Roma’da Yaz Okulu ve Mevlid

Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarında elde edilen tecrübeler, medeniyetlerin “ben” ve “öteki” tasavvurlarının da ne olduğu hakkında bize en doğru ipuçlarını sunmaktadır.

Mülayim Sadık Kul

Bu sene yaz okulumuzu Roma’da düzenledik. Malum Pandemi döneminde bu tür faaliyetlerin tamamı askıya alınmıştı. Avrupa’da ilâhiyat eğitimi veren resmi bir kurum için Avrupa ülkelerinden birinde yaz okulunu organize etmek, elbette daha kolaydı. Yaz okulu programı hem ilmî hem de kültürel kazanımı birlikte hedeflediği için gittiğiniz ülke bu anlamda önemliydi. Dolayısıyla Roma’yı seçerken de bu anlamda özellikle Hristiyan dünyası açısından ne anlama geldiğini biliyorduk.

Kısacası böyle bir hedefle organize ettiğimiz yaz okulunda, gittiğimiz coğrafyanın dinler ve medeniyetler tarihi açısından bize sunduklarını anlamaya çalışırken aynı zamanda kendi dinimiz ve medeniyetimiz adına da ne anlama geldiğini yeniden tefekkür etmeye çalışıyorduk. Bunun gereği olarak da Endülüs ile başlayan yaz okulları serimizin Kudüs, Özbekistan derken bu seneki durağı Roma olmuştu.

Aslında daha önce Sicilya konulu bir yaz okulu vesilesiyle yıllar önce yine İtalya’ya gelmiş ve buradaki İslam Medeniyetinin izlerini sürmeye çalışmıştık. Yaklaşık 200 sene Sicilya adasında hükümran olan Müslümanlar, buraları her bakımdan ve özellikle de iktisadi ve kültürel alanda ihya etmişlerse de gün gelmiş, devran dönmüş ve Avrupa’da yaklaşık 800 sene her alanda örnek bir medeniyet kurmuş Endülüs Medeniyeti gibi onların da güneşi batmıştı. Endülüs, bugün bile başarılamayan, birlikte barış içinde yaşama idealinin en güzel örneklerinden birini vermiş tarihteki en hazin tecrübelerden biridir.

Hristiyan Avrupa, tarih boyunca kendi topraklarında Müslüman bir azınlığa tahammül edememiştir. Hatta kendi din anlayışına uymayan dindaşlarına bile engizisyon mahkemeleri aracılığıyla her türlü zulmü yapabilmiştir. Endülüs ve Sicilya Müslümanlarına da ya zorla din değiştirmek ya da sürgün ve ölümden başka bir tercih imkânı bırakmamıştır. Tarihte bu böyle olduğu gibi yakın geçmişimiz de maalesef benzer örneklerle doludur. Bunun en acı örneklerinden biri, Bosna’da yaşanan insanlık dramıdır.

Elbette tarihte olanlarla bugünü yargılamak doğru olmaz. Ama geçmişte olanları doğru bilmeden bugünü anlamak da imkânsızdır. Dolayısıyla Müslümanların geçmiş mirasları aynı zamanda onların kimlik kodlarını belirlemektedir. Bu diğer milletler kadar Hristiyanlık tarihi ve kimliği için de böyledir. Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarında elde edilen tecrübeler, medeniyetlerin “ben” ve “öteki” tasavvurlarının da ne olduğu hakkında bize en doğru ipuçlarını sunmaktadır.

Yaz okuluna katılan öğrencilerimizden gideceğimiz ülkeyle alakalı önceden belirlenmiş konular hakkında kısa sunumlar yapmaları istenir. Böylece öğrenci yaz okulu konsepti muvacehesinde gidilen ülke hakkında zihnen hazırlanmış olur.

