Din, tarih, coğrafya, medeniyet, kültür, dil, siyaset, ekonomi, ontoloji, insan ve çevre faktörlerini birlikte ve harmanlayarak değerlendirir. Amacı ve neticeyi de asla atlamaz. Böylece bir konu hakkında veya olayla ilgili yorum yaptığında büyük bir zihnî dolaşım yaşayarak sebep ve sonuca yaklaşır.
Söyleşi: Mustafa ÖZEL

S: İsterseniz önce kısaca sizi tanıyalım?
– 1961 yılında Rize’de doğdum. İmam-hatip lisesi ve ilâhiyat fakültesi mezunuyum. Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı’nda sırasıyla imam-hatip, musahhih, uzman, idareci ve müşavir olarak 26 yıl çalışıp, 2018 yılında emekli oldum. Özel bir yayınevinde uzaktan editörlük yapıyorum. Geçmişte Ayane dergisini çıkardım (1988-1990), bazı gazete ve dergilerde gençlik-edebiyat ve kültür-sanat sayfaları hazırladım, bazı dergilerin kuruluşlarında bulundum, çalıştığım kurumun yayın kurullarında görev aldım, bazı yayınevleri ile sosyal/kültürel araştırma projelerinde editörlük ve danışmanlık yaptım. İlk yazım Yeni Devir gazetesinde (1981) ve ilk şiirim Ayane dergisinde (1988) yayımlandı. Çeşitli gazete ve dergilerde şiir ve yazılar yazdım. Şiir, deneme, eleştiri, inceleme, düşünce ve tarih türünde yayımlanmış muhtelif kitaplarım vardır. Eleştiri, inceleme ve tarih türünde çalışmalarım devam ediyor. Dönüşümlü olarak Ankara-Çubuk ve Balıkesir-Burhaniye’de yaşıyorum.
S: Sezai Karakoç’un Düşünce Ufukları kitabı nasıl doğdu? Böyle bir kitap yazmaya sizi sevk eden şey neydi?
– Sezai Karakoç, yıllardan beri düzenli olarak ve külliyat hâlinde tekrar tekrar okuduğum az sayıdaki yazardan biridir. Son okumamda, Sütun’da Anayasa Mahkemesiyle ilgili, Kıbrıs ve Afrika’yla ilgili ilginç yorumlara rastladım. Bunlar üzerinde düşünmeye, akıl yürütmeye başladım. Üstadın ileriye bakan yönü, düşünce ufukları, düşünce karakteri ve öngörüleri üzerine bir şeyler yazmaya karar verdim. Sütun’u okumayı bıraktım, tekrar başa döndüm; ilk kitaptan, Ruhun Dirilişi’nden yeniden başladım. Bu gözle Sezai Karakoç’un bütün kitaplarını yavaş yavaş ve üzerinde dura dura tekrar okudum. Aldığım notları kendi içinde gruplandırdım ve oturup yazmaya başladım. Önemli bulduğum bazı tespit ve öngörülerini arkadaşlarımla paylaşıp tartıştım. Bu paylaşımlardan birinde aziz dostum Şaban Abak, kitaplar yetmez, üstadın konuşmalarını da dinlemelisin dedi. Üstadın konuşmalara verdiği önemi bizzat onun sözleriyle aktardı. Bir iki seçme konuşmayı dinlemeye karar verdim. Dinledikçe bir hazinenin içine düştüğümü anladım. Bu defa onları da sırayla dinledim. Yüce Diriliş Partisi’nin internet sitesinde yer alan 198 konuşmayı (toplam 250 saat civarında) dikkatle ve notlar alarak dinledim. Konuşmaları dinlemek çok yorucu oldu, kimisi sağlıklı kaydedilmemişti. Günde üç-dört konuşma ancak dinleyebiliyordum. Kulaklıkla dinlemek daha yorucuydu. Sabah namazının akabinde dinlemeye başlıyordum. Bu iş aylarca sürdü. Farklılıkları, istikrarı, varsa çelişkileri tespit edebilmek için bazen okuduğum yazıları tekrar okumak ve bazı konuşmaları ikinci defa dinlemek zorunda kaldım. Sonra Yüce Diriliş Partisi’nin internet sitesindeki bütün metinleri; basın bildirileri, mesajlar ve mektupları birer birer okudum. Böylece bir seneye yakın bir zaman Sezai Karakoç’la yatıp kalktım. İnanarak, keyif alarak ve öğrenerek Sezai Karakoç çalıştım, neticesinde bu kitap doğdu. Sonra kitabı yayımlayıp vefat etmeden evvel kendisine ulaştırdım. Aldığım geri dönüşler çok önemli ve etkileyiciydi. Kendisini rahmet ve minnetle yâd ediyorum.
