Özdenören Sanayi Mahallesine Ne Bıraktı?

Gül yetiştiren adam, yine oradaydı, gül yetiştirmeye devam ediyordu. Gülün tedai ettirdiği tüm anlamlar sinivermişti her bir cümleye. Sevginin öz güvenini, öfkenin ölçülülüğünü, seferin kararlılığını hissettiriyordu biteviye.

Kemal MANSUR

Sanayi mahallesinin el yordamıyla ne bulsa okuyan, ne okuyacağına dair bir planı olmayan ‘rehbersiz’ gençleri olarak seksenli yılların ortalarında, her hafta en az bir kere Beyazıt’taki Beyaz Saray Kitapçılar Çarşısı’na uğrardık. Biriktirebildiğimiz harçlıklarımızla gözümüze kestirdiğimiz, kimi zaman da kitapçı abilerin tavsiye ettiği kitapları alırdık.

Rasim Özdenören ismi ile bu ‘rıhle’lerden birinde tanıştım. Sanırım kitapçının yönlendirmesiyle elime aldığım kitabın ismini gördüğümde çarpılmıştım adeta… Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler… Tam da aradığım şeydi bu. Canhıraş okuduğum onlarca kitaba bu soruyu soruyordum esasen. Çoğu zaman satır aralarında boğulma tehlikesi geçirdiğim kitaplardan yalvarırcasına bu sorunun pratik bir cevabını istiyordum: Müslümanca yaşamak nedir, Müslümanca nasıl düşünülür?

Beyazıt’tan Eminönü’ne kadar yürür, mahallenin otobüsüne binerdik. Yol boyunca kitabı okumaya çalıştığımı hatırlıyorum. Dikkatsizlikten dolayı çarptığım bir vatandaşın sert uyarısıyla yaşadığım mahcubiyet de hâlâ capcanlı.

Seksen sonrası dönemin ruhu gereği okuma yelpazemizin çeşitliliği içerisinde Rasim Özdenören ile tanışmak, ‘evrenselliğimizi’ kritik dokunuşlarla gerçekçi bir zemine yönlendirmişti. Bir yandan İslamî vizyonun imkânlarını sade bir dille ortaya koyuyor, öte yandan hâkim kültürel paradigmaya esaslı eleştiriler getirerek özgüvenimizi sağlıklı biçimde besliyordu. Tabii bu tespiti bugünden bakınca yapıyorum.

İlerleyen süreçte onun başta hikâyecilik olmak üzere birçok özelliği ile tanıştım. İtiraf etmem gerekir ki o zamanlar içerisinde bulunduğum düşünsel atmosfer üstad ile aramdaki mesafenin açılmasına, kendisine daha az ilgi duymama neden oluyordu. Onun, Anadolu’nun yerel dinamikleriyle bezeli, ölçülü, hikmetli itirazını muhafazakârlık olarak algılamaya başlamıştım zamanla. ‘Kavgamıza’ ayak uyduramayan soğukkanlı bir üsluba tahammül edemezdik!..

Seksen darbesi sonrası entelektüel evreni neredeyse istila eden çeviri furyası karşısında dengeli bir okuma ameliyesi tutturabilmek mucizevi bir şeydi doğrusu. Tercüme kitapların çözümlediği dünya ve önerilen hareket tarzları bize çok daha cazip geliyordu. Çünkü döneme ruhunu veren ‘radikalleşme’ olgusu, İran’daki devrim ve Afgan cihadının da etkisi tavırlarımız üzerinde ciddi bir güce sahipti.

Yıllar sonra ‘ümmet’ kavramının bir yerinde Türkiye diye bir gerçeklik olduğunun ve onsuz ümmetçiliğin tamamlanmayacağının ayrımına vardığımda yüzümü döndüğüm ilk anıtlardan biri oldu rahmetli Özdenören. Artık mahcubiyetle karışık bir minnet duygusuyla yeniden okumaya koyulmuştum. Ulaşabildiğim konuşmalarını da dinlemeye başlamıştım.

Gül yetiştiren adam, yine oradaydı, gül yetiştirmeye devam ediyordu. Gülün tedai ettirdiği tüm anlamlar sinivermişti her bir cümleye. Sevginin öz güvenini, öfkenin ölçülülüğünü, seferin kararlılığını hissettiriyordu biteviye.