Roma seyahatinde de bazı konular önceden sunulmuş, bir kısmı ise Roma’ya vardığımızda yapılmıştı. Yaz okuluna misafir olarak davet edilen Hristiyan ilahiyatçıların verdiği bilgiler sonrasında öğrenciler de sunum yaptılar. Öğrencilerin ele aldıkları konulardan biri, daha önce cami olarak yapılmış tarihi eserlerin sonradan kiliseye çevrilmiş olmasıydı. Konu bir şekilde Ayasofya ve meşhur Kurtuba Camii’ne geldi. Fethin sembolü olarak Ayasofya gibi bazı camiler böyle bir dönüşüme uğrasa da İslam tarihi boyunca birçok dinî mabedin eski kimliğiyle bugüne kadar geldiğinin altı çizildi.

Bu konuda dile getirilen meşhur rivayetlerden birisi de malum Hz. Ömer efendimizin Kudüs ziyaretinde, belki sonradan camiye çevrilir korkusuyla ibadetini mabedin dışında yapmasıdır. Bu ve benzeri örneklerden hareketle İslam dininin tarih boyunca diğer dinler ve mabedlerle ilişkisi gündeme getirildi. Saygılı davranmanın gerekliliğine işaret eden ayet ve hadisler zikredilerek bunun dayandırıldığı medeniyet anlayışının beslendiği teolojik ve dinî tecrübeye vurgu yapıldı.

Öğleden sonra İtalyan aksanıyla Almanca konuşan bir rehber eşliğinde “Klasik Roma” diye ifade edilen önemli tarihi merkezleri gezdik. Bunlardan biri, Pantheon adı verilen Roma tapınağıydı. Kiliseye çevrilmiş olan tapınak, hala iç mimarisiyle ve ortası açık, gökyüzüne bakan kubbesiyle görülmeye değer devasa bir yapı.

Heykellerle donatılmış bir kuyuya para atanların tekrar Roma’ya geldikleri, rehberimizin verdiği önemli bilgilerden bir tanesiydi. Bu tür yakıştırmaların neredeyse her kültür ve coğrafyada olduğunu bizim Anadolu insanı iyi bilir. Bosna’da Hüsrev Bey Camii yanındaki çeşmeden su içenlerin de Bosna’ya tekrar gelerek buradan evlendikleri, Bosnalı rehberin anlattıkları arasındaydı.

Roma’ya gelişimizin üçüncü gününde rehberimizle otele 15 dakika yürüme mesafesinde olan “Vatikan Müzesi” önünde buluştuk. Papaların aynı zamanda ikâmetgâhı olan ve yeryüzündeki en şatafatlı saraylardan bile aşağı kalmayacak bir debdebede yapılmış olan farklı bahçe ve binaları gezdikten sonra Papa’nın ibadet ettiği kendine has kilisesi olarak bilinen Sistine Şapeli “Sixtinische Kapelle” gezdik. Burada konuşmak ve resim çekmek, yasak. Görevliler, şapkası olanlara çıkarmalarını hatırlatırken arada bir hoparlörden buranın kutsal bir ibadethane olduğu ve saygısızlık yapılmaması gerektiği anons ediliyordu. Burayı meşhur kılan en önemli hususiyetlerinden birisi de tavan süslemeleri ve ön duvarının meşhur Hristiyan ressam ve heykeltıraşı Michelangelo tarafından yapılmış olmasıydı. Özellikle “kıyamet günü” isimli resim pek çok çıplak insan resmini içerdiği için tarih boyunca bir mabede yakışıp yakışmadığı tartışılagelmiş.

Bundan sonraki durağımız Katolik Hristiyanlığın en büyük mabedi olan “Petersdom” kilisesiydi. Yapımı yaklaşık yüz sene süren bu kilisenin ilk mimarı, yine meşhur Michelangelo. Kilise, zaman içerisinde onun planladığından daha büyük olarak yapılmış ve iç tezyinatı da yine yaklaşık yüz sene sürmüş. Daha çok bir sanat galerisini andıran kilisede pek çok Papa’nın mezarı var.