S: Sezai Karakoç’un yazılarının güncel değerini yitirmediğini söylüyorsunuz. Bunu nasıl açıklıyorsunuz ve yazar, bunu nasıl başarmış?
– Birincisi düşünce yöntemi bakımından eskimeyen bir mütefekkir tarafı vardır onun. Konuyu ve olayı çok yönlü ele alır. Din, tarih, coğrafya, medeniyet, kültür, dil, siyaset, ekonomi, ontoloji, insan ve çevre faktörlerini birlikte ve harmanlayarak değerlendirir. Amacı ve neticeyi de asla atlamaz. Böylece bir konu hakkında veya olayla ilgili yorum yaptığında büyük bir zihnî dolaşım yaşayarak sebep ve sonuca yaklaşır. İlgilendiğiniz olayların bir standardı varsa benzerleriyle paralellikler kurarsınız. Meselâ Vietnam, Cezayir, Macaristan ve Irak’ın işgalleri arasında paralel sebepler ve benzer neticeler görürsünüz. Yöntem eskimediği için yorum da eskimez. Tutarlı, üst üste koyan, mesajı ve ufku olan bir yorum dünyasına girersiniz. Üstat, peygamber kıssalarından günümüze bütün olayları aynı yöntemle yorumlar. Sağ olsaydı Ukrayna’daki savaşı da aynı şekilde yorumlardı.
İkincisi konunun fotoğrafını çekerken ayrıntıda boğulmaz, önce esası görür. Sonra esastan istediği ayrıntıya gider. Düşüncede ayrıntı uzmanlığı, çağımızın bir hastalığı ve sorunudur. Ayrıntıda boğulanlar genellikle esası ve neticeyi kaçırırlar. Bu belki zihinleri bulandırmak için dayatılan bir yöntemdir, bilmiyorum. Bildiğim bir şey var; özü ve neticeyi ıskalarsan olayla elde edilmek istenen şeyin bir parçası olursun. Üstat az ama sağlam bilgiyle kırk yıl, elli yıl önceki olayları zamanında değerlendirirken bugünleri görmüş gibi yorum yapmıştır.
Üçüncüsü de olayları yorumlarken bağımsızlığını korur. Başka niyet ve hedefler gözetmez. Eğer netice olarak olaydan bir ders, tavır ve eylem çıkaracaksa bunu olayın vuku mahremiyetine saygı göstererek yapar ve yorumlarında asla istismarcılık yapmaz. İşte geniş perspektif, esasa odaklanmak ve bağımsızlık onun düşünce ve yazılarının ana karakteridir. Böyle olunca sözü her zaman dinlenir, düşünceleri her kuşağı besler ve aydınlatır; yazıları bugüne de, yarınlara da hitap eder.
S: Kitabınızda üstadın yaptığı konuşmalara oldukça sık atıflarda bulunuyorsunuz. Sezai Karakoç’un yazılarıyla konuşmalarını karşılaştırdığımızda neler söylenebilir? Aralarında bir farklılıktan, bir benzerlikten söz edilebilir mi?
– Üstadın yazıları Soğuk Savaş Döneminin ürünüdür. Bu dönemin imkân ve şartlarının belirlediği bir Türkiye’de düşüncelerini kaleme alır. Kafa yorduğu konular özü itibariyle aynı olduğu için parti döneminde de aynı düşünceleri yeni imkân, şart ve örneklerle tekrar ele alır. Bu defa yazıdan konuşmaya geçer ve bir daha yazmaz. Konuşmanın bir iletişim aracı olarak çerçevesi yazıdan daha geniştir. Akışı, iç ritmi, konuların güncelliği bir zenginlik olarak karşımıza çıkar. Üstat, konuştuğu konuları yazmış olsaydı bu zenginlikte olmazdı diye düşünüyorum.
