Vesîletü’n-Necât Vesilesiyle Bizim Hakikatimiz

Süleyman Çelebi, Hazret-i Muhammed’in doğumunda annesinin gördüğü, günümüzün ifadesiyle, birçok olağanüstü olaylara yer verir.

Mehmet KAHRAMAN

Dr.

‘Hakikat’, başka bir ifadeyle de ‘gerçek’ kavramının Eflatun’da ilginç bir yorumu vardır. O, ideler âlemi dediği bir gerçeklikten bahseder. Etrafımızda gördüğümüz her şeyin asıllarının ideler âleminde olduğunu söyler. Bu dünyada var olanların ideler âleminin bir yansıması, bir gölgesi veya bir hayali olduğunu öne sürer.

Bu dünyanın böyle yorumlanışına bazı tasavvuf erbabında da rastlarız: Evren, yaratıcının kendi sıfatlarını seyretmek için yarattığı bir aynadır. Yani ‘hakikat’, Allah’ın bizzat kendisidir. Evren ise O’nun bir yansımasıdır. Aynadaki görüntüler gibi…

Batı dünyası, pozitivist anlayışın yerleşmesine paralel olarak bu ‘hakikat’ kavramını tersine çevirmeye başlar. Onlara göre asıl hakikat çevremizde gördüklerimizdir. Göremediklerimiz ise ‘hayâl’den ibarettir; daha keskin bir ifadeyle de ‘hakikat’ dışında hiçbir şey yoktur.

Batı ile kültürel ve edebî anlamda temas kurmaya başladıktan yani Tanzimat’tan sonra edebiyat dünyamızda ‘hakikat’ kelimesinin kullanıldığı bir tamlama gündeme gelir: ‘Edebiyat-ı hakikiye’. Onun tersi de doğal olarak ‘edebiyat-ı hayaliye’dir.

Bu ifadeler konumuzla yakından ilgilidir.

Namık Kemal’e göre bizim, ona gelinceye kadarki edebiyatımız aslı astarı olmayan hayali varlıklarla doludur. Batı edebiyatı ise sadece hakiki varlıklara yer vermektedir. Batı’nın, pozitivist bir düşünceyle, görülenler dışında bir varlıktan bahsedilemeyeceği görüşü öne çıkınca, bizim, o görülemeyen ama medeniyetimizin kabulleri gereği var olduğuna inandığımız hatta var olduğunu bildiğimiz varlıklar yok sayılmaya başlandı. Onlar, ancak masallara mahsus varlıklar kabul edildi.

Edebi eserlerde anlatılanlar, ‘gerçek’ olup olmamak bakımından değerlendirildi. Bir şeyin gerçek olup olmaması da pozitivizm kuralları çerçevesinde belirlendi.

Hâlbuki özellikle şairler eserlerini oluştururlarken ona hayallerini de eklerler.

Gazimağusa’da bir şair, bir sempozyumda sunduğu bildirisini, “bana hayallerimi geri verin” söylemi üzerine kurmuştu. Bu, sadece kendi ihtiyacı için söylenmiş bir talep değildi. O konuşmada Türk şiirinin hayallerle süslenmesi gerektiğine vurgu yapılıyordu. Çünkü Namık Kemal ile başlayan ‘edebiyat-ı hakikiye’ söylemi sonrası şairler, hakikati ifade edeceğiz diye hayallerin güzelliğinden mahrum edilmiş metinler yazma telaşına düşmüşlerdi. Hâlbuki eserleri ilginç kılan, onlara yerleştirilen hayallerin zenginliğiydi. 

Esas konumuza dönersek, genelde ve özellikle de bizde ‘hakikat’ nedir sorusuna kendi açımızdan cevap aramamız gerekir.

Evet, bizim hakikatimiz nedir?

Batı dünyası müntesiplerinin pozitivizm gibi bir anlayışları ve rehberleri vardır. Bizse bu konuyu çözümlemek için kendi kaynaklarımız ne diyor, onlara bakmak durumundayız.

Bir adı da Mevlid olan Vesîletü’n-Necât’ vesilesiyle konuya eğilmeye niyetlendiğimize göre eserin “Vilâdet” bölümünde konumuzla ilgili aşağıdaki beyitlerden yola çıkabiliriz. Çünkü Süleyman Çelebi gönlünden kopup gelen hayallerini sıralayarak, bizim gönlümüze de hoş gelecek bir doğum manzarası tasvir ediyor.