Kendimizi ve dünyayı doğru değerlendirme anlamında ihtiyaç duyduğumuz perspektifi taşıyıp durdu Müslüman muhayyilesine bitmek tükenmek bilmez kararlılıkla. Garb özellikle edebiyat bağlamında iyi tanımış, şark zaten yaşamakta olan bir bilge keyfiyeti ile çağın fotoğrafını geniş ve doğru perspektiften önümüze koymaya çabalamıştır. Biraz uzak bir mesafeden mi konuşuyordu acaba?

Yalınlık sehli mümteniydi onun cümlelerinde. Anlamı hormonlamadan tamda Müslüman vakarınca dillendirmenin somut örnekliğini ortaya koyuyordu. Meselesi olan adamlar hep böyle davranmıştı zaten. Hakikati gölgeleyecek, örseleyecek, erteleyecek herhangi bir müdahaleyi cürüm mesabesinde müstekreh görmüştür onlar.

Ortalıkta pek görünmeyen bir tarzı vardı görebildiğim kadarıyla. Kelimelerine yüklediği aksiyon, ruhunu kendi hayatında asgari ölçüde yansıttığı izlenimi hep ağır basmıştır bende. Münzevi bir bilgenin kavgaya anlam katma, kavgayı çağcıl kılma, kavgayı estetize etme gayretiydi diye özetlenebilir onun bende bıraktığı fotoğraf.

Yeni Şafak’ta yazdığı ‘iddiasız’ köşe yazılarını aktüaliteye arka plan notları olarak okurdum hep. İlgisizmiş gibi görünen cümlelerin izleğini biraz sürdüğünüzde yaşanılan hızlı, kaotik gündemin sakin, sahih tahliline dair işaretleri fark etmemeniz mümkün değildi. Rahatsızlığından dolayı yazılarına ara vermesi hüzünlü bir haber olmuştu çoğumuz için.

Öykülerindeki alegori, sembolizm, gizem edebiyat salikleri için zorlayıcı, kimi zaman sarsıcı bir parkur mesabesindeydi. Düşünsel eserlerinde bulduğum deruni yalınlık tadını öykülerinde tadamadığımı kendi adıma itiraf etmek isterim. Apansız önünüze çıkacak işareti fark edememe korkusu, metnin tenhalarına yerleştirilmiş sembolleri atlama endişesi öykülerini benim için ‘meşakkatli’ birer metin kılmıştır.

Hikâyeci dostlarımın hoşgörülerine sığınarak çizmeyi aşayım. Hikâyelerindeki karakterleri Anadolu’nun değişik tonlarını yansıtması bakımından zengin bir yelpaze sunardı. Çarpılmışlar’ı okurken Ejder’e nasihat eden halasının ifadeleri bana çok ‘sevimli’ gelmişti. Züleyha’yı Zeliha yapması bile tatlı bir ironi gibi duruyor: “Bak dinle Hazreti Yusuf’u işittin mi hiç, Zeliha’yı, Mısır maliye nazırının karısıydı. Zeliha bir gün Yusuf aleyhisselamı odasına çağırdı, Yusuf aleyhisselam odasına gelince odada duran bir putun yüzünü örttü, Hazreti Yusuf bunu niçin örtün diye sorunca Zeliha ondan utandığım için dedi. Yusuf aleyhisselam da ona sen bir taş parçasından utanıyorsun da ben yerleri ve yedi kat gökleri yaratan Rabbimin görmesinden utanmaz mıyım dedi, git karını bul şimdi eve götür tövbe istiğfar et nikâhını tazele”

İslam’ı formel bilgi düzeyinde bilmekle onun ruhunu kavramak arasındaki ince çizginin, entelektüel pratikteki naif örneklerinden biri olarak gördüm ürünlerini. Bu anlamda kavramlar üzerindeki hassasiyeti ve ince işlemeleri bu topraklara bırakılmış çok değerli bir miras olarak yaşamaya devam edecektir.

Medeniyetlerin zamana karşı koyabilmesi, zamanı kendi rengine boyayabilmesi ancak ürettiği kavi, sahici kavramlar yoluyla mümkün olabilir. Kavramları yaşatabilmenin en önemli şartı ise çağı yaşamaktır. Yani İlm-i Hali ihmal etmemek…

Rahmetli Özdenören, halin muktezasını ve müstakbelin imkânlarını göstermeye çabaladı. Rabbim rahmet eylesin.