Zamanın değişmesiyle olayların kazandığı yeni mahiyet, ele alınan konuların daha zengin işlenmesine sebep olur. Bunu, yazılarını tarih sırasıyla ve ara vermeden okuyup konuşmalarını da yine aynı yöntemle dinleyince bariz bir şekilde fark edersiniz. Konferans ve sohbetleri, genel olarak yazılarındaki konular çerçevesinde şekillense de zaman zaman güncel olaylara ve gelişmelere göre onlardan farklı yeni düşünce, teklif ve yorumlar içermektedir. Bu sebeple konuşmaları yazılarından daha zengin ve çeşitlidir. Konuşmalarında temel meselelerin hiçbirini atlamaz ve herkese hitap eder. Yazılarının muhatap kitlesi ise daha dardır.
Üstadın bütün kitaplarını defalarca okumuş ve kayıtlı bütün konuşmalarını dinlemiş ve birkaç defa da vicahen sohbetine katılmış birisi olarak yazıları ile konuşmaları aralarındaki benzerliğe dair şunu söyleyebilirim: Üstat firesiz, boşluksuz, sistematik, bağlantılı ve yazıyormuş gibi konuşan bir hatiptir. Konuyu sündürmez. Yazarken de bir konuyu ilk defa yazıyormuş gibi düşünür ve konuşuyormuş gibi yazar. Yazı ve konuşma üslûbunun belirgin ve ortak özelliği, coşkudur. Gücünü coşkusundan alır. Coşkuyla yazar, coşkuyla konuşur. Bir konuyu ne kadar farklı bir zamanda ele almış olursa olsun ciddî çelişkileri yoktur. Düşüncede baştan sona bir tutarlılıktır o.
Partideki sohbet toplantılarına tanıklık edenler, onun konuşmalarını yazıp getirdiğini, gönüllü yardımcıları tarafından bilgisayarda dizilip fotokopiyle çoğaltılarak sohbeti dinlemeye gelenlere girişte takdim edildiğini söyler. Bu, onun işini ve muhatabını ne kadar ciddîye aldığını gösteren bir anekdottur.
Ben de konuşma ciddiyeti ve disipliniyle ilgili bir hatıramı anlatayım: Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Diyanet İşleri Başkanlığı’nın işbirliği sonucu 2012 yılı Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri çerçevesinde Ayasofya Müzesi’nde bir hilye-i şerif sergisi düzenlenmişti. Ankara’dan gelerek bir hafta kadar bu sergide görev yaptım ve Sultanahmet’te Türkiye Diyanet Vakfı’nın misafirhanesinde kaldım. Her gün ikindiye doğru sergiden çıkıyor ve Diriliş Yayınları’nın Üretmen Han’daki merkezine, üstadı ziyarete gidiyordum. O konuşuyor, biz üç beş kişi dinliyorduk. İşi olanlar gidince Mehmet Şevket Eygi ile ilgili bir soru sordum. Üstat anlatmaya başladı. Özel hatıralarından da söz etti. Ertesi gün geldiğimde üstat yine Mehmet Şevket Eygi konusuna döndü. Üçüncü gün aynı konuya devam edince uyandım; meğer üstat bana Tanzimattan başlayan tek kişilik bir basın tarihi konferansı veriyordu. Gayet sistematik anlatıyordu. Gazeteler, kurucuları, belli başlı yazarları, misyonları, kaliteleri ve etkilerinin değerlendirildiği kitap gibi bir konferanstı bu. Akşam misafirhaneye geri döndüğümde anlatılanları not almaya başladım. Araya başka misafirler ve konular girse de üstat yine esas konuya dönüyor, kaldığı yerden devam ediyordu. Bu böyle bir hafta kadar sürdü. Kendisi için bir muhakeme, benim için bir akademik ders, diğer dinleyiciler için de bilgilendirici bir sohbetti. Muhtemelen yayınevi ve partideki çoğu özel sohbetleri böyleydi ve son derece bilgilendirici ve eğiticiydi.
