Son olarak hatırlatmak isterim ki kadraja girmeyen yönleriyle kilisenin, sömürmenin, monarşinin, anarşinin ve zaten yüzyıllardır var olan iktisadi uçurumun derdiyle dertlenmiş Batı’nın “medeniyet” anlayışı ve kendilerine has eğitim sistemi, Türk milletinin birçok alanda tam anlamıyla başarılı olmasına imkân tanımayacaktır.
Şehnaz FINDIK

“Ulu bir çınarın kovuğuna sığınmış bu aziz millet, kendi gölgesinden korkmayı kimden öğrendi?”
Kabul ediyorum, öyle sessiz sakin sorulabilecek bir soru değil bu. Çok matah bir soru da değil üstelik. Ama can yakan, dirsek çürüten, kalp kurutan sorular için iyi bir girizgâh. Sahi, kimden öğrendik bizi biz yapan mukaddesatı korkunç bulmayı? Hangi kudretin mahsulü bu utanç duygusu ki samimiyetten, ihlastan, vicdandan ve merhametten “maraz” doğduğuna kani olduk bir anda? İçimiz şişti sorulardan değil mi? En çok da karizmatik münafıkların peşine takılanlarımız sevmiyor bu soruları. Zira ulusal cemaatlerin fabrikasyon vicdanlarına sığınmayı onlar sayesinde kolaylıkla çözdük. Dolayısıyla bize çözecek bir muamma yahut muhakeme edecek sakıncalı sorular da kalmadı.
Çıkarların yüksek sesle etrafımızı sardığı ve bizim de dünden razı bir şekilde teslim olduğumuz bir dünyaya doğru gidiyoruz. Radikal duyguları tuhaf bir biçimde sahipleniyor ve bize söylenen neyse onu yapıyoruz. Muhatabımızı kalıplara sokuyor, standartlaştırmak için kendi çizgimize çekiyor, özünden kopmak istemeyenlere aykırı nazarıyla bakıyoruz. Milliyetçi değil, sosyalist değil, demokrat hiç değil, uçarı kaçarı bir liberal, belki ihtimal bile değil ama bir şeyler olduğumuzu iddia etmekle kavgaya tutuşuyoruz. Geçmişi ve geleceği insan iradesinden söküp, aklı mekanik bir “ideal” olarak yenilemeye çalışıyoruz. Mültecileri kamplara, Tanrı’yı mabede, İslam’ı sakal ve örtüye ve ilmi de sosyal medyaya hapsediyoruz. Haliyle hangi vicdan bizi tanımlıyor, kaçımız vicdanla tanımlanıyor bilmiyoruz. Göremediğimiz belki de şu; merhametsiz bir dünyanın varlığını “reel” ve kaçınılmaz gören ilerlemeci zihniyetin o sözde evrensel ahlakında diğerkâmlık, muhabbet ve ihlas yok. Öyleyse soruyoruz: Bir yetimin yalnızca başını okşamayı bile yüksek bir ahlaki vazife addeden Muhammedi ruhun esamesinin dahi okunmadığı hangi evrensel düzen bizi “refah” toplumu yapacak? Cevapları duymamak için kulaklıkla geziyoruz. İnanın, artık hiç de aldırış etmiyoruz.
Batılı olamadığımız gibi Doğulu olmayı da beceremiyoruz. Türkülerimiz bamtelinden mızraklarla içeri giriyor ama zamanla onlara da duyarsızlaşıyoruz. Peki, nedir bu sarhoşluk halinden bizi kurtaracak? Özümüzü, değerlerimizi ve kalbimizi nasıl yeniden inancımızla kardeş kılabiliriz? Sorunu tespit etmeye hevesli olduğumuz kadar çözmeye de iştiyak duyuyor muyuz? Öyleyse bir pencere açmakla başlayalım. Hatayı nerede yaptık, neresinden dönersek kâr olur iyice bir hesaplayalım.
İçinde yaşadığımız vahşet sisteminin gönül dünyamızda büyük bir tahribat bıraktığı ortada. Nesillerimiz sosyal medya, müzik, sanal dünya ve bilgisayar oyunları ile şiddetin, güçlünün ve mutlak kazancın kölesi haline getiriliyor. Hiçbiriyle işim olmaz, evlatlarımı zehirlemelerine de müsaade etmem, demeyin. Bir alışveriş merkezine girip ihtiyacınızı görene kadar kulağınıza dolan onlarca şarkı elbette sizi zehirlemek için izin istemeyecek. Sokakta yürürken gördüğünüz reklam panoları zaten siz öylece geçip giderken bilinçaltınızda yedeklensin diye orada. Haliyle bu iş, rıza formatını aşalı epey oluyor. Çünkü tüm o görüntülerin, seslerin ve “hayallerin” bize vermek istediği çok fazla mesaj var. Ve o mesajları alış biçimimiz çılgınca bir teslimiyetin göstergesi. “Nasıl bu kadar kolay teslim oluyoruz?” dediğinizi duyar gibiyim. Cevabı basit: Yapısal niteliklerimiz “kiralık”, duygusal tepkilerimiz “ideolojik” ve durum ne olursa olsun çözüm merciimiz “silahlar” olduğu için.