Hem Muhammed gelmesi oldu yakîn
Çok alâmetler belirdi gelmedin


Ol gice kim doğdu ol hayru’l-beşer
Anesi anda neler gördü neler

Dedi gördüm ol habîbin anesi
Bir aceb nûr kim, güneş pervânesi

Berk urub çıktı beytimden nâgehân
Göklere dek nûr ile doldu cihân

Gökler açıldı ve feth oldu zulem
Üç melek gördüm elinde üç alem

Biri meşrik biri mağribde anın
Biri damında dikildi Kâbe’nin

Bildim anlardan kim ol halkın yeği
Kim yakîn oldu cihâna gelmeği

İndiler gökden melekler sâf sâf
Kâbe gibi kıldılar evim tavaf

Hûriler geldi bölük bölük buğur
Yüzleri nûrundan evim doldu nûr

Hem hevâ üzre döşendi bir döşek

Adı Sündüs döşeyen anı melek

Çün göründü bu işler ayân

Hayret içre kalmış idim ben hemân

Yarılıp divâr çıktı nâgehân

Üç bile huri bana oldu ayân

Bazılar derler ki ol üç dil-berin

Asiye’ydi biri ol meh-peykerin

Biri Meryem hatun idi âşikâr

Biri hem hurilerden bir nigâr

Geldiler lutf ile ol üç meh-cebîn

Virdiler bana selam ol dem hemîn

Çevre yanıma gelip oturdular
Mustafâ’yı birbirine muştular

Dediler oğlun gibi hiç bir oğul
Yaradılalı cihân gelmiş değil


Bu senin oğlun gibi kadr-i cemîl
Bir anaya vermemiştir ol Celîl

Ulu devlet buldun ey dildâr sen
Doğiserdir senden ol hulk-ı hasen

Bu gelen “ilm-i ledün” sultânıdır
Bu gelen tevhîd ü irfân kânıdır

Bu gice ol gicedir kim, ol şerîf
Nûr ile âlemleri eyler latîf

Bu gice şâdân olur erbâb-ı dil
Bu giceye can verir eshâb-ı dil

Amine eder çü vakt oldu tamâm
Kim vücûda gele ol hayru’l-enâm

Susadım gâyet harâretden katî
Sundular bir câm dolusu şerbeti

Şerbeti karşımda tuttu hûriler
Bunu sana verdi Allah dediler

Kardan ak idi ve hem soğuk idi
Lezzeti dahi şekerde yok idi

İçdim anı oldu cismim nûra gark
İdemezdim kendimi nûrdan fark

Geldi bir akkuş kanadiyle revân
Arkamı sığadı kuvvetle hemân

Doğdu ol saatde ol sultân-ı dîn
Nûra gark oldu semâvât-ü zemîn


Süleyman Çelebi, Hazret-i Muhammed’in doğumunda annesinin gördüğü, günümüzün ifadesiyle, birçok olağanüstü olaylara yer verir.

Bu ifadelerin olağan veya olağanüstü olup olmadıkları konusu bizim hakikat anlayışımıza göre yeniden masaya yatırılmalıdır.

İslam tarihi ile ilgili kaynaklarda Hazret-i Muhammed’in doğum vaktinde İran’da kralların oturduğu sarayın on dört kulesinin yıkıldığı, ateşperestlerin taptıkları ateşin ilk defa söndüğü, Save gölünün kuruduğu gibi olaylardan bahsedilmektedir.

Süleyman Çelebi ise doğum vaktinde bir şair duyarlılığı ile olmuş olabilecek olayları gündeme taşır. Şair, o vakitte Allah’ın kudretini ve bir peygamberine hediye edeceği mucizeleri ele almaktadır. Kaynaklarda bunun birçok örneğine rastlanmaktadır. Nitekim Hazret-i Meryem, daha Hazret-i İsa doğmadan önce Allah tarafından gönderilen yiyeceklere mazhar olmuştur.[1] Ayrıca Hazret-i İsa yeni doğmuşken konuşmuş ve kendisinin peygamber olduğunu açıklamıştır.[2] Bu örnekler Kur’an’da anlatıldığına göre, onların olağan olup olmadıkları bir Müslüman için tartışmaya açık olmayacak konumdadır. Allah’ın kitabında anlatılmış olması yeterlidir.