Sezai Karakoç, yazarken ve konuşurken yeniden düşünen, hafızası ve diyalektiği güçlü, kibri ve aşağılık kompleksi olmayan, sözünü esirgemeyen, samimî ve vakur bir yazar ve düşünürdür.

S: Kitabınıza yazdığınız ön sözde onun şairliğinin mütefekkirliğini unutturmaması gerektiğinin altını çiziyorsunuz. Sizce onun şairliği mi öndedir yoksa mütefekkirliği mi?
– Sezai Karakoç’un şiiri, modern Türk şiirinin bir klâsiğidir. Yarınlara belki de kalacak olan şiiridir. Bu biraz da şiir türünün zaferiyle ilgili bir olaydır. Şiirin bizde ve dünya edebiyat tarihinde böyle sarsılmaz bir yeri vardır. Üstadın şiiri yarınlara kalacak ama bu şiiriyetinden çok taşıdığı ruh sebebiyle olacaktır. Düşüncesi ise bir düşünce olarak gelecekteki bütün kritik zamanlarda kurucu metin misyonu icra edebilecek niteliktedir. Diriliş düşüncesi, her şeyden önce bir medeniyet doktrinidir. İslâm medeniyetinin dirilişi, uyanışı ve yeniden coğrafyamıza ve ardından bütün dünyaya hâkim olması meselesidir. Dolayısıyla bizce düşüncesi, şiirinin önündedir. Evet, önce şairdir fakat daha çok mütefekkirdir. Şair olarak döneminde bir öncüdür. Sonra klâsikleşmiş bir değerdir. Düşüncesi ise her zaman dipdiri ve çağdaştır. Şiiri Selimiye’dir, düşüncesi Mescid-i Aksa. Mescid-i Aksa’sız Selimiye öksüzdür.
Sezai Karakoç üzerine üstten konuşup yazanlar, eğer onun şiirinin büyüklüğünden söz etmekle yetiniyor, düşüncelerini ve siyasî kişiliğini atlıyorlarsa bu iyi niyet işi olamaz. Yüce Diriliş Partisi’nin Genel Başkanı olduğu, hayatında süre olarak şiir ve edebiyattan daha çok düşünce ve siyasete yer ayırdığı; edebiyatı, dergiyi, siyaseti ve partiyi bir vasıta olarak gördüğü gerçeği neden görmezden geliniyor? Çünkü kimse keyfini kaçırmak ve sorumluluk yüklenmek istemiyor. Siyasî kişiliğini düşüncesine, düşüncesini de şiirine indirgiyorlar. Sezai Karakoç’un tek amacı, davasıdır ve davası da Türkiye’den başlamak üzere Müslümanların birliği ve İslâm dünyasının kurtuluşudur. Hadi diyelim işin içinde kötü niyet yoktur, o zaman yapılan körlerin fili tarifinden başka bir şey değildir. İslâm davası olmayanlar Sezai Karakoç’u anlayamazlar.
Nabi Avcı gibi şiirden ve edebiyattan anlamayanların, hoşsohbetten başka derdi ve davası olmayanların ve sağlığında kendisine yaklaşmaya cesaret edemeyenlerin vefatından sonra konuşuyormuş gibi konuşmaları yok hükmündedir. Görebildiğim kadarıyla edebiyat camiasının ardından yazdıkları da çok farklı değil. Beylik lâflar, güzellemeler, yuvarlak ve ortada sözler, herkese uyan hükümler vs. Siyaset dünyası ise başından beri Sezai Karakoç’u hiç anlamamıştır. AK Parti döneminde devletin ona gösterdiği ilgi de önceki dönemlerden farklı değildir. AK Parti, onun samimî eleştirilerinden alınmış ve onları hazmedememiştir. Üstat da verdikleri ödülü alıp eski dergi yığınlarının arkasına koydurmuştur. Göstermelik bir iki ziyaretse ziyaretçinin kendini gösterme gayretinden ibarettir. Cenazesinde bile devletin tam temsili yoktur. Sezai Karakoç, her şeyiyle milletin adamıdır. Ona yakın olmak, ondan yararlanmak bir nasip meselesidir.