Roma ve Vatikan, semavi bir dinin Roma putperestliği ile birleşerek zaman içerisinde nasıl evrildiğini görmek isteyenler açısından gerçekten çok ibretlik bir yer. Bir taraftan Mevlâ’ya şükrederken bir taraftan da Katolik Hristiyanlığının nasıl bir din olduğunu veya diğer bir ifadeyle dünyevileştirildiğini anlamaya çalışıyoruz. Dinî olduğu kadar da dünyevî bir gücü sembolize eden Papalık her şeye rağmen Batı’nın kendini tarif ettiği ve dayandığı en önemli kurumlardan biridir.

Roma gezisini anlamlı kılan hadiselerden biri de yıllar önce İSAM’da tanıştığımız Lütfullah Göktaş Hocamızla Vatikan Büyükelçisi olarak tekrar karşılaşmamızdı. Bizi Büyükelçilikte ağırlayarak onurlandıran hocamızın 25 yılı aşan İtalya ve Vatikan tecrübesi, mutlaka kitaplaştırılması gereken büyük bir hazine. Bu ziyareti bize hatırlatan da yine eskimeyen dost, Mustafa Özel Hocamdı. Her iki hocamıza da Rabbim saadet-i dareyn nasip etsin.  

Perşembe günü tekrar sunumlar yapıldıktan sonra Roma’yı keşfetmeye devam edildi. Roma’da görülmesi gereken en önemli tarihi mekânlardan biri, “Forum Romanum” diye isimlendirilen eski Roma’nın kültür ve ticaret merkezi olan kalıntılardır. Bazı bölümlerin sadece temelleri kalmış olsa da ibret almak için gidilmeye değer bir yer. Buranın hemen yanı başında da meşhur Kolesiyum “Colesseum” diye bilinen ve binlerce gladyatöre ve Hristiyana mezar olmuş olan arena. Bu sefer Roma’nın ihtişamını ve zulmünü birlikte sembolize eden bu devasa yapıyı içerden de görmek nasip oldu. Rehberin burada anlattığı küçük bir bilgi, Mussolini’nin oturduğu saraydan Kolesiyum’u görmesine engel olan bir tepeciği havaya uçurarak Roma kalıntıları üzerine bugün de arabaların geçtiği bir yol yaptırmış olmasıdır.

Kolesiyum, Avrupa’nın “ben” kimliğinin inşa edildiği önemli yapı taşlarından birini sembolize eder. Dün insan teri ve kanı üzerine yükselen bir medeniyet, sanayi devrimi sonrasında bugün de tüm dünyayı gözyaşları içerisinde sömürmeye devam ediyor. Roma, gerçekten Batı tarihini ve kimliğini anlamak isteyenlerin mutlaka görmeleri gereken bir açık hava müzesi konumunda.

Duamız ve gayretimiz odur ki artık bu acılar yaşanmasın ve insanlar insan oldukları için farklı dil, din ve renklerine rağmen insan onuruna yakışan bir birlikteliğe yelken açsınlar. Uluslararası deklarasyonlarla bayraklaştırılan insanî değerler Batı’nın emperyal hedeflerini gerçekleştirmek için kullandığı bir paravan olmaktan çıkarılsın.

Buraları gezerken ister istemez bu insanlar kendi tarihlerine bu kadar sahip çıkarken İslam coğrafyalarında eşsiz tarihi mirasın nasıl sahipsiz ve bakımsız olduğu gözlerimin önüne geliyor. Bizim ülkemizde her ne kadar son yıllarda tarihimize ve dinî değerlerimize şimdiye kadar olmadığından daha fazla sahip çıkılıyor olsa da onlarca medeniyete beşiklik yapmış Anadolu’nun tüm tarihi güzellikleriyle yeniden ihya edilerek gün yüzüne çıkarılması şarttır. Kimlik inşası ancak tarihi bilinçle elde edilecek bir değer. Tarihi köklerinden kopmuş bir kimliğin elbette geleceği de olmayacaktır. Coğrafya bir kaderse bu kaderin seyrini belirleyecek olan da bu tarihi miras hakkındaki şuurumuz olsa gerek.