Haydi, bu meseleyi geçmişin tozlu raflarından bugüne indirelim. Tanzimat döneminden bu yana Batı’dan kiraladığımız ideolojik silahları bir düşünelim. Eğitimde, etikte, kamusal davranışta, hukukta ve diğer tüm alanlarda süzgeci elden bırakıp körü körüne taklit ettiğimiz şeyleri önümüze koyalım. Söz konusu taklidin içindeki gizli-aşikâr niyetler bizi bugünkü noktaya getirmedi mi? Taklidin imanda dahi emanet gibi durduğu göz önüne alınırsa, aydınlarımız bize 1923 sonrasında dahi yakamızı hiç bırakmayacak bir taklitçilik miras bırakmadı mı? Bu miras, uzun vadeli sistemsizlikten beslenen bir “eğitim” anlayışı değil miydi? Hem de öyle bir eğitim anlayışı ki, dünyanın her yerinde Kuzey Atlantik sistemine kapı kulları yetiştirmekten öte gitmedi.
Çağın meşru silahlarından biri olarak “eğitim” ile ansızın ortaya çıkacak tüm ideolojilerin önüne geçilmek istendi. Taklitçi, mekanik ve değerlerinden uzak bir eğitim anlayışı ile üçüncü dünya ülkelerinde kiralık ideolojiler devri başlamış oldu. Böylelikle faşizmin biraz tatlı biraz tuzlu halinden esinlenen farklı türleri kolaylıkla imal edildi. Peki, bu süreçte Türkiye’deki asayiş berkemal miydi? “Biz” olarak biz, bu faşizan anlayışın kiralanmasında tedbiri elden bıraktık mı?
Dünya siyasetinin ideolojik silahlarına karşın ortaya koyduğumuz duruş hiç de Batılı muadilleriyle mukayese edilir cinsten değildi. Bunu da bedel ödeyerek öğrendik. Zira geçmişe baktığımız o “bizim projeksiyon” biraz dar ama çokça anlamlı katmanlardan oluşuyordu. Dar, çünkü ideolojik kavram ve kuramların belirlediği sınırlarda düşünerek bin yıllık zihin aktivitemizi hantallaştırmıştı. Çokça anlamlı, çünkü basiretimiz henüz bağlanmamışken kendi “umran” bilincimizi tesis etmeye odaklanmıştık. Fakat hâlâ çağımızın en büyük silahlarından biri olan bilgiyi işlemeyi ve bu işlenmiş bilgiyi tarihsel ve kültürel mirasımızla buluşturmayı tam anlamıyla başaramadık. Nihayetinde faşizanlığı, boşvermişliği ve çokça hamaseti ustaca birleştiren bir eğitim sistemi programladık. Avrupa’daki iktisadi ve sosyal sorunları ithal etmek suretiyle içine düştüğümüz bu buhranı çağdaşlarımızın çözümlerine sarılarak telafi etmeye çalıştık. Politik ve ideolojik olarak egemenlik alanını genişleten Avrupa halklarıyla kendimizi özdeş görmeye başladık. Biz hatayı telgrafın tellerine konan kuşlarda ararken asıl soruyu yine onlar sormuştu.
Bernard Lewis “Hata Neredeydi” isimli eserinde, Osmanlıların küçük ve hakir gördükleri “kâfir Batılılar” karşısındaki yenilgilerinden ders almasının önündeki en büyük engelin “Avrupalıların potansiyelini muhakeme edememek” olduğunu söyler. Gelin biz buna “denge körlüğü” diyelim. Çünkü sorun, Lewis’e göre Osmanlının iktisadi ve askeri olarak zayıflaması değil, Avrupalıların Osmanlı’ya yetişip güç dengesini değiştirmeleriydi. Bu noktadan sonra Osmanlılar dengeyi değiştirebilecek ne türden hamlelerin yolda olduğunu yeterince iyi takip edememişti. Bilimsel gelişmenin en nihayetinde ekonomik gelişmişliği getirebileceği, sermayenin eğitimle ve eğitimin de hukukla tamamlandığında ortaya güçlü bir ulus devlet yapısının çıkabileceği fikri, Osmanlı aydınlarında büyük ölçüde doğru anlaşılamamıştı. Tabii değneğin iki ucundan biri abdestli yere temas etmek zorunda olduğundan bu durum “körü körüne taklitçilik” kolaycılığını doğurmuştu. Bu anlayışla, taklitçi yaklaşımlarla kiralanmış ideolojilerin en büyük silahı da eğitim olmalıydı. Zira ünlü sosyolog Ernest Gellner “meşru eğitimin tekelini ele geçirmek meşru şiddetin tekelini ele geçirmekten daha önemli” diye düşünürken başka neyi kast etmiş olabilirdi ki?
