Almancada bir tabir var. Üniversitelerde bu sözü sıkça duyuyorduk. Yalnızca bir alanda kendisini geliştiren ve o dalda uzmanlaşarak hayatın tümüne yalnızca bu zaviyeden bakanlara ‘Fachidiot’ yani bir dalın aptalı anlamında bir isim verilir.
Mucahid YILDIZ

Yaklaşık kırk yıl önce, yüksek tahsil görmek gayesiyle gurbet yoluna revan olmuştum. O zamanki adıyla İstanbul Üniversitesi Basın-Yayın Yüksekokulu’nda başladığım yüksek tahsilime Avusturya’da devam edecektim. İstanbul’da üniversiteye başladıktan bir yıl sonra Yeni Devir gazetesinde çalışmaya başladım. Hâlâ çıkıyor mu, bilmiyorum. Üç aylık bir çalışmadan sonra gazete idaresiyle aramızda anlaşmazlıklar olunca Milli Gazete’ye geçerek, o zamanki tabiriyle sayfa sekreterliği, bugün editörlük denilen işime devam ettim.
Bir süre sonra, bazılarımızın hatırlayacağı gibi Fehmi Koru, Ahmet Kot, Nabi Avcı ve Özkul Eren ile diğer birkaç kişiden oluşan bir ekip Milli Gazete’ye gelerek üç aylık bir deneme yayınına başladılar. Merhum Erbakan hocamızdan bu kadar bir mühlet alabilmişlerdi. Bu ekibin gelmesiyle birlikte gerçekten gazetenin hem görünümü hem de ihtivası bakımından önemli bir değişiklik yapıldı. Klasik bir mizanpajın yerini daha ciddi bir gazeteye yakışır bir görüntü almış, muhteva olarak da özellikle İngilizce ve Fransızcadan, zannedersem Arapça’dan da yapılan tercüme haberler ve mülakatlar gazetenin daha dolu dolu bir yayına dönüşmesini sağlamıştı.
O günlerde Mehmet Ali Birand’ın 12 Eylül darbesiyle ilgili kitabına dair bir mülakat yapmak üzere muhabir abimizle birlikte ben de Foto Muhabir olarak Milliyet gazetesine gittim. Merhum Birand ikimize de imzaladığı kitabından birer adet hediye ettikten sonra, Milli Gazete’nin o zamanki halinin gerçekten kendisinin de arzu ettiği bir görünüme büründüğünü söylemişti.
Ancak üç aylık mühlet sonrasında merhum Erbakan Hoca ile mezkûr ekip arasında anlaşma sağlanamadığından gazete tekrar eski haline geri döndü ve bu ekip de gazeteyi terk etti. Bütün bunları şunun için anlattım. Bu ekibin özellikle yabancı dillerden tercümelerle gazetenin muhtevasını zenginleştirmeleri beni oldukça etkilemişti. Ve iyi bir gazeteci olabilmek için yabancı dil bilmenin şart olduğu kanaatine varmıştım. Ne var ki gerek liselerde gerekse üniversitelerde yabancı dil eğitimiyle hiçbirimiz gerçek manada bir yabancı dil öğrenemiyorduk. Günümüzde de durumun çok farklı olduğunu sanmıyorum. Türkiye’de ciddi olarak yabancı dil öğretebilen okullar yalnızca askeri okullardı. Bu yüzden yurtdışına çıkmaya karar verdim ve üniversite tahsilime Avusturya’da devam etmeye başladım. Daha sonra da evlilik neticesinde Almanya’ya geldim.
Fakat ülke seçimini yanlış yaptım. Zira Almanca belki teknik alanlarda ihtiyaç duyulan bir dildi. Ancak gazetecilik gibi sosyal bir dal için hiç de uygun değildi. Dünyanın neresine giderseniz gidin, İngilizce ya da Fransızca biliyorsanız kesinlikle anlaşabileceğiniz birilerini bulabilirsiniz. Maalesef bu böyle. Geçenlerde seyrettiğim bir Youtube videosunda Moğolistan’a giden iki Türk gencinin bir şehirde çocuklarla dahi İngilizce konuştuklarını gördüm. Yani artık günümüzde İngilizcenin yeryüzündeki hakimiyeti giderek daha da çok artıyor. Amma onların bir hesabı varsa, Cenab-ı Mevla’nın hesabı hepsinden daha üstündür.