Roma’daki son günümüz mevlid gününe denk geldi. Öğrencilerimizle bir araya gelerek Cuma öncesinde birlikte salavatlar getirerek Hz. Peygamber’in davetini ve getirdiği muştunun ne anlama geldiğini idrak etmeye çalıştık. Roma’da bir otel lobisinde böyle bir kutlama, elbette önceden organize edilmemiş olmasına rağmen çok güzel bir tecrübeydi. Kimilerinin şirk ve küfür içerisinde boğulduğu bir coğrafyada siz, Tevhid’i size tebliğ eden ve tüm âlemlere rahmet olarak gönderilen “Rahmet Elçisi”ni tefekkür ediyorsunuz.

Bu kutlamada Hristiyan misafirlerimiz de birlikte olmak istediler ve program boyunca pür dikkat bizlere eşlik ettiler. Ümmetin pek çok coğrafyasının ve farklı renklerinin temsil edildiği bu mecliste, farklı kültürlerin mevlid kutlamaları da gündeme getirilerek İslam dininin temelinde Peygamber sevgisinin vazgeçilmez olduğu vurgulandı.

Bazı selefi yaklaşımlarla mevlid kutlamaları bidat olarak şirk noktasında algılansa da ümmetin büyük çoğunluğu bugünü Peygamber sevgisinin bir tezahürü olarak kutlamaya devam ediyor. Fas ve Mısır’da bugünün resmî tatil günü olduğunu bu mecliste öğrendim. Protestan ilâhiyatı profesörü olan arkadaşımız, Roma Yaz Okulu’ndan en çok etkilendiği anın, bu mevlid meclisi olduğunu defalarca söyledi. Diğer hocalarımız ve talebeler de aynı minval üzere memnuniyetlerini dile getirdiler.

Niyet güzel olunca herkes ona göre nasipleniyor. İster istemez Efendimizin Roma’yı fetih müjdesi akla geliyor. Evet zaten asıl fethedilecek olan gönüller değil mi? Yoksa emperyal emellerden öte gitmeyen fetih, fetih olur mu?

Peygamber hatırlanırken bir gayr-i müslimi bile kuşatan rahmet rüzgârının bazı Müslümanları teğet geçmesi çok ibretlidir. Ya Rab! Bizi rahmetten mahrum olanlardan eyleme! Ey rahmet rüzgârı es üstümüze, kuşat tüm benliğimizi!

Dolayısıyla bu ümmet, her ne kadar bazı coğrafyalarda mevlid konusunda ipin ucunu kaçırsa da Peygamber sevgisini dinin vazgeçilmez umdelerinden biri olarak görmeye devam ediyor. Biz de Süleyman Çelebi Hazretlerinin “Kurtuluş Vesilesi” manasına gelen ve halk arasında “Mevlid-i Şerif” olarak bilinen “Vesîletü’n-Necât”ı, İslam coğrafyasının farklı kesimlerinde, kimisinde Kasîde-i Bürde kimisinde ise Delâilü’l-Hayrât şeklinde nât ve övgü dolu şiirlere bürünüyor.

Halkın eksiklerini tashih etmek yerine onların Peygamber sevgisini tehlike olarak görmek en az bu sevgide aşırı gidenlerin yaptığı hata kadar büyük olsa gerek. Elbette Rabbim bizleri ve tüm ümmeti şirkin her türlüsünden muhafaza buyursun!

Halkı din konusunda hassas oldukları yerde ellerinden tutarak daha emniyetli limanlara çekmek elbette tarih boyunca olduğu gibi zahirle batın arasında köprü kurabilen âriflerin ve âlimlerin işidir. Allah, mutlaka dinini tamamlayacağını Kur’an’da müjdeliyor. Bizleri de o manada kendi dünya sürgünlerini (seyr-i sülûklarını) bu irfan ve ilim mektebinde tamamlayanlardan eylesin.

Son dönemde kaybettiğimiz bu dengeli duruşun önemli temsilcilerinden biri olan Ömer Tuğrul İnançer Efendi’yi de rahmetle anarken bu davanın tüm bilinen ve bilinmeyen kahramanlarına dua ve rahmet niyazıyla Allah’a emanet olun.