde, sömüren ve sömürülen ülkeler arasında başlangıçta üzerinde çok fazla düşünülmemiş olan derin ve karmaşık kültürel ve toplumsal etkileşimler olmuş ve hatta karşılıklı bağımlılıklar ortaya çıkmıştır.
Sömürgecilik yarışı II. Dünya Savaşı’nın önde gelen çıkış sebepleri arasında görülür. Her sömürgeci ülke daha geniş sömürge topraklarına (ve kaynaklarına) sahiplenmeyi hedeflemiş olduğundan İtalyanların ve Almanların gözü mevcut Fransız ve İngiliz sömürgeleri üzerindedir. Gelin görün ki bu büyük savaş tam tersi bir sonuca hizmet eder: Sömürgeci güçlerin birbiriyle savaşması sömürgelerdeki bağımsızlıkçı hareketlere kendilerini geliştirmede fırsat sunar; savaşın bitmesiyle birlikte ortaya çıkmış olan uygun zeminde[1] dekolonizasyon (sömürgelerin bağımsızlaşması) süreci büyük bir ivme kazanır[2].
II. Dünya Savaşı’nın kazananı olan Avrupalı sömürgeci güçler savaşın hemen sonrasında sömürge ülkelerde yaygın biçimde ortaya çıkan bağımsızlıkçı talepleri çok keresinde (bazı istisnalar dışında[3]), politikalarındaki değişiklik gereği eskiden olduğu gibi sertlikle karşılamamış, görevi devredecekleri yerel yönetimlerin yapısını ve ilişkilerin sonrasını biçimlendirmeye çalışıp çekilmek gibi akıllıca bir yol izlemişlerdir; çekilirken de mümkün mertebe, bu yönetimlerde kendi çıkarları açısından uygun isimlerin iş başına gelmesini sağlamışlardır. Aslında, sömürgeci ülkeler, sömürge ülkelerin siyasal bağımsızlıklarını sağlamayı, II. Dünya Savaşı’yla birlikte farklılaşan atmosferde sömürge ülkeler üzerindeki ekonomik nüfuzlarını devam ettirebilmenin doğru yolu ve formülü olarak olarak görmüşlerdir. Sömürgeci ülkelerin bu yeni politika ve tutumlarının sonucunda sömürge ülkelerin yeni yönetimleri bağımsızlık sonrası dönemi yapılanmalarında ve izledikleri politikalarda büyük ölçüde sömürge dönemi şablonlarını esas almak durumunda kalmışlardır. Ve tabii ki sömürgeci ana ülkeler, bu ülkelerden çekilirken terk etmiş göründükleri sömürge ülkeleri kendi hâl ve kaderlerine terk etmiş değildiler. Zaten sömürge ülkeleri de böyle bir tutum beklentisi ya da isteği içinde olmamışlardır; iş başına gelmiş ve dünyayı birçok açıdan ancak sömürgeci güçlerin bakış açılarıyla ve yönlendirmesiyle görebilen yerel yöneticiler de kendilerini sömürgeci ana ülkelerin yardım ve desteğine (hatta korumasına hem iç ve hem de dış tehditlere karşı) ihtiyaç duymaktaydı. Bu da Avrupalı sömürgeci ana güçlerin bu yeni bağımsızlık kazanmış ülkeler üzerindeki kontrollerinin devamını sağlamaları için büyük bir imkân ve esneklik sağlıyordu. Bugün geriye dönüp bakıldığında sömürgeci ulusların öngördükleri bu “dekolonizasyon” sürecinde, kendi açılarından çok da başarısız olmadıkları tespitini yapmak mümkündür.