S: Kitapta Sezai Karakoç’un ileriyi gören biri olduğunu sıkça söylüyorsunuz. Bunu biraz örneklendirerek açabilir misiniz?
– Sezai Karakoç’un ileriyi gören düşünceleriyle ilgili tespit ettiklerimden bazı örnekler sıralayayım: İslâm dünyasının Batı’ya karşı bir araya gelip örgütlenmesi düşüncesine pratik düzeyde de ilk kafa yoran aydınlardan biri Sezai Karakoç’tur. Bu bağlamda bugünkü Ekonomik İşbirliği Teşkilâtı (EİT / ECO), İslâm İşbirliği Teşkilâtı (İİT / OIC) ve Türk Devletleri Teşkilâtı’nın kuruluşuna fikir ve yazılarıyla öncülük etmiştir. Avrupa Birliği gibi bir İslâm birliği yani büyük bir İslâm devleti kurma fikrinin önemini hemen her konuşmasında dile getirmiştir. İslâm ülkeleri günümüzde güvenlik ve ekonomik sebeplerle adım adım bu fikre yaklaşıyor. Ona göre devlet, İslâm’ın altıncı şartı hükmündedir ve Peygamber Efendimizin her çağda ihya edilmesi gereken en büyük sünnetidir. Dinî tahsil görmüş, din hizmeti veren bir kurumda çalışmış ve dinî yayıncılığın içinde olan birisi olarak itiraf ediyorum ki böyle bir sözü ondan başka kimseden duymadım. Siz de ilâhiyatçısınız, bilirsiniz; devlet fikri konusunda bundan daha yalın ve muhkem bir yaklaşım olabilir mi? Devleti, Peygamber Efendimizin ihya edilmesi gereken en büyük sünneti olarak görmek, ne muhteşem bir ifade! Onun her konuda düşüncesi böyle; sade ve muhkemdir.
8 Ağustos 1994 tarihli bir mektubunda Kıbrıs sorunuyla ilgili o gün söyledikleri çeyrek asır sonra bugün çok daha anlam kazanmaktadır. Önerileri o gün devlet katında karşılık bulmuş olsaydı kuşkusuz Kıbrıs sorunu bugün çok daha başka noktalarda olurdu. Hükûmet, bugün onun önerileriyle Kıbrıs ve Doğu Akdeniz sorununa yaklaşıyor.
Türkiye’de düşünce ufkuna Afrika’yı dâhil eden ilk yazarlardan biri, belki de birincisidir. Bizce Türkiye’nin son yıllarda gerçekleştirdiği “Afrika açılımı”nın fikir babası odur.
Bir Rusya yorumu vardır, hâlâ Rusya hakkında yapılmış bir numaralı yorumdur.
1989’da Diriliş dergisinde Türkiye’nin başkanlık sistemine geçmesi gerektiğini ilk defa o yazmış ve bu düşüncesini, 1990’da Diriliş Partisi’nin programına koymuştur.
Teröre ve Güneydoğu sorununa yaklaşımı ve çözüm önerileri tam bir ileri görüşlülük örneğidir.
Mısır’da İhvan-ı Müslimîn Teşkilâtı’nın adayı Muhammed Mursî’nin 17 Haziran 2012’de cumhurbaşkanı seçilmesinin üzerinden daha iki hafta geçmeden yaptığı bir konuşmada, Batılıların bir müddet sonra Muhammed Mursî’yi alaşağı edip onun yerine asıl adamlarını getireceklerini söyler.