Bizim hakikatimiz, Kur’an’da anlatılan örneklere bakılarak belirlenecektir.

Süleyman Çelebi de Hazret-i Muhammed’in doğumu esnasında gerçekleştiğini hayal ettiği, Allah’ın, bütün insanlığa elçi olarak tayin edeceği kutlu kişinin dünyaya gelişini kolaylaştırmak ve hatta güzelleştirmek için yapacağı yardımları şiirinin konusu yapar. Annesi Âmine hatunun çevresindeki kişilerden başka tarihte yer almış kutlu kişiler, melekler ve huriler de bu doğumda hazır bulunurlar. Anne, bu kişiler sayesinde doğumun acısını değil, tam tersine onun mutluluğunu yaşar. Bu vesileyle Allah’ın fazl-ı keremine mazhar olur. Çünkü o, yaratılmışların en şereflisini dünyaya getirmektedir. 

Daha önce kaleme aldığım, Saltıknâme ile ilgili bir yazımda aynı konuyu tartışmış ve bulgularımı geniş bir şekilde serdetmiştim. Metne masal unsurları taşıdığı gerekçesiyle ‘destan’ denmesinin bizim hakikatimiz açısından doğru olmaması gerektiğini açıklığa kavuşturmaya çalışmıştım. Konuyu, bizim anlatı vadisinde kaleme alınmış ilk metinlerimizden biri olan Dede Korkut üzerinden ele almış ve örneklendirmiştim. O açıklamaları buraya da alarak, bizim hakikatimizin ne olduğunu netleştirmek istiyorum:

Olaylarda, ‘olmuş’ ya da ‘olabilecek’ gibi nitelikler söz konusu edilemez. Çünkü toplumun o günkü ‘gerçeklik’ anlayışı, bugün düşünebildiğimiz gerçeklikle bağdaşık değildir. Bugün çevrimi içinde yer aldığımız batı uygarlığının belirlediği ‘gerçeklik’ anlayışı, seküler, fizik kanunları ile sınırlı, zaman zaman pozitivist bir bakış açısı ile tanımlanabilir bir yapıdadır. Günümüzde geçerli olan batı kültürüne göre, gözle görülmeyen, elle tutulmayan bir şeyin varlığından söz edilemez. Hâlbuki Dede Korkut hikâyelerinin üretildiği kültür çevriminde, inançlar, algılar, beslenilen bilgi kaynakları, daha zengin ve katmanlı bir evren algısını desteklemektedir. İnsanlar bu evrende yalnız değildir. Bizler dünyayı melek, şeytan, cin gibi varlıklarla birlikte paylaşmaktayız. Bunu bir inanç meselesi gibi sunmak çok yetersiz bir açıklamadır. Savaş gibi çok hassas dönemlerde yaşanmış sıra dışı hikâye örnekleri bunun bir göstergesidir. Bu bakımdan olayların bazı masal unsurlarıyla zenginleştiğini söylemek, batı uygarlığının çevriminde düşünmekten kaynaklanmaktadır.

Anlatmaya çalıştığımız bu, kendi dünyamızın gerçekliğinin seküler batı dünyası gerçekliğinden farklı oluşu konusunu daha açık olarak şu örnekle desteklememiz gerekiyor:

Kur’an’da yer alan Süleyman Peygamber’le ilgili anlatıda Belkıs’ın tahtının Süleyman Peygamber’e getirilişi şöyle anlatılır: “(Süleyman,) ‘ey ileri gelenler, dedi, onun tahtını, kendilerinin bana Müslüman olarak gelmelerinden evvel, hanginiz bana getirir?’ Cinlerden bir ifrit, ‘sen makamından kalkmadan ben onu sana getiririm. Ben buna karşı her halde güvenilecek bir kuvvete malikim’ dedi. Nezdinde kitaptan bir ilim olan (zat), ‘ben, dedi, gözün sana dönmeden (gözünü yumup açmadan evvel) onu sana getiririm.’ Vaktâki (Süleyman), onu yanında durur bir halde gördü. ‘Bu, dedi, Rabbimin fazl (u kerem)indendir.”[3]