Dolayısıyla, sömürge ülkelerin siyasal bağımsızlık kazanması sömürgeci “ana” ülkeyle ilişkilerini hemen ve tamamen kesmeleri anlamına gelmemiştir; zaten pratikte bu pek mümkün ya da istenen bir şey de olmamıştır. Bağımsızlık sonrası yıllara özgü yeni ortaya çıkmış olan şeyse, bu kez sömürge ülkelerden sömürgeci ülkelere büyük bir nüfus göçünün yaşanması olmuştur[4]. Sömürge ülkelerde bağımsızlık öncesinde ve sonrasında sömürgeci ülkelerde eğitim görmüş olan ve çoğunlukla milliyetçi ve bağımsız eğilimler içinde olan ve yönetimde etkin olma eğiliminde olan gruplar ortaya çıkmıştır. Milliyetçi ya da sosyalist ve genel olarak bağımsızlıkçı ve anti-emperyalist eğilimler içinde olan bu gruplar siyasal bağımsızlıklarını yeni elde etmiş olan ülkelerinin ana sömürgeci devletle olan bağlarını tümüyle koparmayı, genellikle ekonomik ya da mahallî tehditlere maruz kalma endişesiyle riskli bulunan bir yaklaşım içinde görülmüşlerdir. Ana sömürgeci ülkeden sömürge ülkeye göç edip yerleşik hâle gelmiş olan Avrupalı yabancı nüfus ise süreç ilerledikçe ülkenin ana sömürgeci ülkeyle olan ekonomik ve kültürel ilişkilerinde vazgeçilemeyecek derecede kritik bir rol oynar duruma gelmiş olduğundan, sömürge ülkede işleyen sistemin en önemli ve vazgeçilmesi zor unsurlarından birisi hâline gelmiştir.
Sömürge ülkenin siyasal bağımsızlığını elde edilişi sonrasında yönetim görevi kendisine devrolunmuş olan ve birçok örneğinde sömürgeci ülke kurumlarında eğitim görmüş (ve o ülke kültürel değerlerini belli ölçüde de olsa benimsemiş) yerel yönetici kesim genellikle sömürgeci ana ülkeyle ilişkileri ileri düzeyde devam ettirmeyi bir avantaj ve zorunluluk olarak görmüş ve ülkelerinde uzun zamandır yerleşik hâle gelmiş bulunan eğitimli sömürgeci-yabancı nüfusa ihtiyaç duymuştur. Bu durum, siyasî bağımsızlığını almış olsa da bu ülkelerde tümüyle “yeni bir başlangıç” yapılmasını zorlaştırmış ve hattâ bazı örnekler itibariyle imkânsızlaştırmıştır. Bağımsızlık sonrası dönemde öğrenim görme ve iş arama gibi nedenlerle sömürgeci ana ülkeye olan göçler ilişkileri daha da karmaşıklaştırmış ve derinleştirmiştir. Sömürge ülkelerde yönetim dili olarak başından beri sömürgeci ülkenin dili benimsenmiş oluşu ve yerli halk içinde bu dilin (İngilizce, Fransızca, Portekizce, vd.) daha yaygın anlaşılıp konuşulur hâle gelmiş oluşu da bu karmaşıklığa katkı yapan etkenlerden birisi olmuştur. Sonuç olarak, ayaklardaki prangalardan kurtulmuş olmanın gerçek ve tam bağımsızlığın (eğer böyle bir şey mümkünse) kazanılmasının ancak bir ilk adımı olduğu görülmüştür. Zihinlerdeki prangalardan kurtuluşun gerekli olduğu, sonraki sürecin önemli, zor parçası olduğuysa muhakkaktır. Bu adımların yanı sıra bir üçüncü adım olarak ekonomik gelişmişliğin ve bağımsızlığın sağlanması da ileride bir hedef olarak duracaktır. Cezayir ve Libya gibi daha başlangıçta tüm prangalardan kurtulmak isteyen sömürge ülke mensuplarının ise ağır ve kanlı bir bedel ödemekle karşı karşıya bırakılmış olduğu gerçeği, tarihe büyük puntolarla düşülmüş bir hatırlatma dipnotu olarak hep duracaktır.