Yine 2014 yılının başında erken uyarı mahiyetinde son derece anlamlı bir konuşması vardır. Üzerinde dikkatle durulması gereken bu tarihî konuşmasında; devlet içine sızmış “paralel devlet” yapılanmasının (FETÖ) yayın organı olan Zaman gazetesinde örgütlü ve bilinçli bir şekilde başlatılan İslâmcılık tartışmalarına tepki gösterir ve isim zikretmeden bu yapılanmayı ve tartışmaya katılanları eleştirir. Söz konusu tartışmada taraflar, AK Parti’nin iktidar olmasıyla İslâmcılığın öldüğünü iddia eder ve buna karşı çıkanlar da yaşadığını savunur. İslâmcılığın öldüğünü ya da yaşadığını hararetle tartışanlar, bilerek veya bilmeyerek bir kötülüğe zemin oluşturmuş olur. Sezai Karakoç, kokuyu alır ve hükûmeti uyararak bunun bir tuzak olduğunu, olayların kötü şeylere evrileceğini Mısır’da İhvan-ı Müslimîn Teşkilâtı ve Muhammed Mursî, bizde Demokrat Parti ve Adnan Menderes ile Refah Partisi ve Necmettin Erbakan’ın başına gelenlerden hareketle anlatır. Hükûmete karşı yapılmış bir darbe teşebbüsü olan 17 ve 25 Aralık 2013 yargı-emniyet operasyonlarının yaşandığı o sıcak günlerdeki bu konuşma, aslında yaklaşmakta olan kötü günleri bütün açıklığıyla haber veriyordu ama Sezai Karakoç’tan başka kimse bunun farkında değildi.
Örnekleri çoğaltabiliriz. Zaten bu örneklerden etkilenerek Sezai Karakoç’un Düşünce Ufukları’nı yazmaya karar verdim.
S: Yine üzerinde durduğunuz konulardan biri, Karakoç’un bir umut insanı olduğudur. Niye bu kadar bu konuya vurgu yaptınız?
– Sezai Karakoç, geleceğe her zaman inançla ve umutla bakmış bir aydındır. Umut büyüdükçe inanca dönüşür. İnanç, zaten umut demektir. “İnanmış insan, şartlar ne kadar ağır olursa olsun umutsuzluğa kapılmayan insandır. Çünkü o, zaten bir hazıra konucu değil, çetin imtihanlardan geçerek olanı değiştiricidir. Değiştirme gücünü verecek olan da Allah’tır. Allah’tan umut kesmekse mümkün değildir, inanmış olan için.” (Sütun) Umudunu kaybeden giderek inancını yitirir. Bir insan inanç sahibiyse, sabrı kuşanmışsa ve elinden gelen gayreti gösteriyorsa netice onun lehine olacaktır. Buna inanır ve bunu söyler. “Umutsuzluk inancın zayıflamasından doğuyor. Umutsuzluk, insanın yıkılışını kabartıyor, melekelerini köreltiyor. Hafızayı zayıflatıyor, zekâyı yıkıyor, enerjisini tüketiyor, başını döndürüyor. Umutsuz insanın kurtarıcısı yine inanç olacaktır öyleyse.” (Sütun) İnsanlığın kurtuluşunu konu ettiği her yazısında bir öz güven ve umut patlaması yaşar. Şüphesiz bunun kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir, ona olan sarsılmaz inancı ve mümin ferasetidir.
İçinde umut taşımayan düşünce, diriltici ve yol gösterici olamaz. Son bir buçuk asırda Müslüman aydın ve düşünürlerin büyük bir kısmı Batı karşısında bir öz güven bunalımı, bir umutsuzluk sarmalı içinde olmuştur. Sayıca az olsa da belli bir kısmı öfke ve çatışma hummasına tutulmuştur. Her iki kesimin haklı sebepleri vardır. Ancak umutsuzluk ve öfkeyle diriliş ve kurtuluş gerçekleşmez. Ne olursa olsun gerçeğin karşısına inançla, umutla, öz güvenle, kararlılıkla ve soğukkanlılıkla çıkılmalıdır. Batıyı sarsacak olan ve İslâm dünyasını da harekete geçirecek olan budur. Çünkü inanıyor ve biliyoruz ki “Kâfirler hoşlanmasa da Allah nurunu tamamlayacaktır.” (Kur’an-ı Kerim, 61/8) Bu yüzden gerçekler ne kadar acı, soğuk ve korkutucu olursa olsun Sezai Karakoç, her zaman umutla bakmış, umudu aşılamış ve umudun önünü açmıştır. Bir umut elçisidir. Bunu davasına giden bir yol olarak görmüştür. “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz! Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.” (Kur’an-ı Kerim, 12/87) Onun hayatı boyunca bu ayetin hükmüyle amel ettiğine şahidiz.