Kur’an’da geçen bu anlatıdakiler masal veya efsanelerle yoğrulmuş olaylar değildir. Kur’an’da anlatılıyor olması, onların biz Müslümanlar için ‘gerçek’ olduğunu göstermektedir. Bunun bir inanma konusu olması, daha başta, İslam dünyasının bir ferdi olma noktasında söz konusu olabilir. Bu nokta elbette inançla başlayan ve inançla örülen bir yapıdır. O dünyaya giriş, zaten ‘iman’ ile mümkündür. Bir kere iman edilerek o evrene girilmişse, karşımıza çıkan ayrıntılarda ‘inanç’ gibi bir mükellefiyet söz konusu değildir. Bundan sonrası artık bir ‘bilgi’dir. İnanmış insan, kendi kaynaklarına dayanarak bilgilerini geliştirir ve pekiştirir. Kendi ürettiği bilgiler de yine bu kaynaklar çerçevesinde doğruluk kazanır.

Bu bilgiler ışığında Dede Korkut hikâyelerinin de olağan bir anlatı olduğunu söylememiz gerekiyor. Sözgelimi Deli Dumrul’a bir kuş olarak gözüken Azrail, bir masal unsuru değildir. Çünkü bizim bilgi evrenimizde Azrail adlı bir melek vardır. O, bizim bir gerçeğimiz, bir hakikatimizdir. Azrail insanlara çeşitli suretlerde gözükebilir. Nitekim bir diğer melek Cebrail, Hz. Peygamber’e çok değişik suretlerde gözükmüştür. Onu, Hz. Peygamber’in arkadaşları da görmüşlerdir.[4] Yani bu anlatılarda fizik değil metafizik bir evren söz konusudur, denebilir. Ama günümüz bilgilerine göre artık ‘fizik’ de ‘madde’den ibaret değildir. Atomun parçalanması ve son zamanlarda elektronik dünyasındaki akıl almaz gelişmeler, bizi, göremediğimiz, elle dokunamadığımız ve kütlesini duyularımızla algılayamadığımız bir takım gerçekliklerin var olduğu bilgisine götürmektedir”

Kur’an’da geçen âyette Belkıs’ın tahtını Sabâ’dan Hazret-i Süleyman’ın yaşadığı yere ‘göz açıp kapayıncaya kadar’ kısa bir sürede getiren zatın, “nezdinde kitaptan bir ilim olan (zat)” olduğu belirtilmektedir. Bu, Allah’ın veli kullarına bahşettiği bir nitelik, bir yetenek olarak kabul edilmelidir. Sarı Saltık da Allah’ın kendisine bahşettiği nitelik ve yeteneklere sahiptir. Anlatılarda yaşadıklarından bunu anlıyoruz. Bu nitelikler gerçek midir, dendiğinde batılı bir zihin yapısıyla değil de İslam kültürünü özümsemiş bir zihinle düşündüğümüzde ‘mümkün’ demek gerekiyor. Elimizde bulunan belgeler bunu doğruluyor. Nemrut’un ateşi Hazreti İbrahim’i yakmamıştır. Kızıldeniz Hazreti Musa’nın yürüyerek karşıya geçmesine izin vermiştir. Hazreti Peygamber’in Hicret yolculuğunda Sevr mağarasının girişi, bir anda örümcek ağlarıyla örülmüş ve içinde sıcacık yumurtaları olan bir güvercin yuvası ortaya çıkmıştır. Bunlar Peygamberlerin mucizeleridir. Veliler içinse kerâmetler söz konusudur.”[5]

Saltıknâme’yi kaleme alan Ebu’l-Hayr Rûmî, eserini derlemeler sonunda kaleme aldığını belirttiği ifadelerinde şu açıklamayı yapma ihtiyacı da duyar:

Her yerde dahi velâyet-i Şerif meşhurdur ve hem gazâları vâfirdür. Kankı birini şerh idelüm? Mübalağa sanma kim Hakk Te’âlâ ilham kılup itdüğin yazdum, söyledüm ve her âşıktan ve âriften işitdüğüm bu kitaba yazdum… Gerek vâki ola, gerek olmaya; bu hikâyetler sıhhat üzere olduğın ötesin Allah bilür ve hemân bu azizleri medh itmektir murad. Zira bundan artuk itmeğe bunlar kâdirdürler. Allah Te’âlâ’nun velileridür.[6]

Süleyman Çelebi, Allah’ın sevgili kulu ve kutlu elçisinin doğumunu anlatırken, annenin, doğum sancıları değil, doğum sevinci yaşadığını anlatmak için bazı meleklerin yardımlarını, Allah’ın fazl-ı kereminden gelen soğuk, beyaz ve şekerden daha tatlı şerbetin sunuluşunu, nur yüzlü kadınların çevresinde dönüp durduğunu, nurlar içinde bir doğumun gerçekleştiğini dile getirir. Bu ifadeler, doğuma adeta bir bayram havası vermektedir.

Gerçekten Hazret-i Peygamber’in doğumu insanlık için bir bayramdır. Bu olay her yıl bütün İslam âleminde bir bayram gibi kutlanır. Kutlamaların en önemli aracı da Süleyman Çelebi’nin Mevlid’idir.

Süleyman Çelebi, bu eserini bazı hayaller kurarak kaleme almış olabilir. Ama Müslümanlar orada anlatılanları hayal olarak algılamazlar. Çünkü melekler gerçek varlıklardır. Onların oluşturduğu o güzel hava da Müslümanlar için bir ‘hakikat’tir.

Bizim hakikatimiz, evrende insan, hayvan, nebat ve diğer fizik nesnelerden başka melekler, cinler ve şeytanların varlığını kabul eder. Bizim hakikatimizde Allah’ın fazl-ı keremi geçerlidir. Allah’ın veli kulları, her zaman ve her yerde var olmuş ve var olmaya da devam edecektir. Hazret-i Musa’ya yoldaşlık eden Hızır da her zaman aramızda dolaşıp durmaktadır.


[1]Zekeriya, onun bulunduğu bölmeye her girişinde yanında bir yiyecek bulurdu. “Meryem! Bu sana nereden geldi?” derdi. O da “Bu, Allah katından” diye cevap verirdi. Zira Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.” (Kur’an, Âli İmrân suresi, âyet: 37)

[2] “(İsâ dile gelip): Ben, hakikat, Allah’ın kuluyum! O, bana, kitap verdi. Beni, peygamber yaptı. Beni, her nerede bulunursam, mübarek kıldı. Bana, ben, hayatta oldukça, namazı, zekâtı emretti. Beni, anneme hürmetkar kıldı. Beni, bir zorba, bir bedbaht yapmadı. Dünyaya getirildiğim gün de, öleceğim gün de, diri olarak kaldırılacağım gün de, Selâm (ve selâmet) benim üzerimdedir. Dedi” (Kur’an, Meryem suresi, âyet: 22-23)

[3]  Kur’an-ı Kerim, en-Neml suresi, âyet: 38-40.

[4]Bir gün Rasûlullah (s.a.v)’in yanında bulunduğumuz sırada âniden yanımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zat çıkageldi. Üzerinde yolculuk eseri görülmüyor, bizden de kendisini kimse tanımıyordu. Doğru peygamber (s.a.v)’in yanına oturdu ve dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini de uylukları üzerine koydu. “Ya Muhammed! Bana İslâm’ın ne olduğunu söyle” dedi… Bundan sonra o zat gitti. Ben bir süre bekledim. Sonunda Allah Rasûlü bana: “Ya Ömer! O soru soran zatın kim olduğunu biliyor musun?” dedi. “Allah ve Rasûlü bilir” dedim. “O Cibrîl’di. Size dininizi öğretmeye gelmişti” buyurdular.” (Buhârî, İman 1; Müslim, İman 1).

[5] Mehmet Kahraman, “Türk Anlatı Geleneği ve Saltıknâme”, Türk Romanının Derin Kökleri,  Akademik Kitaplar, İstanbul, 2022, s. 93-114.

[6] Ebu’ı-Hayr Rûmî, Saltık-nâme, Haz. Necati Demir ve M: Dursun Erdem, UKİD, İstanbul, 2013, s. 616