Avrupa merkezli sömürgeciliğin dünyanın birçok bölgesinde (Afrika’da, Asya’da, Amerika’da) düşünülebilecek en keskin formuyla ve uzun bir süre var olduğu bir vakıadır; bıraktığı derin izler ve hâlâ yaşanan etkileri dolayısıyla da unutulmazdır ve bu, Batılıların sicilinde (ve umulur ki bazılarının vicdanında da) silinemez bir biçimde yer almıştır. Bu sicil aslında ait olduğu kişi ve toplulukları konuşamaz ve başını öne eğmeye mecbur edecek olan bir sicildir. Ve bu noktada sömürgecilerin, sömürgelere medeniyet götürdükleri iddiası sömürgecilerin ve destekçilerinin utanmazlık ve pişkinlik derecelerini ortaya koyan bir başka durumdur. Sömürgelere medeniyet adına götürülmüş gibi görünen şeyler (demiryolları, kara yolları, limanlar, madencilik işletmeleri, modern binalar, kiliseler, vd.) esas itibariyle sömürge coğrafyasında bulunan zenginliklerin ana sömürgeci ülkeye taşınmasının kolaylaştırılmasına ve orada kurumlaşmış olan sömürgeci güçlerin ve oralara yerleşmiş Batılı yerleşimcilerin kendilerinin ve faaliyetlerinin güvenliğinin, sürekliliğinin ve konforunun sağlanmasına hizmet etmesi amacıyla kurulmuştur.
Yüzyıllarca sürmüş olan Batılı sömürge yönetimi altında yaşamak gibi bir tecrübenin izlerini (fizikî ve manevî), sefaletini, ezilmişliğini ve komplekslerini bir ya da iki nesilde ve de tümüyle yok etmenin mümkün olacağı düşünülemez; kaldı ki, siyasî bağımsızlığın, sömürgeci gücün sömürge ülkeden elini eteğini çekmiş olduğu anlamına gelmediği dikkatten uzak tutulmamalıdır. Çoğunlukla ekonomi, eğitim, sağlık ve savunma mahiyetli gerekçelerle sömürgeci ülkeyle bağın tümüyle kesilmesi istenilmemiş, dahası iki ülke arasında gerçekleşmiş karşılıklı göçler dolayısıyla bu bağın daha da karmaşık ve vazgeçilemez hâle gelmiş olması dolayısıyla sömürge durumu en azından kültürel boyutta ve zihinlerde yeni uçlar vererek yaşamaya devam etmiştir ve etmektedir. Bu ülkelerde ilk eğitim ve sağlık kurumlarının ilgili sömürgeci gücün yardım ve desteğiyle kurulabilmiş olduğunu, temel silah sistemlerinin genellikle bu sömürgeci ülkeden temin edildiğini ve ilgili eğitimlerin bu ülke subay ve uzmanlarınca sağlanmış olduğunu düşünmek bağımlı bağımsızlık durumunu ifade açısından yeterlidir. Her şeye rağmen belli ölçekte bir “normalleşme” ve “kendi oluş” süreci tabii ki olmuştur ve devam etmektedir, ama bunun “ilk yabancılaşmamış hâl”e dönüş olmadığı ve olmayacağı da açıktır. Süreçler içinde süreçler ve bir şekilde yeni oluşlar yaşanılmaktadır. Afrika’da sömürgeciliğin izlerinin daha da köklü biçimde silinmesine katkıları olabilecek bu yeni süreçlerden birisi de Türkiye’nin resmî olduğu kadar sivil yapısıyla da bu kara kıtanın bahtını ak kılmaya niyetli ilgisidir. Türk kamu kuruluşlarının ve sivil toplumunun Afrika’da ses getiren derinlikli ve yaygın insanî yardım girişim ve faaliyetlerinin belli bir süreçte Afrikalının kendi özgün ve özgür sesini bulmasında belli bir katkı sağlaması mümkündür ve bu açıdan önemsenmelidir. Ve alana geri dönmüş bir aktör olarak Türkiye’nin bu muhtemel katkısı Afrika’daki bağlantı ve etkileri devam eden eski sömürgeci güçleri kuşkusuz ciddi bir biçimde rahatsız ediyor olmalıdır.