S: Kitap boyunca Sezai Karakoç’un yazı ve konuşmalarından uzun sayılabilecek alıntılar yapıyorsunuz. Böyle bir yöntemi niye seçtiniz? Okuyucuyu sıkmaz mı bu durum?
– Sıkabilir ama bunu göze aldım. Zira konuşmaları deşifre edilmemiş olduğundan ilgililerine kaynaklık etsin diye bunları uzun tuttum. Yazılarındakiler de tam anlaşılsın istedim. Yaptığım iş bir okuma zorluğuna sebep olabilir ancak anlaşılma kolaylığı sağladığını düşünüyorum. Bir kavrama, bir ifadeye veya cümleye yapılan atıflarda bazen bağlam sorunu olabilir. Parçayı büyük tutarak böyle bir soruna fırsat vermek istemiyorum. Sezai Karakoç’u doğru anlamak için biraz sabırlı olmak ve bu zahmete katlanmak gerekiyor.
S: Bir yerde “Yazılarından bilgi kaynaklarına dair yeterince bilgi edinemeyiz.” diyorsunuz. Bu konuda size katılıyorum. Peki, sizce Sezai Karakoç’un bilgi kaynakları nelerdir?
– Kitapta bu cümle şu paragrafta geçiyor ve sorunuzun cevabı da burada, bu paragraftadır:
“Sezai Karakoç, yaşadığı çağı tarihî-sosyolojik bir yöntemle iyi okuyabilen ve olayları dinî ve felsefî bir perspektifle çok yönlü ve derinlemesine değerlendirebilen ileri ve uzak görüşlü bir yazardır. Batı dünyasında, Afrika ve Asya toplumlarında, özellikle Orta Doğu coğrafyasında olup bitenleri yakından takip eder. Yazılarından bilgi kaynaklarına dair yeterince bilgi edinemeyiz. Ancak ne biliyorsa ve neler öğrenmişse doğru yerden ve sağlam öğrendiği kesindir. Her şeyden önce İslâm’ın, Batının ve Doğunun temel kaynaklarını, beslendiği düşünür ve yazarları, edebiyat eserlerini özümseyerek okur ve onların ruhunu kavrar. İyi derecede Fransızca bildiği için dış dünyadaki gelişmeleri Fransızca gazete, dergi ve haber ajanslarından takip eder. Belki özel bilgi kaynakları da vardır. Her ne ise bilgisi şuurunu, şuuru ufkunu açar. Erken sayılabilecek yaşlarda dâhilî ve haricî birçok temel meseleye sağlıklı yorumlar getirir. Bunu elbette şairliğiyle, diyalektik zekâsıyla, eleştirel bakışıyla, içinde yetiştiği aile çevresinin bozulmamış kadim kültürünü tevarüs edişiyle, okumalarıyla ve bütün bunlarla oluşan şahsiyet kodlarıyla açıklamak mümkündür. Fakat bizce bunlarla birlikte onun asıl ve ağırlıklı hususiyeti firesiz samimiyetidir. O, bu toprakların inanç ve değerlerine, bu millete samimiyetle inanmış, bağlanmış ve kendini onu aydınlatmaya adamıştır. Asıl farkı budur: ‘Müminin ferasetinden sakının çünkü o, Allah’ın nuruyla bakar.’ (Hadis-i Şerif) Bizce bu hakikat onun şahsında tecelli etmiştir.”
S: Son olarak Sezai Karakoç bize miras olarak ne/yi bırakmıştır?
– Bu sorunun cevabı sadece eserleri değildir. Kaldı ki eserleri de sadece şiirleri ve düşünce kitaplarından ibaret değildir. Bunların yanında Diriliş dergisi, konuşmaları ve Yüce Diriliş Partisi vardır fakat Sezai Karakoç’un terekesi bunlar değildir.