Lewis’ten çıkarımla ortaya koyduğumuz bu denge körlüğü, çoğu Osmanlı aydını için kronik bir hastalık olarak kaldı. Said Halim Paşa, “Buhranlarımız”da adeta Lewis’in bu mealdeki tespitini onaylar nitelikteydi. Zira Paşa’nın içler acısı halimizi teşhis edip bir de üstüne reçete yazdığı bu önemli yapıt, “her şeyden önce hukuk ve eğitim” demiştir. Talimi, terbiye ve şeriat ile birleştirmeyi savunurken Osmanlıların sakatlıklarını saptamayı da ihmal etmemiştir. Paşa, bu sakatlıklara karşın tedbiri elden bırakmaksızın koltuk değnekleri ile yürümeyi teklif edip siyasal eklemler bu yeni nizama alışınca hukuku bir sütun gibi dayanak ederek ayağa kalkmayı öngörmüştür. Aşama aşama “kiralık” olandan kurtulmayı tavzih etmiştir. Evvela yola koyulmak ve işe başlamak nimetine erişmeyi hedeflemiştir. “Kiralık” aydıncılıktan insafsız bir medet ummazdan evvel milletinin fertlerine “kendi özüne tutunarak işe koyulmak” için yakarmıştır.
Osmanlı aydınlarının mirası olan taklitçilik, Cumhuriyet aydınları için de sıfır noktası mahiyetindeydi. Nurettin Topçu, “İradenin Dâvası, Devlet ve Demokrasi” adlı eserinde taklitçiliğin milletin varlığını tepeden tırnağa kavradığını ifade etmiştir. Ona göre Tanzimat’tan beri yapılan türlü ıslahat hareketlerinin muvaffak olamayışının müsebbibi, her mefhumu bizim için felaketlerin kaynağı olan Garb’ın taklid edilmesiydi. (s.38)
1960’lı yıllarla beraber komünizmin Doğu ve Latin toplumlarında kiralanması ile kalkınma ve toplumsal ahlakın önüne etten duvar ördüren küresel sistem elbette kolayca çekip gidecek ideolojiler üretmedi. Jared Diamond “Tüfek, Mikrop ve Çelik”te hangi arazide hangi gelişimin muhtemel olduğu analizinde, çarpıcı bir hakikat ortaya koymuştur. Diamond’un gıdayı tekelinde bulundurmak, genetiğe etki eden taraf olmak; ahlaki değer fabrikaları kurmak, teknolojik ve linguistik tahakküm ile söylem üstünlüğüne sahip olmak; kopyalama ve uyarlamanın dil ve teknoloji üretiminde aslına karşı gönüllü teslimiyetini göz önüne alarak taklide girişmek şeklinde özetlenecek taktiksel görüşleri, Batı medeniyetinin ideolojik kavram ve metotlarını ithal eden kiracı milletlere uygulanacak tarifeyi açıklamıştır.
Geçmişin tozlu raflarına son verirken Diamond’un önemli bir şeyi atladığını da belirtmek isterim: Saplantılı bir kiralama yönteminin başarı getirebileceği yanılgısının yanılgısı. Kabul ediyorum, Türkiye için durum tespitinde kullanılacak doğru kelime “yanılgı” olmayabilir. Fakat arzu edersiniz ki karşı karşıya olduğumuz manipülatif eylemler, öz coğrafyamızda bile kendisinden hiç kurtulamadığımız o azınlık psikolojisi bizi kiralık bir demokrasinin peşinde demokrasiye mündemiç her fikrin mermi vazifesi görmesi yanılgısına itebiliyor. Demokrasi, bir silah gibi işlevini görüyor elbette, zira yeterince demokratik hissediyoruz ki demokrasi şehitleri kavramının üretiminde öncüyüz. Zira Batı’dan aldığımız ithal kavramlara biraz bu toprakların mayasından giydiriyoruz ki kiralık değil, “yerli ve milli” sloganlarımız olsun.
Son olarak hatırlatmak isterim ki kadraja girmeyen yönleriyle kilisenin, sömürmenin, monarşinin, anarşinin ve zaten yüzyıllardır var olan iktisadi uçurumun derdiyle dertlenmiş Batı’nın “medeniyet” anlayışı ve kendilerine has eğitim sistemi, Türk milletinin birçok alanda tam anlamıyla başarılı olmasına imkân tanımayacaktır. Bu yüzden tıpkı Cumhuriyetin 99. yılı münasebetiyle ortaya koyduğumuz atılımları çoğaltmak, geliştirmek ve samimiyetle bu uğurda genci yaşlısı gece gündüz çalışmak için eğitim sistemimizin rotasını kendi dertlerimizle, sorunlarımızla oluşturmalıyız. Değer, din, ahlak ve tarihine sıkı sıkıya bağlı, bu arızalı sistemle kavga edecek yeni bir eğitim anlayışı ortaya koymalıyız.