Bir diğer kısa not da sömürge ülkelerde bağımsızlık sonrasında ve yine, eski sömürgesiyle irtibatı birçok düzlemde devam ettiren ana sömürgeci ülkenin yönlendirmesi, desteği ve katkısıyla vücut bulmuş akademik yapılara ilişkin olabilir. Bu akademik yapıların ve buralarda yeşermesi umut edilebilecek olan akademik yaklaşımların, akademik dünyanın asıl patronu olarak görülen, gelenekten ve ilahî olanla irtibatlı olan her şeyden mutlak biçimde özgürleşmeyi ve bağımsız olmayı hedeflemiş modern Batı düşünce ve tutumunu bir anayasa gibi benimsemiş olan ve yapılaşırken model ve örnek alınan modern Batılı akademik kurumların gözetimi dışında kalabilmesinin tasavvuru zaten pek mümkün değildi. Bu eski sömürge ülkelerindeki yüksek öğrenim kurumları genellikle sömürgeci ülke akademik kurumlarının bir uzantısı gibi ve sömürgeci ülkenin yardımıyla tesis edilmiş olan kurumlar olduğu gibi, başlangıçta büyük kısmı itibariyle akademisyen kadrosu da onlar tarafından sağlanmıştır. Bu durumun aslında yalnızca bir zamanların resmen sömürge olmuş ülkelerdekiyle sınırlı olmadığını sömürgeciler karşısında siyasal bağımsızlıklarını korumuş ülkelerdeki akademik yapı ve çalışmalar için de önemli ölçüde geçerli olduğunu belirtmek gerekir. Dolayısıyla bağımsızlık kazanmış sömürge ülkelerde oluşmuş durumdaki bu akademik yapıların da sömürgeci paradigmasının dayattığı şablonların dışında tutum benimseyebileceklerini ve kendi ülkelerindeki kültürel ve zihinsel bağımsızlık yönünde etkin olabilmeleri bağlamında kendi hallerine bırakılmış olduklarını düşünmek zordur. Daha yakın dönemlerde küreselleşmenin sömürgeciliğe yeni ve daha zor fark edilir bir görünüm (ekonomik, kültürel ve siyasî) kazandırmış olması ise durumu daha da karmaşık hâle getirmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla, bu eski sömürge ülkelerindeki akademik dünya genel yapısı ve özellikleri itibariyle, kendisinde önemli gedikler açıl(a)mamış sömürgeci kalelerinden birisi olarak kalmaya devam ediyor görünmektedir.
[1] Savaş sırasında sömürge ülke halklarından çok sayıda askerin müttefik devletler (İngiltere, Fransa, Sovyetler Birliği, ABD, Çin, vd.) saflarında savaşmış olmaları ve böylece sömürgeci Avrupalı güçler nezdinde takdir edilmeyi hak etmiş olmaları, sömürgeci güçlerin savaşta güç kaybetmiş oluşlarının, savaş sonrasında ABD’nin ‘kendi kaderini tayin hakkı’ konusunda baskın bir tutum sergilemiş oluşu ve savaş süresince belli ideolojik yaklaşımların sömürge ülkelerde güçlenişinin de katkısıyla sömürge halklarının kendilerine güven duygularının ciddi şekilde yükselişi bu uygun zemini oluşturan önde gelen faktörlerdir.
[2] 1945-1980 yılları arasında çoğu Afrika’da bulunan 55 ülke siyasal bağımsızlığını kazanmıştır.
[3] Siyasal bağımsızlık kazanım mücadeleleri çok kanlı ve sancılı geçmiş olan Cezayir (1962) ve Libya (1951) bu istisnalar arasında en başta hatırlanan örneklerdir.
[4] Bağımsızlık öncesi yıllarda sömürge ülke halkları gençlerinden az sayıda kişi sömürge ülkelere daha çok da eğitim amacıyla gitmiş ve bunların büyük kısmı sömürge ülkelere geri dönmüştür. Sömürge ülkelerin bağımsızlık kazanmasından sonraki yıllar içerisinde ise, sömürge ülke yerli halklarından sömürgeci ülkelere yüzbinlerce kişi çoğunlukla eğitim ve çalışma amacıyla göç etmiş ve bunların çok az bir kısmı geri dönmüştür. İlk yıllarda sömürgeci ülke otoriteleri ucuz iş gücü temin edilişini sağlayan bu gelişmeden memnun olmuşlarsa da, ilerleyen on yıllarda Avrupa ülkelerindeki demografik yapıyı zorlayan büyüklükte yabancı kökenli etnik yapıların ortaya çıkması genellikle ciddi bir problem olarak algılanır hâle gelmiştir.