Bizce ondan geriye, bize, yeni ve gelecek nesillere iki büyük miras kalmıştır: Biri onun örnek Müslüman şahsiyetidir, diğeri Müslümanların birliği davasıdır. Mirasını da dört temel kaide üzerine oturtmuştur: (1) İnanmış ve inancı doğrultusunda hayatı boyunca hiçbir taviz vermeden yaşamış bir Müslümandır. (2) Dünya malıyla, makam-mevkisiyle, şan ve şöhretle, kadınla sınavını başarıyla vermiş, bir tavır adamı ve bir ahlâk abidesidir. (3) Saf, berrak, samimî, aşırı uçları olmayan, herkesi kuşatabilen bir düşünce adamıdır. (4) Müslümanların birliği meselesini kendine dert edinmiş bir dava adamıdır.
Kendi ifadesiyle onun davası şudur: “Bin yıllık ömrüm olsa, ömrüm boyunca konuşmam ve yazmam nasibimde varsa hep Müslümanların birleşmesinden, bir araya gelip şuurlu birliklerini oluşturmalarından bahsederim. Bundan bıkmam ve yılmam. Çünkü bundan daha büyük bir dava bilmiyorum. Tüm faaliyetim, İslâm’ın bir savunması ve bu savunmanın özü de Müslümanların uyanıp dirilmeleri, birleşmeleri ve kendilerini dış âleme karşı koruma gücüne ermeleri yönündedir zaten.” demektedir. (Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı II)
Şimdi günümüzün Müslümanları, eğer Sezai Karakoç’un mirasına talip olmak istiyorlarsa önce şahsiyet ve dava sahibi olmaya talip olmalıdır. Bir dava sahibi olarak güçlerini birleştirip bir varlık göstermek istiyorlarsa önlerindeki bir numaralı örnek Sezai Karakoç’tur. İktidara geldik ama iktidar olamadık; şahsiyetimizi, ahlâkımızı ve samimiyetimizi kaybettik diyorlarsa çaresi Sezai Karakoç’tadır. İktidar olduk ama kültürel iktidarımızı kuramadık diyorlarsa onun çaresi de Sezai Karakoç’tadır. Her şeyimiz var ama hayatımızın tadı tuzu kalmadı diyorlarsa yine çaresi Sezai Karakoç’tadır. Öyleyse Müslümanlığımızı, dava adamı ruhumuzu, düşünce kabiliyetimizi, samimiyet ve merhameti kuşanmış ahlâkımızı inkişaf ettirmek ve bunu da etrafımızda görmek istiyorsak ilk adımı biz atmalıyız. Bunun yolunu ve yöntemini bilmiyor değiliz. Biliyoruz ama bir sebep bekliyoruz; aklımızı başımıza getirecek bir sebep! Öteliyoruz çünkü cesaretimiz yok. Değişimden korkuyoruz. En önemlisi tövbeden korkuyoruz. Tövbelerimiz samimî değil. Ne yaptığımızı bilmiyoruz. Geç kaldığımızı anlamıyoruz. Bir meçhule doğru sürüklenip gidiyoruz. Akıbetimiz hayrolsun diyelim, başka ne diyebiliriz ki?
Bir teklifle söyleşimizi sona erdirelim: Bizce Sezai Karakoç, İslâm düşüncesinin son ve yeni bir sürümüdür. Kendinden öncekilerden ilham almış olsa bile, bazı düşüncelerini onların görüşlerinin üzerine kurmuş olsa bile, yaptığı nakil değil, zamana ve şartlara göre tamamen yeni bir yorumdur. Bu açıdan onun özellikle yeni nesiller tarafından tekrar tekrar okunmasını, düşüncelerinin içselleştirilmesini, sonra da uç noktalarına yoğunlaşarak geleceğe odaklanılmasını teklif ediyoruz. Geleceğin Müslümanı, geleceğin Türkiye’si ve İslâm dünyası hatta insanlığın geleceği ancak onun çizdiği ufukla selâmete ulaşabilir kanaatindeyiz.