Yüksek tahsil adını da verdiğimiz lise sonrası üniversite eğitiminin ilk nerede başladığına dair internette bir araştırma yaparsanız çok farklı bilgilerle karşılaşıyorsunuz. Batılılar Avrupa’da ilk üniversitenin İtalya’nın Bologna şehrinde 11. yüzyılda kurulduğunu söylüyorlar. Dünyanın ilk üniversitesi ne zaman kurulmuş diye sorarsanız, 8. yüzyılda Bağdat’ta kurulduğuna dair bilgiler buluyorsunuz.
İşte bu ihtilaflı rakamlardan sonra kurulan üniversitelerde, medreselerde, çeşitli dersler çeşitli bölümlerde okutulmaya başlandı. Bu kurumsallaşmayla birlikte öğrencilerin yalnızca belli bölümlerde belirli derslere yoğunlaşması sağlanıyordu. İşte bu çeşit bir uygulamanın bilgi elde etmeyi sınırlandırdığı kanaatindeyim. Zira daha önceki devirlerde yaşayan alimlerin hayatlarına baktığımızda, yalnızca felsefe, tıp, matematik vs. gibi belirli alanlarda sınırlı kalmadıklarını, birçok alanda kendilerini geliştirerek derinleştiklerini görüyoruz.
Almancada bir tabir var. Üniversitelerde bu sözü sıkça duyuyorduk. Yalnızca bir alanda kendisini geliştiren ve o dalda uzmanlaşarak hayatın tümüne yalnızca bu zaviyeden bakanlara ‘Fachidiot’ yani bir dalın aptalı anlamında bir isim verilir. Maalesef birçok öğrencinin yalnızca bir ya da iki dal üzerinde yoğunlaşmak zorunda kalmasını sağlayan işte bu kurumsallaşmadır.
Türkiye’deki yüksek tahsil ile Avrupa’yı kıyasladığımızda bu sınırlandırmanın memleketimizde cumhuriyet sonrasında çok daha baskın bir şekilde uygulandığını görebiliriz. Adı yüksek tahsil olan üniversitelerimizdeki eğitim seviyesi maalesef liselerdekinden çok farklı değil. İstanbul’daki iki yıllık tecrübemle Avusturya ve Almanya’daki üniversite eğitim sürecimi karşılaştırdığımda bunu çok daha bariz bir şekilde görebiliyorum. Gazetede çalışmaya başladığımızda, imtihan olacağımız günler yaklaştığında derslerde not alan arkadaşlardan aldığımız sayfaları fotokopi yaptıktan sonra bir- iki gün bunları ezberliyor ve bugünkü tabiri ile sınavlara giriyorduk ve hepsini de başarıyorduk.
Burada benim okuduğum gazetecilik, televizyon, film ve İslam bilimi bölümlerinde birkaç dersin dışında Türkiye’dekine benzer imtihanlar yapılmıyordu. Bunların yerine araştırmayı gerektiren ödevler veriliyor, sonuçları bir seminer şeklinde, çoğunlukla dört ya da beş öğrenciden meydana gelen gruplar tarafından tüm öğrencilere takdim ediliyordu. Bazı profesörler bu semineri yazılı olarak istiyorlardı. Daha sonra bu dersten öğrencilere bir belge veriliyordu. Belirli sayıda belgeyi biriktirmişseniz, dört dönem sonunda ara imtihanı yapabiliyor, bir dört dönem sonra da bitirme tezini yazarak yüksek lisansa geçebiliyordunuz. Ancak son yıllarda Amerikan usulü ‘bachelor’ adı verilen sistem, Avrupa üniversitelerine de getirildi. Böylece yüksek tahsil seviyesinin büyük bir irtifa kaybına uğradığı kanaatindeyim.
Üniversitelerimizin ve öğrencilerimizin çokluğu, medeniyetimizin gelişmesi bakımından hiçbir şey ifade etmez. Aslolan kemiyet değil keyfiyettir. Daha ana okulundayken çocuklarımızın eğitiminin ne kadar mühim olduğunu hepimiz idrak ediyoruz. İnsanlarımızın verimli, milletine ve vatanına faydalı olmasını istiyorsak eğer her şeyden önce adil ve edepli bir insan olması için çalışmalıyız. Çocuklarımız ille de üniversite okusun, sözüm ona büyük adam olsun gibi sevdaları artık bir kenara bırakalım ve insanlara faydalı olan insan yetiştirmek için gayret edelim. Vesselam.
